Haziran ayı benim için bir muhasebe zamanıdır; senenin yarısı yaşanmış, coşkuyla beslediğim tasarıları, arzuları ve umutları gözden geçirmenin zamanıdır.
İşte böyle bir dönemdeyken bu kez yazım hayatımı ve en genç yaşlarımdan beri yapmak istediğim gazetecilik deneyimlerimi düşünürken…
Anılarımın arasında bir tanesi, her yönüyle en çok etkilendiklerimden biriydi:
Başbakan Tansu Çiller -daha sonralarında bu konuda derin bir hayal kırıklığına uğramışsam da- seçildiği gün, ülkemde bir kadını o mevkide görmenin heyecanı içinde gözyaşlarına boğulmuştum… Yıl 1994, Başbakan Çiller’in Gazze ve Kudüs’ü kapsayan Orta Doğu gezisine eşlik edecek görevli basın mensupları arasındayım. Heyet yola çıkmadan önce İsrail’e gidiyor ve orada Tansu Hanım’ın Hayfa’lı eski sınıf arkadaşı ile bir araya gelmesini sağlıyorum. Bunun yanı sıra, bu önemli ziyaretin medyadaki alt yapı hazırlıkları çerçevesinde bilimde, tıpta, askeriyede, politikada, önemli yerlere gelmiş Türkiyelilerle bir dizi söyleşi gerçekleştiriyorum.
Ziyaret boyunca, basın grubu içinde keyifli anlar yaşanmasının yanı sıra, gelişmelerin süratine uygun, ciddi bir maratonun içinde olduğumuz kendisini hissettiriyordu. İşte bu koşu günlerinin birinde Arafat’ın geçici yönetimindeki Gazze’sine konuktuk. Biri devlet erkânını, diğer ikisi gazetecileri taşıyan üç otobüsle ulaştık. Karşılama, ağırlama, izzet-i ikram… Filistinli liderin ‘saray’ı denen, Akdeniz kıyısında, bizim ölçütlerimizde derme-çatma bir merkezdeydik. Hatta hiç unutmuyorum, bir yandan gelişmeleri izlerken, deniz kenarında kumların üzerinde manzaraya nazır, öğle yemeği olarak hepimize plastik tabaklarda leziz bir Akdeniz balığı sunulmuştu. Mutat bir basın bildirisi, kocaman mutlu gülücükler, sımsıcak tokalaşmaların ardından ziyaret noktalanmış, herkes otobüslerine doğru yol almaya başlamıştı. Arafat ve karısı Süha ile karşı karşıya gelen bu satırların yazarı, kısa da olsa bir röportaj yapmak hevesiyle (geçen zamanın farkındalığından koparak) Gazze’de takılıp kalmıştı!
Başbakanımızın konvoyunun yola çıktığını, yol arkadaşlarımın her iki gazeteci otobüsünde de bulunmadığımı fark etmelerinin zaman aldığını, Tansu Çiller’in geride kalan gazeteci kadın için (Sabah Gazetesi için çalışıyordum) “Yola devam, kendi başının çaresine baksın” dediğini, dostlarım Liz (Behmoaras), İvo (Molinas) ve Silvyo (Ovadya)’nun ısrarlı çabalarıyla otobüsün Erez sınır kapısında oyalandığını sonradan öğrenecektim. Beni dağ-tepe-bayır, her an dağılmaya hazır bir araba içinde, besmeleleri ile birlikte sınıra yetiştirme çabasında olan, Arafat’ın Tunus’taki FKÖ karargâhından gelmiş silahlı adamlarla yaptığım yolculuk zihnimde hâlâ capcanlı duruyor.
Bu müthiş ‘serüven’in yaşandığı kısacık zaman dilimi, unutulmaz bir deneyime dönüşmüştü. Bu esnada zihnime yerleşen en çarpıcı görüntü çocuklardı, Gazze’nin çocukları... Devletlerin politikalarına kurban edilen çocuklar…
Yıllar öncesinin gazetecilik serüveni, gerçeklerin yorumlanmasının, çıplak göz, saf niyet ve açık yüreklilikle de mümkün olduğunu öğretmişti.
Meğerse aradan 27 yıl geçmiş…
Ve çok fazla bir şey değişmemiş! Sanırım “çamurdan çıkarılası” o günün çocuklarının yerini yeni çocuklar almış. Politikacılarının kan ve gözyaşından harmanlanmış yönetimleri sayesinde çokça arzulanan bir medeniyet, bir barış elan salt bir umut! Çok şey yarım hâlâ!