Bir komedyenin şüphesiz en etkileyici yeteneği gözlem yeteneğidir. En değerli komedyen, yaşamaya alıştığımız bir durumu bize yeni bir ışıkta gösterebilen komedyendir çünkü alışılmış bir duruma taze bir şekilde bakmak, deneyimimizi daha yakından tanımamızı sağlar. Cem Yılmaz’ın Netflix’te yayınlanan “Diamond Elite Platinium Plus” gösterisinde tam da böyle bir kesit var. Pandemide “anı yaşamayı” öğrendiklerini söyleyen insanlarla dalga geçen Cem Yılmaz, şöyle diyor, “Andan hiç haberimiz yok bizim. An 1970’lerde, 60’larda falan önemliydi. An diye bir şey yok ki şu anda […] Anı yaşamak o zamanlardaydı. Abi, fotoğraf makinesinde burst diye bir tuş var. Doğum günü pastasını keserken 278 kare. Bunların hangisi an? E, hiçbiri!” Burada Cem Yılmaz, olağanüstü gözlem becerisiyle bize içinde bulunduğumuz korkutucu bir durumu anlatıyor. 1990’lardan beri zaman ve mekân algımızın yavaş yok oluşunu…
Zaman ve mekân algımız
Zaman ile başlayalım... Katherine Miller, “2010’lar Zaman Algımızı Bozdu” (The 2010s Broke Our Sense of Time) isimli yazısında, “2010’ların tat ve dokusu doğrusal olmayan hızlanmaydı: her zaman hareket eden, her zaman daha hızlı, ama bir o yana bir bu yana parçalanmış, ileri itilmiş ve geri çekilmiş bir hız” diyor.
Son on senede yaşadıklarımızı bir düşünelim. Facebook, Twitter ve Instagram’ın gündelik yaşamımızın önemli bir parçası haline gelmesi, Gezi olayları, Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı oluşu, terör saldırıları, 15 Temmuz, ABD’de Donald Trump’ın seçilmesi, İngiltere’de Brexit, anayasa referandumu, 2019 belediye seçimleri, pandemi, ekonomik kriz… Bu hızın sonucu zaman algımız tuzla buz oldu
Sadece ilk düşünüşte aklıma gelenlerle bile son on yılın ne kadar baş döndürücü bir hızla geçtiğini görebiliriz. Miller’a göre bu hızın sonucu zaman algımızın tuzla buz olmasıdır. Miller’ın kelimeleriyle eskiden “hayat, zamanın ve mantığın belirli bir ritminde akıyordu ve sonra yüzlerce farklı giriş noktasında, o ritim ve mantık değişti, hızlandı, yavaşladı ya da kayboldu, ta ki saatin kaç olduğunu zar zor hatırlayıncaya kadar [...] Zamanın kendisi büküldü.”
2010’ların ikinci yarısında sosyal medya platformları insanlığın gidişatını etkileyecek bir karar verdiler. Platformlardaki paylaşımlar kronolojik zamandan çıkartılıp algoritmik bir zaman çizelgesine kaydırıldı. Instagram, bu kararı, “en sevdiğiniz müzisyen dün geceki konserden bir video paylaşıyorsa, kaç hesap takip ederseniz edin, hangi saat diliminde yaşarsanız yaşayın, uyandığınızda sizi bekliyor olacak” diyerek açıklamıştı. Miller’a göre bu karar, “önemsediğiniz (ya da önemsediğinizi düşündükleri) şey adına zamandan kalıcı olarak ayrılmanın” kararıdır. Örneğin paylaşımlarını sıkça beğendiğiniz bir hesap var. Bu hesabı beğendiğinizi bilen Instagram algoritması, hesabın yeni paylaşımını ne zaman koyduğundan bağımsız olarak sayfaya ilk çıkartır. Algoritmik zamana geçiş ile birlikte artık internette kronolojik zaman diye bir kavram kalmamıştır. Artık zaman yoktur, dijital zamansızlık vardır. Bir paylaşımı ister o an görün ister altı ister yirmi saat sonra, bu önemsizdir çünkü artık zamanın akışı önemsizdir. Sosyal medya platformlarının bu kararı, zaten karışmaya başlamış zaman algımızın içinde güncel kalma çabası olarak görülebilse de neticede kronolojik zamandan bütünden kopuşumuzun miladıdır. Pandeminin başından bu yana hem bir ay hem de on sene geçmiş gibi hissetmemiz doğaldır. Çünkü zaman algısı dağılmış bir zihin için, bir ay ve on sene arasında fark yoktur, zamanın kendisi yok olmuştur.
Zaman algımız bozulduysa, mekân algımız da bozulmuştur
Evrende zaman ve mekânın birbirinden ayrıştırılamayacağı gibi bu iki kavram zihnimizde de ayrıştırılamaz. Eğer zaman algımız bozulduysa, mekân algımız da mutlaka bozulmuştur. 1960’larda Alman filozof Martin Heidegger, televizyonun ve modern medyanın görünürde dünyayı birbirine yakınlaştırdığını, ama aslında gizli bir mesafe yarattığını savunmuştur. Heidegger bu durumu “uzay ve zamandaki tüm mesafeler küçülüyor” ama “her şey tek tip mesafesizlikte bir araya toplanıyor” diyerek ifade etmiştir. Heidegger bu analizini her ne kadar 20. yüzyılın ortasında yapmış olsa da bence mekân algısının gerçek çürüyüşü internet ile başlamıştır. İnternet sayesinde mekânın bir önemi kalmamıştır çünkü dijitalde uzay kavramı yoktur. İstanbul’da, Mumbai’de ya da New York’ta olmanın bir önemi yoktur çünkü hepimiz dijitalde aynı mekânsızlıktayızdır. Bunu en yoğun biçimde pandemide yaşadık. Eğer dışarıya çıkmak yasaksa, yani dışarıda bir mekân yoksa, İstanbul’daki arkadaşlarım mı bana daha “yakın”, yurtdışındakiler mi? Yoksa hepimiz eşit bir mesafesizlikte miyiz? Ben her gün bilgisayarımın karşısına oturduğumda neredeyim? Evimde mi ofisimde mi, internette mi? Aynı anda hepsinde ve hiçbirindeyim.
Hem zaman hem de mekân algımızın yok oluşunun internetle ve “dijital hayatla” alakalı olduğu aşikâr. İnternet’in ilk yıllarında “gerçek” ve “dijital” birbirinden ayrı iki dünyaydı. 1999 yapımı The Matrix muhtemelen bunun en iyi örneğidir. Filmde kırmızı hap gerçek dünyayı temsil ederken mavi hap sanalı ve gerçek olmayanı temsil eder. Bu iki dünya arasında net ve katı bir sınır vardı. Fakat günümüzde gerçek dünya ve dijital dünya fazlasıyla iç içe girmiş durumda. 2022 yılında gerçek ve sanal diye bir ayrım yapmak mümkün değil. Psikanalist Christopher Bollas’a göre günümüzde internet benliğimize işlemiştir, “psişik olarak sistemik” hale gelmiştir, “benlikler düşünmeden internete döndüğünde, interneti gün içinde saatlerce kullandığında, o artık kişinin dokusunun bir parçası olur.”
Bu yazımda alıntıladığım kaynakların hepsi pandemi öncesindendir. 2010’lar zaman ve mekân algısının tabutuysa, pandemi de muhtemelen tabutun son çivisidir. 21. yüzyılın ikinci çeyreğine yaklaştıkça artık zaman, mekân ve “gerçek” önemsiz kavramlar haline gelmiştir. Ne yazık ki, önümüzdeki yıllar da bu bağlamda pek parlak gözükmemektedir. Zaman algısının bozuluşu nasıl algoritmik zamana geçişle sonuçlandıysa, gerçek ve sanal kavramlarının iç içe geçişi ancak “Metaverse” gibi bir kâbusla sonuçlanabilirdi.
Zaman, yer ve gerçeklik algısı olmayan zihin psikotik zihindir
Zaman ve mekân algısındaki bozukluklar şizofrenide önemli bir rol oynar. Klinik olarak baktığımızda, halüsinasyonlar, sanrılar ve benlik algısında bozukluk gibi semptomlar parçalanmış veya bölünmüş bir uzay/zaman deneyimine işaret eder. Şizofrenik zamansallık demek zaman algısında bir devamlılığın olmaması demektir. Bu tür bir deneyimde geçmiş, şimdi ve gelecek arasında bağlar zayıflamıştır, geçmişteki noktaların birbirlerine bağı zayıflamıştır ve ufukta bir gelecek yoktur. Kısacası psikotik zihin, ebedi bir “şimdiye” mahkûmdur. Psikozdaki zaman deneyimi aslında bir zamansızlık deneyimidir.
Cem Yılmaz’ın gösterisinde dediği gibi, “Bunların hangisi an? E, hiçbiri!” Amerikalı antropolog Jules Henry, “Psikoz, bir kültürde ters gitmiş her şeyin sonucudur” demiştir. Psikoz deneyimlerinin bugün olağan hale gelmiş olması acaba bizim kültürümüz hakkında ne söylemektedir?