BİR YAZAR / BİR KİTAP

Yaşamlarımızın önemli bir dönemecinde birlikte “gazetecilik” sevdasını paylaştığımız Liz Behmoaras’ın kitaplarının yıllardan bu yana bende bir tiryakilik oluşturduğunu itiraf etmeliyim.

Raflara ulaşır ulaşmaz, hatta kimi kez ulaşmadan, bir susuzluğu giderircesine doya doya okuyuveririm. Nedense bir şekilde onun satırlarının arasında nefes almışımdır...
Bu kez de öyle oldu:
Lale Pudding Shop” adlı eserinde Liz Behmoaras’ın spotları bu kez gençlik yıllarımıza götürüyor ve okurunun odağını özellikle 60’lı yılların sonlarındaki hippiler konusuna yönlendiriyor.
Davranışlarıyla giyimleriyle toplumun geleneksel yapısına aykırı, sistemleri sarsmak, kurulu düzene kafa tutmak hippilerin yaşam şekliydi.
O yıllarda çoğunlukla Batı’dan ithal edilen ve Türk gencinin sadece zaman zaman özenti duyduğu bu hırpani kılıklıların Nepal’e, Katmandu’ya zorlu yolculuklarının ara durağı çoğu kez Sultanahmet idi... ,

Aynen şimdilere dek ulaşan Sultanahmet Meydanı’ndaki Lale Restoran gibi… Veya o günlerde hippilerin buluşma noktası olarak kendi aralarında “Pudding Shop” diye adlandırdıkları gibi…

Türkiye’ye gelen hippileri konu alan, ya da onların çevresinde gelişen bir roman fikri nerden aklına esti? Nasıl doğdu?

İstanbul, altmışlı yılların sonunda, Nepal’e, Katmandu’ya uzanan hippi “trail”inin en önemli duraklarından biriydi. Özellikle de Sultanahmet civarında, “Pudding Shop” adını verdikleri Lale Restoran… Açıkçası bu romanımın fikir babası, o yıllarda, o mekâna benden çok daha fazla “takılan” kardeşim oldu. Önerisi bende de bazı anıları su yüzüne çıkarttı. Yurt dışındaki hippiler hakkında epey okumuş, “Katmandu Yolları” başlıklı bir film bile görmüştüm, ancak benim daha çok merak ettiğim, buradaki gençlikle olan etkileşimleriydi. Bunu bir incelemeden çok, kesişen yaşamların yer aldığı bir roman şeklinde yazmayı tercih ettim.

Peki, hippiler kimlerdi, özellikle, dünya görüşleri nelerdi? Adlarını duymuş ya da okumuş ama bugüne kadar onlarla fazlaca ilgilenmemiş genç, hatta orta yaşlı okurlara onları kısaca tanıtabilir misin?

Doğru ya, Aznavour’un şarkısındaki gibi, yirmi ve daha ileri yaşların altındakilerin bilemeyeceği zamanlardan ve insanlardan bahsedeceğiz bu röportajda.

Kısaca özetlemeye çalışayım: Hippi hareketi ABD’de altmışlı yıllarda baş gösteren bir karşıt-kültür hareketidir. Aslında, kurucu ataları Jack Kerouac, Allen Ginsberg ve Bourrough adındaki yazarlar olan “bitnik hareketinin bir devamıdır hippi akımı. Büyük çapta, savaş sonrası bebek patlaması kuşağı gençlerinden oluşan hippiler, ebeveynlerinin geleneksel değer ölçüleri ile yaşam biçimlerini ve tüketim toplumunu hepten reddediyorlardı. En önemli amaçlarından biri, oluşturdukları cemaatlerde ve komün yaşamlarında özgür, barışçıl, sevgiye ve anlayışa dayalı, yapaylıktan uzak gerçek insan ilişkileri yaşamaktı. Hippilerin özgürleşme ihtiyacı, başta Doğu kültürleri olmak üzere farklı kültürlere açılımları, yeni ve farklı duyumsal algı arayışları, edebiyatta, müzikte ve sanatta büyük devrimlere yol açtı. Özellikle uyuşturucu maddelerle beslenen ve psikedelizm denen akımla bambaşka bir müzik ve sanat anlayışı ortaya çıktı. Daha basitinden de alacalı bulacalı, incikli boncuklu giysileri, işlemeli deri gocukları, Afgan yelekleri, camları yusyuvarlak gözlükleri ve vücutlarındaki dövmeleriyle yıllar süren bir moda yarattılar.

Romanında 1969-70 yılları arasında geçtiği söylenen olayların bir kısmı gerçek… Hatta Lale Restoran, kitaptaki adıyla “Lale Pudding Shop” da hâlâ açık olan bir mekân. Bir de dönemin gazete haberlerinde yer bulmuş olaylar var, Perihan’ın (kitabında Perran) ölümü ve cenazesi, Amerikalı Mary’nın (sende Lilian) Türk bir koca araması gibi. Bunlar için nasıl bir araştırma yaptın?

O dönemin gazetelerini taradım ve o dönemi İstanbul’da yaşamış olan kişilerin sözel tanıklıklarına yer verdim. Zira romanın geçtiği 1969-70 yılları arasında İstanbul’da değildim. Tabii önce ve sonra burada bulunmam da bu konuyla ilgili anılar, görüntüler biriktirmeme yol açmıştı. Onları da kullandım. Ancak bunların hepsi birer başlangıç noktasıydı. Sonrasını kurguladım.

Türkiye açısından önemli, Kanlı Pazar gibi olaylar, Türkiye Milli Gençlik Teşkilatı (TMGT) gibi gerçek kuruluşlar da romanda geçiyor. Gerçek ve artık tarihe mal olmuş olaylardan ve kurumlardan bahsetmek kurgu açısından seni zorladı mı? Yoksa zaten daha önce de biyografik kitaplar yazmış olman işini kolaylaştırdı mı?

Biyografik kitaplar yazmak bana araştırma zevkini aşıladı. Ya da belki kim bilir tam tersi oldu. Araştırma sonucu ortaya çıkan anlatıları sevdiğim içindir ki, yazı hayatına röportaj ve biyografilerle adım attım. Haliyle gerçek olay ve kurumlardan söz etmek beni pek zorlamadı. Hele romanın, gençlik yıllarıma denk düşen zaman kesitinde geçmesi işimi daha da kolaylaştırdı. Sözel tanıklığına başvurduğum insanların bazıları arkadaşlarımdı, halen de arkadaşız… Ancak bu eserimle ondan önceki üçüne düpedüz roman diyebiliriz. Zira Lale Pudding Shop’un başına yazdığım gibi, “Roman diye bir şey var mı, az ya da çok maskelenmiş yaşamöykülerinin bir toplamı, bir karışımı, bir sentezi olmayan?”

Peki, bazı siyasi olayları yazarken taraf mısın? Cidden taraf olduğunu fark ettim de…

Elbette tarafım. Kahramanlarımın gözleriyle bakıyorum olaylara ve öyle aktarıyorum. Onların belli bir siyası görüşünü ya da görüş eksikliğini veya varsa, umursamazlıklarını yazıyorum. Bu bir inceleme, deneme ya da en basitinden bir röportaj olmadığına göre, başka cephelerdekilerin anlatılarına yer vermeme gibi bir lükse sahibim.

Önceki üç kitap dedin, bunlardan biri, “Sevmenin Zamanı” İkinci Dünya Savaşı yıllarında, bir diğeri, yani “Alman Subayın Evi” ise Birinci Dünya Savaşı döneminde geçiyor… Bu eserinle altmışlı yılların sonuna kadar uzanıyorsun. Daha eskilere gidecek olan daha başka dönem romanları yazmayı düşünüyor musun?

Daha eskilere gidersem tanık bulmak imkânsızlaşır haliyle. Keza fotoğraf… Ama mektup, anı gibi yeterince yazılı belge bulursam, zor da olsa böyle bir işe girişebilirim. Tarihi seviyorum, dönem romanları yazmayı çok seviyorum. Onları hiper-gerçekçi çizimler gibi oluşturmaya çabalıyorum. Yani anlatılan sahnede en ufak ayrıntıya dahi yer vermeye, sahnenin kendisinden çok, kendi tasvirine benzemesine özen göstermek çok hoşuma gidiyor…

Şimdiki kitabına dönecek olursak, Türkiye’de hippilik gerçekten var oldu mu? Ya da nasıl yaşandı?

Kanımca hippilerin İstanbul’a ve bazı diğer şehirlere akın etmeleri, giyimleri, konuşmaları, sınırsız cinsel özgürlükleri, uyuşturucu kullanmaları, özetle yaşam biçimleri yüzünden Türkiye genelinde çok büyük bir kültür şoku gibi yaşandı. Bunun göstergesi de dönemin medyasında genelde onlardan nefretle ve tiksintiyle söz edilmesi. İşte sana romanda da yer alan birkaç gazete manşeti örneği: “Toplum dışı yaratıklar”, “Pisliği bayrak edinmiş, banyo yüzü görmemiş bitli esrarkeşler”, “Günlük ekmekleri marihuana, havyarlarıysa LSD olan çılgın gençlik” … Dönemin Dışişleri Bakanı Sükan ise onlara sınırları kapamak yolunda bir kararname bile çıkartmıştı. Genelde gençliğe kötü örnek oldukları fikri yaygındı. Uyuşturucuyu baş tacı etmeleri açısından bu doğru olabilir. Ama şunu unutmamak gerek: Aynı dönemde Türkiye’de baskıyı, eşitsizliği ve geri kalmışlığı kendine yakıştırmayan bir gençlik yetişmekteydi ve bu gençlik daha demokrat, daha barışçıl, daha eşitlikçi bir düzen için mücadele vermeye başlamıştı.

Onları bu yola baş koymaya teşvik eden, öncelikle büyük düşünürlerin eserleri ve 61 Anayasasının onlara sağladığı özgürlük ve haklardı. Batıdaki öğrenci isyanları da kayda değer bir örnek oluşturuyordu. Ama bence hippilerin de o yılların gençlik hareketlerine ufacık dahi olsa bir katkısı bulunmuştur.

Hippilere bütünüyle öykünüp yüzde yüz onlar gibi yaşayarak Katmandu’ya ya da Hindistan’a giden bir ya da birkaç Türk genci olup olmadığını epey araştırdım, ama bulamadım. Olduysa çok az sayıda olmuştur tahminen. Yani bildiğim kadarıyla hippilik hiçbir zaman Türkiye’de toplumsal bir harekete dönüşmedi. Dünya çapında ise önemli bir akım olduysa da çok uzun yaşamadı. Yetmişlerden sonra inişe geçti. Hızla yok oluşunun nedeni de uyuşturucu madde tüketiminden dolayı verilen sayısız kayıplardı; bu kayıplar toplumu ve bizzat hareketin üyelerini zaman içinde korkutur oldu. Kısacası hareket çocuklarını yedi.

Hippilere artık “eski hikâye mi denmeli” sence?

Olabilir ama kadınlara ve her türden azınlığa eşit yaşam hakkı tanıma zorunluluğunun, çevreciliğin ve alternatif tıbbın ne anlama geldiğinin, müzikte, edebiyatta ve görsel sanatlarda inanılmaz devrimlerin nasıl yapıldığının yazılı olduğu bir eski hikâye. Tabii şimdiki hikâyelerin de öncelenip anlatıldığı…

Sevgili Liz…

Satırlarının arasından ilk gençlik günlerime taşındım…

Lale Pudding Shop”un okuru bol olacaktır, eminim.

Bana gelince…

Bundan sonraki kitabını gözleye duracağım…