“Bohem, Bohem
Güzelsin demekti bu
Bohem, Bohem
Dehası vardı hepimizin”
Charles Aznavour

Yolu Fransız okullarından geçmiş, edebiyat ve sanat meraklısı pek çok genç gibi ben de Paris’te yaşama hayalleri kurardım. Paris’te bir çatı katında Montmartre veya Montparnasse’da… Hayallerim, lise senelerinin başında romantik yazarların ve empresyonist ressamların Montmartre’ından lise son sınıfta tanıştığım avant-garde ressamlar ve sanatçılar gibi Montparnasse’a taşınmıştı. Paris’e gittiğim zamanlarda her iki semti de uzun uzun ve doyasıya gezme olağanı buldum. Her iki semti de kendime çok yakın buldum. Kafeler, kabareler, bohem sanatçılar, âşıklar şehri Paris! Tarihin her döneminde sanatçıları etkilemiş ve sanatçıların ruhunun şehrin dokusuna ilmek ilmek işlendiği Paris!


Amedeo Modigliani, 1918-1919

Işıklar şehri Paris
“Paris çok yaşlıydı fakat biz çok gençtik” der, Hemingway Paris’te geçirdiği senelerden bahsederken. Fransızların “Çılgın Yıllar”, Amerikalıların “Kükreyen Yirmiler” ve Almanların “Altın Yıllar” dediği, sosyo kültürel ve politik değişimleri dramatik bir şekilde her alanda gözlemleyebildiğimiz, iki dünya savaşı arası senelerden bahsediyoruz: 1920 ile 1929 arasından.

Müzisyenlerin, ressamların, yazarların… Rusya’daki Bolşevik İhtilali’nden ve Amerika’daki İçki Yasağı’ndan kaçanların, Gertrude Stein’ın deyişi ile I. Dünya Savaşı sonrası “Yitik Kuşağı”nın belki de özetle Woody Allen’ın “Paris’te Geceyarısı”nın bizleri götürdüğü senelerin Paris’i.

Sanat, müzik ve edebiyat tarihine ismini bir daha silinmeyecek şekilde kazıyan insanları bir araya toplamış, ilham vermiş bu yerde, Işıklar Şehri’nde kimler yok ki: Chagall, Stravinsky, Fitzgerald, Hemingway, Soutine, Modigliani, Picasso, Man Ray, Utrillo, Cocteau, Kisling…


Gustaw Gwozdecki

Ve onların her türlü baskıdan uzak, yaratıcılığın beşiği Montparnasse’da modern sanatı şekillendirmeleri ve tam merkezlerinde dimdik duran, cazibesi ile onları büyüleyen cesur bir kız, “Montparnasse’lı Kiki”: ALICE ERNESTINE PRIN.

Hemingway’ın, en sevdiğim romanı “Güneş de Doğar”da bahsettiği kafe La Rotonde, benim Paris’te ilk durağımdı. Neden mi? Picasso, Modigliani, Rivera, Cocteau, Gershwin, Fitzgerald… Anaïs Nin’e işte burada aşkını ilan eden Henry Miller. 1911 senesinden günümüze uzanan bir renk, yetenek yelpazesinin aurasını hissetmek, en çok da “ilham perisi” Kiki’nin şuh ve şen kahkahasını ruhumla duyabilmek için…

Peki, adı günümüze değin Montparnasse ile anılan Kiki kimdir?
Alice Ernestine Prin, 1901 senesinde gayrimeşru bir çocuk olarak Châtillon-sur-Seine’de fakirlik içinde doğdu. Hayat yolculuğunda çan eğrisinin zirvesini gördü.

On dört yaşında iken babaannesinin yanından, bir matbaada dizgici olarak çalışan annesinin yanında çalışmak ve yaşamak için Paris’e gelmişti. Yüzünü bir sanat eseri gibi görüyor, makyaj malzemesi alacak parası olmadığı için yanaklarını annesinin kırmızı sardunyaları, kirpiklerini yanmış kibritlerin isiyle boyuyordu. Daha sonraları bu yüz, sanatçıların ruhunda fırtınalar estirecek, pek çok esere esin olacaktı. Kanadalı şair John Glassco, Kiki için, “Makyajı başlı başına bir sanat eseriydi. Kızıl boyalı dudakları konturlarının kurnaz erotik mizah anlayışını vurguluyordu,” diyecekti. Dikkat çekecek kadar düzgün yapılmış makyajı gece veya gündüz, hafta sonu ve hafta içi, hiç değişmiyordu. Yuvarlak yanakları portakal-kırmızı, yeşil gözleri siyah sürmeli, sivri ve büyükçe burnunun ucu bembeyazdı. Aslında Kiki, herkesten önce kendisinin ilham perisiydi, sanatçıydı ve seçtiği saydam tenine kontrast yapan boyalarıyla avant-garde sanatçıların akıllarını başlarından alacaktı. Herkes onu konuşacak, herkes onu isteyecek, adı bir semtin adının yanında yer alacaktı.

Alice kısa zamanda fabrikalarda, matbaalarda çalışacak bir kişiliği olmadığını fark etmişti. Kötü muameleye başkaldırıp, para kazanmak için heykeltıraşlara ve ressamlara poz vermeye başlamıştı. Bu sefer de, o senelerde sadece hayat kadınlarının yaptığı bu işten dolayı annesi ile kavga edince, ikisinin yolları ayrılmış, 1917 kışında Alice kendini sokakta beş parasız olarak bulmuştu. Artık hayatta tek başınaydı; barınmak ve karnını doyurmak için paraya ihtiyacı vardı.


Bir öğle yemeği partisinde ressam Foujita ile birlikte

Alic
e artık Kiki olmuştu
İhtiyacı olan sığınağı Belarus doğumlu, 1913 senesinde Paris’e gelen Yahudi ressam Chaïm Soutine’de buldu. İlk defa kendine nazik davranan bir insanla karşılaştı ve Soutine sayesinde sanat camiasına girdi. Siyah sürme ile boyadığı kocaman gözleri, kısa kestiği saçları, parlak kırmızı rujlu dudakları, dizginlenemeyen hayat enerjisi ve özgürce sergilediği vücudu ile, tanıştığı tüm sanatçıları derinden etkiledi. Alice artık Kiki olmuştu.

Japon kökenli Fransız ressam Tsuguharu Foujita, Kiki öldüğü zaman, “Montparnasse’ın görkemli zamanları da sonsuza kadar toprağa gömüldü,” demişti. Montparnasse’ın altın çağının yok olmasına rağmen bu semtin Kiki’si ressamların fırçasındaki boyada, fotoğrafçıların vizöründeki imajda, heykeltıraşların bronzunun formunda yaşamaya devam edecekti.

Eleştirmen Jean-Paul Crespelle onu, Parisli bir kaldırım çiçeğine benzetmişti. Hemingway, “Kiki Montparnasse çağına, Kraliçe Viktorya’nın İngiltere’ye olan hâkimiyetinden daha fazla hâkimdi,” demişti.

Kiki model, ilham perisi, kulüp şarkıcısı, aktris ve hatıra yazarıydı. Ve tüm bunlarla birlikte sergilerinde hemen hemen tüm resimleri açılış gecelerinde satılan bir ressamdı. Çocukluk sahnelerini ve arkadaşlarının portrelerini yapıyordu. Amerikalılar, Kiki’nin resimleri için “sade bir izlenimcilik, inanç ve hassasiyet” barındırıyor demişlerdi.

En zor zamanlarında bile neşesini kaybetmeyen Kiki, bohem Paris’in sembolüydü. “Tüm ihtiyacım olan bir baş soğan, biraz ekmek ve bir (şişe) kırmızı. Ve bunları bana sunacak bir kişiyi her zaman bulacağım,” derdi sık sık.

Kiki klasik anlamda bir güzel değildi. Onu esas çekici kılan, pervasız, ödünsüz, dobra, renkli, yaratıcı kişiliği, yaşam enerjisi ve sanatçı ruhunun vücuduna yansımasıydı.


Foto: Man Ray

Man Ray ile altı senelik fırtınalı ilişki
Montparnasse kafelerine o zamanlar kadınlar şapkasız giremiyordu. Bu kafelerden birine girmek isteyen Kiki’yi kafe sahibi azarlayınca Kiki orada oturan şapkasız Amerikalı kadınları göstererek, “Ama bu Amerikalı karılar girebiliyor,” diye bağırdı. Her gün yedi büyük gemi dolusu Amerikalı turistin geldiği Paris’te Amerikalılar ayrıcalıklıydı. Masalardan birinde oturan sanatçı Man Ray de bu kişilerden biriydi. Bu pervasız çıkıştan, başkaldırıştan etkilenen ve onu masasına davet eden Man Ray 20 yaşındaki bu kıza âşık oldu.  Man Ray’in baştan aşağıya kusursuz diye bahsettiği Kiki ile altı senelik fırtınalı ilişkisi neticesinde sanatçı pek çok eser yarattı: fotoğraflar ve deneysel filmler. Belki de onu en iyi tanıdığımız ikonik iki fotoğraf bu dönemdendir: “Ingres’in Kemanı” ve “Siyah-Beyaz”.

Dünyada en çok satılan fotoğraflardan meşhur “Ingres’in Kemanı”, Foto: Man Ray


"Siyah-Beyaz", Foto: Man Ray, 1926

Bu ilişki Kiki’nin “persona”sını şekillenirdi ve Man Ray onu Lee Miller için terk edene kadar sürdü. Meşhur “Ingres’in Kemanı” dünyada en çok satılan fotoğraflardan biridir. Ingres’in “Türk Hamamı” eserine, Kiki’nin başındaki türban ve duruşu bir göndermedir.

Kiki 1929’da hayatını kaleme aldı, bu kitaba Hemingway ve Foujita tarafından önsöz yazıldı. Amerika’da yasaklanan anılar ancak 1996 senesinde İngilizceye çevrildi ve editörleri kitaba, “Kiki günlük hayatın yıldızıydı” diye not düştü. Kiki hatıratında Man Ray’den hiç bahsetmez ancak Man Ray, “Beni sanatçı yapan ve Fransızcayı bana öğreten, âşık olduğum Kiki’dir” der.

Montparnasse’ın Kraliçesi
Kadınların bastırıldığı bir dönemde, Kiki özgüvenin, tek başına ayakta durabilmenin, bir sanat aracı olarak gördüğü vücudu ile hem feminizmin hem de kadının cinsel özgürlüğünün öncü sembollerinden biri oldu. 29 yaşında Montparnasse’ın Kraliçesi ünvanını aldı. Montparnasse’da Chez Kiki adında kendi kabaresinin sahibi olmuştu. Hemingway onu, “Hiçbir zaman bir hanımefendi olmadı; o bir Kraliçeydi,” diye anlatıyor.

Şu anda internet arama motorlarına Kiki de Montparnasse yazarsak, karışımıza ilk olarak Amerikalı bir iç giyim markası çıkıyor. Ne kadar ironiktir ki, Kiki hayatının hiçbir döneminde iç çamaşırı giymemişti!

Kiki, hayatı, erkekleri, sanatı, eğlenmeyi seviyordu. Eğitimi yoktu. İçtendi. Yaratıcıydı. Her fotoğrafında farklı görünen yüzü, kişiliğinin renklerini ortaya koyuyordu. Sürrealizmden hoşlanmıyordu. Andre Breton’a, “Siz sürrealistler hep aşktan bahşediyorsunuz ama aşk yapmayı bilmiyorsunuz,” diyecek kadar cesurdu.


Kees van Dongen, 1922-24

İleriki yıllarda çok kilo aldı. Model olarak gözden düşmeye başlamıştı. Son zamanlarında içki ve kokain parası kazanmak için turistlere şarkılar söylüyordu. Alev alev yanan ve sönmeye mahkûm her mum gibi, Kiki zamanın ruhundan, savaş sonrası değişen zevklerden, modalardan nasibini almış, sönüyordu. Çok büyük paralar kazanmış ama geleceği hiç düşünmeden yaşamıştı. Geçinmek için eski ayakkabılarını satıyordu.

Nazi işgalinden dolayı Amerika’ya dönen Man Ray, seneler sonra Montparnasse’a eski günlerin ruhunu yakalamak için geldiğinde, yılların yıprattığı ve yoksulluğa düşmüş eski sevgilisini, Kiki’yi gördü, ona zorla para verdi ancak Kiki, Man Ray’den aldığı bu parayı kapıdan çıkar çıkmaz bir dilencinin cebine koydu.

Montparnasse’da oturduğu binanın önünde düştüğü ve kısa bir süre sonra da öldüğü zaman Kiki 52 yaşındaydı. Cenazesinde sanatçılardan ve hayranlarından oluşan büyük bir kalabalık vardı. Mezar taşına “Kiki, 1901-1953, şarkıcı, aktris, ressam, Montparnasse’ın Kraliçesi” yazıldı.

Kiki olmasa, ne çok sanatçı esinsiz kalacak, pek çok kadın onun açtığı özgürleşme yolundan geçemeyecek, daha uzun yıllar geride durmaya devam edecekti.

Kiki, Hemingway’in dediği gibi, Montparnasse’dı. Ve bence Kiki, tepeden tırnağa hayattı. Montparnasse’a içilen şarapların kadehlerinde Kiki’nin dudak izleri durmaktadır…

Kiki’ye ve hayatın her alanında öncü kadınlara saygı ve sevgiyle…