Haber Fotoğrafı: Ester Almelek, Atina Akropolü
Dünyadaki her şehrin bir ruhu, kokusu, rengi, ritmi, mimarisi vardır. Seyahatlerimde, yeni bir şehre gittiğimde, bütün bu unsurlar beni çok etkiler, genel atmosferi ya mutlu eder, bir çırpıda sarar beni ya da tam tersine hüzünlendirir. Binaların ve şehirlerin genel sağlığımızı ve ruh halimizi etkilediği bilinen bir gerçektir ve “Mimari Psikoloji”, son yıllarda çok konuşulan konulardan biridir. Yapılan araştırmalar, yaşadığımız ortamların bireysel gelişimimizi olumlu veya olumsuz yönde etkilediğini ortaya koymuştur. İçinde yaşanılan binaların sadece bazı işlevleri yerine getirmesi kâfi değildir, insanlara mutluluk ve huzur vermesi de genel sağlık için gerekmektedir.
Konuşan binalar, ideal yuva
İngiliz yazar John Ruskin estetik konusundaki yazılarında, bir binada iki şey aranması gerektiğini söylemiş. Ona göre içinde yaşadığımız bina -yuvamız- bizi sadece dış etkenlere korumakla kalmayıp bizimle konuşması gerektiğini savunuyor. Bu düşünceyi şöyle algılamak gerekir; bize hoş olmayan duygu ve düşünceleri çağrıştıran yerlerde bulunmak bizi olumsuz etkiler. Bize hatırlattığı şeylerle ahenk içinde olursak biz o binayı -yuva- olarak benimseriz. Yorgun, stresli bir günün ardından, işiniz bittiğinde, size huzur veren bir ortama, yuvanıza kavuşmak nasıl da rahatlatıcı bir duygudur. Kendimizi rahat hissettiğimiz bir ortamda huzursuzluk, aşırı duyarlılık ve endişe gibi olumsuz etkenler azalır. Yapıların tasarımı, dekorasyonu, seçilen renkler insanların psikolojilerini, davranışlarını, yaşam enerjilerini ve duygularını etkiler. Evlerimiz dışında zaman zaman uğradığımız, içinde rahat ettiğimiz belirli yerler vardır, yuva gibi hissettiğimiz kafeler, restoranlar, kütüphaneler gibi.
“Biz binaları biçimlendiriyoruz, sonra onlar bizi biçimlendiriyor” demişti ünlü İngiliz siyasetçi Winston Churchill, İkinci Dünya Savaşı’nda bombalanan parlamentonun tamiri konusunda konuşurken.
Gelin, mimarinin çağlar boyunca tarihine kısaca bir göz atalım….
Artemis Tapınağı, Efes
Antik Yunan Mimarisi
Soyut güzellik ve nispet arayan Yunan Mimarisine karşılık, Roma Mimarisi işlevcilik ve anıtsallık gibi özellikleri ile dikkati çeker. Yunan Mimarisinin en önemli eseri tapınak iken, Roma Mimarisinin en önemli eserleri tiyatrolar ve hamamlar olmuştur.
Yunan Mimarisi mantık ve düzen üzerine kurulmuştur. Matematik simetriyi, uyumu, göz zevkini belirlemiştir. Tapınaklarını, savaşlardaki zaferleri anlatmak, önemli kişileri ölümsüzleştirmek ve tanrılarına adaklar sunmak için inşa etmişlerdir. Yunan tapınaklarına örnek olarak: Atina Akropolü’nde yer alan Parthenon ve Nike, Sicilya’daki Concordia, Anadolu’da ise Assos’taki Athena, Silifke ve Atina yakınlarındaki Zeus tapınakları verilebilir.
Collesseum, Roma
Antik Roma Mimarisi
Mimarlık, Romalıların sanatsal ifadelerinin en önemlisiydi. Romalılar, son derece gelişmiş olan Etrüsklerin kültürel birikiminden yararlandılar ve Yunanistan’ı fethettiklerinde sanatlarına hayran kaldılar, onları taklit etmeye başladılar. Dini yapılar yerine, insanların beğenisi ve ihtiyacı doğrultusunda seküler yapılar inşa etmeye başladılar. Antik Roma’da insanlar kırsal alanlarda yoksulluk içinde yaşasalar da Roma İmparatorluğu alt yapı konusunda muazzam işler yapmışlardır. Şehirlerine su taşımanın yollarını, merkezi ısıtma sistemlerini bulmuşlar; mükemmel akustiğe sahip amfitiyatrolar ve stadyumlar inşa etmişlerdir. Romalıların mimariye kattıkları en önemli yapılar kemerlerdir. Kolon-kiriş sistemi sınırlıdır, eğer kolonlar birbirinden çok uzakta olurlarsa kiriş basınç altında kalır ve kırılır. Bu sebeple kemer mimariye yeni bir adım olmuştur. Pazar yeri olarak kullanılan forumlar, şehir merkezi amaçlı da kullanılmıştır.
Roma’da konumlanan Collesseum, dönemden bugüne kalan en büyük amfitiyatrodur. Hipodrom olarak kullanılan Circus Maximus dönemin öne çıkan bir başka eseridir. Bunların yanında Konstantin Bazilikası ve Capitoline Tapınağı da bu dönem ait eserler arasındadır.
Orta Çağ Mimaisi, Siena, İtalya
Orta Çağ Mimarisi
Orta Çağ Mimarisi dini, sivil ve askeri binaları içerir. Stiller arasında Romanesk öncesi, Romanesk ve Gotik bulunur. Genel olarak dikey düzlemde yapılan Gotik Mimari tarzı eserler binaların havadar ve geniş olmasını sağlamıştır. Gotik Mimari dünyadaki en özel, en şaşalı mimari akımlardan biridir. Bugünün mimari akımlarına dahi ilham kaynağı olmaktadır. Pencereleri renkli vitraylarla süslüdür. Romanesk üslubun ortaya çıkmasıyla gelişen Gotik tarzı, ilk olarak Fransa’da 15. yüzyılda görülmüştür. Avrupa’nın geneline yayılan Gotik Mimarinin tanımlayıcı özelliklerini, sivri kemer olarak da tanımlanan Ojiv kemerlerini, sivri çatıları, nervürlü tonozları, uçan payandaları ve ışık alan devasa camlarını sayabiliriz.
Gotik Mimarisi, Notre Dame Katedrali, Paris
Rönesans Mimarisi
Rönesans Mimarisinin ortaya çıkma nedeni, kiliseye karşı bir başkaldırı olarak yorumlanabilir. Rönesans Mimarisinde kullanışlılık, sağlamlık, kalıcılık ve güzellik ön plandadırlar. Dış cephelerde Gotik üslubun gösterişli ve göz dolduran süs anlayışı yerine abartısız ve orantılı bir uyum hakimdir. Rönesans mimarisi Gotik mimarinin aksine daha yatay bir forma sahiptir. Vitruvius tarafından kaleme alınan 10 ciltlik “De architectura” isimli eserle birlikte popülerliği artan mimari akım, simetri ve oranla ilgili anlayışı değiştirmede başarılı olmuştur. Dönemin önemli mimarlarından Filippo Brunelleschi, Floransa Mimarisinin tanrısı olarak anılır.
St. Mary Katedrali, Tokyo (Mimar Tenge Kenzo)
Japon Mimarisi
Japon Mimarisini karakterize eden unsurlar; kiremit veya saz çatılar, yerden hafifçe yükseltilmiş ahşap yapılar ve iç mekânlarda duvar yerine kayar kapıları (fusuma) sayabiliriz. Evlerin ahşap yapılmasının sebebi, yazları serin, kışları ılık tutması ve depremlere maruz kaldıklarında daha esnek olmasıdır. Geçmişteki Japon evlerinin iç mekanları, bireysel alanları bölen paravan bile olmadan neredeyse tamamen açık bir alandan ibaretti. İnsanlar genellikle minderlere veya yere oturmuştur; çünkü sandalyeler ve yüksek masalar 20. yüzyıl öncesinde yaygın olarak kullanılmamıştır. Ancak 19. yüzyıldan sonra Japonya, Batılı, modern ve postmodern mimariyi kendi inşaat ve tasarım teknikleriyle birleştirmiştir ve günümüzde ileri mimari tasarım ve teknolojide lider olmayı başarmışlardır. En ünlü ve etkili mimarlarından biri Kenzō Tange beş kıtada tasarımlar gerçekleştirmiştir.
Biyoçeşitlilik Müzesi, Panama (Mimar Frank Gehry)
Modern Mimarinin tarihi
Modern Mimari, süslemenin yerine işlevselliği ve aerodinamik formu vurgulayan bir bina tarzıdır. Bu fikir,1893 Chicago Dünya Fuarı için binalar tasarlayan mimar Louis Sullivan ile başladı. Modern tasarım estetiği 1930’larda tüm hızıyla devam etti ve Uluslararası Modernizm veya Uluslararası Stil olarak tanındı. Bu mimari, yenilikçi, deneysel ve minimaldir. Modern Mimarinin popüler öncüleri arasında Frank Lloyd Wright, Staatliches Bauhaus ve le Corbusier’yi sayabiliriz.
Frank Lloyd Wright, birkaç pencereli sığınak benzeri evler tasarlayan ve çevremizdekilere yakınlaşmamızı sağlayan ilk Amerikalı mimarlardan biridir. Doğanın iç mekân ile uyumlandığı Japon kültüründen esinlenen Wright, Avrupa’nın biçimsel Yunan ve Roma tasarımlarını reddederek, 20. yüzyılın ilk yirmi yılında, kendisinin “organik mimari” olarak adlandırdığı bu tarzın yayılmasına önayak oldu. Bir evin içinde bulunduğu araziyle tezat teşkil etmek yerine, uyumlu olması gerektiğine inanıyordu. Binalarda, süslemelerin ve renklerin geride bırakılmasını, bunların yerine temiz hatların ve sadeliğin ön plana çıkmasını öngörüyordu.
Şehirlerde sosyalleşme alanları
Günümüzde sosyal izolasyonun birçok hastalığa davetiye çıkardığı tartışılıyor. İnsanlar arasında bağlantı kurulmasını sağlayacak tasarımları araştıran Sosyolog William Whyte’ın şehir planlamacılarına tavsiyesi, kamu alanlarında insanları birbirine yaklaştıracak nesnelerin veya oturma düzeninin olmasıydı. 1975’te Rockefeller Center’da ağaçların altına konan banklar, Times Meydanı’nda uzun granit bankların olması aynı amaca hizmet ediyorlar. Bu durum hem binalar hem de sosyal yaşam alanları için geçerlidir. Günümüzde sitelerin çoğunda oturanların birlikte kullanabileceği lokaller, sosyal alanlar mevcut. Dünya nüfusunun yarıdan fazlası büyük şehirlerde yaşamaktadır. Şehirler beton yığınları haline dönüşürken, insanlar doğal yeşil alanlara hasret kaldılar. İnsanların yaşam tarzları doğallıktan uzaklaştıkça psikolojik sorunlarda artış görülebiliyor.
Yazar Alain de Botton, yazdığı “Mutluluğun Mimarisi” adlı kitabının son sayfasında şöyle sesleniyor okuyucularına: “Bakir topraklar üzerine yaptığımız evler bu toprakların sunduğu güzellikten daha fazlasını sunabilmeli bize. Mutluluğun ne olduğunu en kusursuz biçimde, en ustaca anlatabilen binalar inşa etmeliyiz. Hiç değilse bu kadarını borçluyuz üzerine binalar dikerek yok ettiğimiz kırlara, ağaçlara, solucanlara.”
Doğru söze ne denir….
Kaynakça:
Mutluluğun Mimarisi, Alain de Botton