Haber Fotoğrafı: Namib Çölü, Foto: Şahin Önder

Namibya Cumhuriyeti, batı sınırı Atlantik Okyanusu olan, 825.418 kilometrekare ile Güney Afrika’nın en büyük ülkesi. Nüfusu yaklaşık 2,5 milyon olan ülke, adını topraklarının büyük bir kısmını kaplayan Namib Çölü’nden almış. Bugün ülke nüfusunun %50’si Ovambo, %9’u Kavango, %7’si Herero, %7’si Damara, %5’i Nama, %4’ü Caprivili, %3’ü San ve az sayıda Himba’dan oluşuyor; geri kalanını ise Hollandalı, İngiliz ve özellikle Almanlar ile 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ülkeyi işgal eden Güney Afrikalılar oluşturuyor. Üstü çöl, altı servet olan bu ülke, sahip olduğu elmas ve altın yatakları nedeniyle büyük acılar yaşamış.

‘Buharın şehri’
Başkent etrafında bulunan sıcak su kaynaklarından dolayı; ilk yerliler tarafından ‘buharın şehri’ veya ‘ateş suyu’ olarak anılsa da, 1914 yılında ülkeyi işgal eden Güney Afrikalılar tarafından, ‘rüzgârın yeri’ anlamına gelen Windhoek ismi verilmiş. Şehirde, sömürge döneminden kalma Alman mimarisinin etkisi dikkat çekiyor. Şehrin simgelerinden olan Christ Church, Alman Lutheran kilisesi, Gottlieb Redeceker tarafından tasarlanmış ve 1909 yılında kum taşlarından yapılmış. Kilisenin arkasında ve doğu tarafında yer alan Parlamento Binası’nın tasarımı oldukça dikkat çekici. Kilisenin sağında yükselen büyük bina ise National Museum of Namibia. Başkentin modern görünümlü ana caddelerine ‘Fidel Castro’, ‘Nelson Mandela’, ‘Bağımsızlık’ gibi isimler verilmiş.

Kalahari Çölü ve Buşmanlar
Namibya’nın iki önemli çölünden biri olan Kalahari Çölü, Buşmanların yaşam alanı. Buşman adı, beyaz sömürgeciler tarafından önemli bir etnik grup olan San halkına verilmiş. Kelime anlamı olarak, ‘çalılıkta yaşayan halk’ anlamına geliyor. Buşmanlar, beyaz sömürgecilerin gelmesiyle Kalahari Çölü’nde yaşamak zorunda kalmışlar. Yeryüzünde yaşayan en ilkel topluluklardan biri oldukları söyleniyor. Çölde yaşadıkları için tarımsal üretim olmadığından, beslenme ihtiyaçlarını avlanarak karşılıyorlar. Serin çöl akşamlarında, antilop derisinden yapılma küçük bir parçadan oluşan kıyafetleri onları ısıtmaya yetmiyor. Günümüzde nesilleri tükenmeye yüz tutmuş, sayılarının 5-6 bin civarında olduğu söyleniyor. Bilinen hiçbir dile benzemeyen, ‘klik dili’ konuşuyorlar. Avcı-toplayıcı bir topluluk olan Buşmanlar, kuru otların arasında o kadar sessiz ilerliyorlar ki, avın onları duyması imkânsız gibi. Kendilerine özgü gelenekleri, inanışları ve dilleri ile sanki başka bir dünyaya aitmiş gibiler. Sazdan yapılmış kulübelerinin önünde kadın ve çocuklar bir ateşin etrafında toplanmış. Oldukça zayıf ve orta boylu olan bu insanların, yaşlarını tahmin etmek pek mümkün değil. Yaşlılar, genelde dökülmüş ve eksik kalmış dişleri, çocuklar ise ayrık ve çürümüş dişleriyle olduğunca içten ve güzel gülüyorlar.

Dünyanın en eski çölü Namib Çölü
Atlas Okyanusu’nun 1.600 kilometre paralelinde uzanan, genişliği 50-160 kilometre arasında değişen ve 2013 yılında UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınmış, dünyanın en eski çölü olan Namib Çölü yaklaşık 50.000 kilometrekarelik bir alana yayılmış durumda ve ‘Namib’, yerli dilinde ‘çok büyük’ anlamına geliyor. Namib-Naukluft Ulusal Parkı içinde yer alan Sossusvlei, ulusal parkın en çok gezilen ve en gözde noktası. Bu bölgedeki kum tepelerinin boyu, neredeyse 400 metreye yakın ve bu tepeler inanılmaz güzellikte manzaralar sunuyor. En meşhur yürüyüş alanı 45 numaralı kum tepesi. Bu tepe, Sossusvlei’den Deadvlei’ye giderken 45. km’de yer aldığından bu adı almış ve 1977 yılından bu yana gezilere açık durumda. Manzara, tepelerde yükseldikçe güzelleşiyor. Renkler, turuncudan kırmızıya, maviden mora dönerek bir renk cümbüşü oluşturuyor Tepeye ulaştığınızda göz alabildiğine uzanan çöl, kum tepeleri, güneşin hareketi ile çeşitli renklere bürünüyor ve çok hoş gölge oyunları yapıyor. Kum tepesinden indikten sonra, kumlukların arasında yer alan ve üzerinde hayalet gibi duran birkaç ölü ağacın bulunduğu, kurumuş bir göl olan Deadvlei (ölügöl), uğramadan geçilmeyecek bir nokta. Bin yıldan uzun süredir kurumuş ağaçların siluetleri çok ilgi çekici. Deadvlei o kadar fotojenik duruyor ki, dünyanın görülmeye değer en ilginç yerlerinden biri olarak kabul ediliyor. Ölmüş ağaçlar, kurumuş nehir yatağının içinde çok değişik görüntüler oluşturuyor.


Swakopmund, Foto: Nazmiye Önder
Vaha gibi bir şehir Swakopmund
Swakopmund; Namibya’da en ilgi çekici noktalardan biri ve Atlantik Okyanusu ile çöl arasına sıkışmış vaha gibi bir şehir. Alman sanat mimarisi ile yapılmış binaları, çok keyifli kafeleriyle kendinizi adeta Avrupa’nın bir şehrinde hissedebilirsiniz. 1910 yılında inşa edilen fener, dalgakıran, eski postane binaları gibi tipik Alman evlerinden oluşan sömürge mahallelerinde yapılan gezinti ayrı bir keyif veriyor. 1893 yılında Almanlar tarafından kurulmuş olan şehirde, Art Nouveau ve modern mimarı tarzda binalar bir araya gelerek, çok hoş bir görüntü oluşturuyor.

Damaraland’ın iç kısımlarında bulunan jeolojik oluşumları ile de ünlü Twyelfontein, kaya oyma resimleri ile Afrika’nın en önemli ören yerlerinden biri olarak kabul ediliyor. UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne de alınmış olan bölge, tam bir açık hava müzesi gibi ve Afrika’nın en zengin kaya resimlerini görebileceğiniz bir nokta. Kayaların üzerine pek çok hayvan resmedilmiş; zürafa, kaplan, fil, deve kuşu, gergedan gibi hayvan resimlerini çok net görebiliyorsunuz. Hayvanların yanı sıra insan el ve ayak figürlerinin de resimleri de mevcut. Resimler yaklaşık 6.000 yıl önce Buşmanlar tarafından çizilmiş.


Taşlaşmış Orman, Foto: Şahin Önder
Taşlaşmış Orman
Twyfelfountein’in hemen kuzeydoğusunda 250 milyon yıl önce sellerin getirdiği ağaç kütüklerinden oluşan ‘Petrified Forest’ yani Taşlaşmış Orman; 260 milyon yaşlarında, 50 civarında taşlaşmış ağaçtan oluşuyor. Bazılarının 300 milyon yıl öncesine kadar uzandığı söylenen ağaçlar, buraya sellerle sürüklenerek gelmiş ve alan daha 1950 yılında milli anıt olarak ilan edilmiş. 260-280 milyon yaşlarında oldukları tahmin edilen taş ağaçların arasında, en büyük olanın ancak sekiz metresini görebiliyoruz. Büyük kısmı toprağın altında ve uzunluğunun yaklaşık 45 metre olduğu tahmin ediliyor. Taş Orman’da bulunan, kalın yapraklı bodur bir bitki olan Welwitschia Mirabilis, Namibya’nın sisli bölgelerinde yaşıyor. Yalızca iki yaprak ve bir kökten oluşan bu ilginç bitki; dev bir görünüme sahip olana kadar gelişebiliyor ve bin yıla kadar yaşayabiliyor. Büyüme hızları inanılmaz ölçüde yavaş, yılda 10 cm uzuyorlar. Eğer şanslarına bereketli ve yağışlı bir yıl ise, 20 cm’ye kadar uzayabiliyorlar ve dev bir görünüm alana kadar da büyüyebiliyorlar.


Himbalar, Foto: Nazmiye Önder
Göçebe kabile Himbalar
Namibya’da Kaokoland bölgesinde yaşayan ve dünyada sayıları çok az kalmış göçebe kabilelerden biri olan Himbalar, halen yüzlerce yıl öncesine ait ilkel bir yaşam sürmeye devam eden, yakın zamana kadar yarı göçebe olarak tanımlanan bir kabile. Himba köyleri genelde 8-10 evden oluşuyor ve her köyün bir reisi var. Köye girer girmez ilk önce konik damlı kulübeler göze çarpıyor. Himbalar bir yere yerleşecekleri zaman, önce bu kulübeleri yapıyorlar. Erkekler topladıkları dallarla çatı ve duvarların iskeletini oluşturduktan sonra, kadınlarda çeşitli malzemelerden hazırladıkları bir çamur ile sıva yaparak duvarları tamamlıyorlar ve nihayetinde çatı otlarla örtülerek kulübe yapımı tamamlanıyor. Himbalar, göçebe bir hayatı seçmiş ve kendi geleneklerine bağlı ilkel bir hayat sürüyorlar. Diğer kültürlerden farklı giyim, kuşam ve yaşam tarzları var. Köyde hayvanları sağmak, su taşımak, çocuklara bakmak gibi işlerin çoğunu kadınlar yapıyor. Kadınlar günlük işlerini yaparken, kendi aralarında yardımlaşıyorlar ve birbirlerinin çocuklarına bakıyorlar. Keçi yağı, bazı otlar ve özel bir topraktan elde ettikleri ‘otjize’ adını verdikleri turuncu-kırmızı renkteki bir macunu vücutlarına sürüyorlar, bu sayede hem Namibya’nın kuru ve sıcak güneş ışınlarından hem de böcek ve sineklerden korunuyorlar. Bu karışıma ayrıca ‘omuzumba’ denen bir bitkinin aromatik reçinesini katarak, güzel koku amacıyla da kullanıyorlar. Temizlik için güzel kokulu bitkileri yakarak duman banyosu yapıyorlarmış. Yaşadıkları zorlu coğrafya nedeniyle dış dünyadan uzak kaldıklarından olsa gerek, geleneksel yaşam tarzlarını devam ettiriyorlar. Kadınlar, birbirlerinin saçlarına aşıboyası karışımları sürüp örüyor. Afrikalı kadınlar için, saç örgüsü vazgeçilmez bir sevda. Her türlü işlerinin arasında kendilerinin ve hatta çocuklarının saçlarını ince ince örmekten hiç vazgeçmemişler. Saç örme şekilleri Himbaların evli, bekâr, hamile gibi belli özelliklerine göre değişiklik gösteriyor. Yani saç örgüleri, aynı zamanda onların sosyal statülerinin de birer simgesi. Çocuklar, genelde 3-4 yaşa kadar tamamen çıplak dolaşıyorlar. Namibya hükümeti, Himbalar için seyyar okullar kurmuş. Yaşlılar bundan çok memnun, en azından çocuklarımız okuma yazma öğreniyor diyorlar. Ancak okulun üzerinde ‘Otjikandera School’ yazmasa, pejmürde binanın okul olduğunu anlamak pek mümkün değil.


Okavango Nehri, Foto: Nazmiye Önder
Etosha Milli Parkı
Dünyanın en eski ve Afrika’nın en büyük doğal parklarından olan Etosha Milli Parkı yaklaşık bir milyar yıl önce oluşan Tuzla Kalahari Havzası’nın bir parçası. Afrika kıtasının en iyi korunmuş ve en önemli vahşi yaşam alanlarından biri. Bu büyük park; 22.000 kilometrekarelik yeşil, çimenlik bir alana sahip ve 325 çeşit kuş ve 114 çeşit memeliye ev sahipliği yapıyor. Parkın içinde yol boyunca ilerlerken pek çok zebra sürüsüne rastlayabilirsiniz. Sürü halinde yaşayan bu sevimli hayvanlar, aslanlar için lezzetli bir öğün anlamına geliyor. Parkın faunası o kadar zengin ki, sürekli değişik hayvanlarla karşılaşabilirsiniz. Safari sırasında geyik familyasından olan çok hızlı ve uzun zıplamalar ile koşan impala, kudu, uzun sivri boynuzlu oryx, ceylan, antilop, keseli antilop gibi değişik çeşitleri olsa da aslında hepsi aynı familyadan. Bu arada çeşitli kuşlar, sürüngenler de bu hayvan çeşitliliğine eşlik ediyor. Zürafalar uzun bacaklarıyla çok hızlı koşabildikleri için yırtıcılar tarafından yakalanmaları daha zor oluyor. Ancak su içmek için, uzun boyları nedeniyle dizlerini büküp bacaklarını iki yana açarak eğilmeleri gerekiyor. Tabii bu durumda koşmaları mümkün olmadığından, avcılarına en çok su içerken yakalanıyorlar. Bir taraftan su içerken, bir taraftan serinlemek ve ciltlerini kuruluktan korumak için hortumlarıyla su püskürten fillerin yaptıkları bu banyodan da son derece keyif aldıkları her hallerinden belli oluyor.

Caprivi Şeridi
Namibya’nın en yeşil bölgesi olan Caprivi Şeridi kuş gözlemcilerinin göz bebeklerinden biri, tropik yağmur ormanları, yeşil tepeleri ve nehirleri ile 340 civarı kuş türüne ev sahipliği yapıyor. Kuşların dışında hipopotamlar, timsahlar, sulak bir bölge olduğu için filler, zürafalar ve çeşit çeşit antilobun yaşam alanı. Yol boyunca ilerlerken karşınıza, sonsuzluk gibi bir düzlük, üzerinde gölgesi kendine bile faydası olmayan ağaçlar çıkıyor. Yol ilerledikçe manzara değişmeye başlıyor ve yeşillikler gittikçe artıyor ve Okavanga Deltası’nın da bulunduğu Divindu’ya ulaşırsınız. Burası dünyanın en büyük iç ve denize dökülmeyen tek deltası olup, dünyanın en yüksek hayvan yoğunluğuna sahip yer olarak biliniyor. Bölge, yerli halk tarafından, ‘Paradishi Ghomumbiru’ yani ‘küçük cennet’ olarak nitelendiriliyor. Gerçekten de cennet gibi bir yer; kuş sesleri içinde, yemyeşil kıyıları olan nehrin üzerinde, güneş batarken oluşan kızıllığın seyrine doyum olmuyor; artık çölden eser yok.