Karanlık çökmüş, ne yol ne kurgan görünmekte,
Göğe bakarım, yıldız ararım, kayığa rehber;
Uzaklarda bulut mu parlıyor, doğuyor mu seher?
Adam Mickiewicz

Pandemiden, savaştan hemen önce, Batı Ukrayna’nın kültür şehri Lviv’e gitmek için takvimlerin yıl sonunu gösterdiği zamanı tercih etmiştim.
Lviv, mimarisiyle bir Avrupa şehri, art nouveau güzellikleri, operası, filarmoni orkestrası ile bir sanat şehri, yemekleri, şarapları ve biraları ile ise bir gastronomi şehri... Usulca yağan karın arasından sıcak sarı ışık yayan sokak lambaları, buzlu yolları, dar sokakları, renkli Noel hazırlıkları ile de bir kış şehri…


Çok karlı bir günde indik Lviv’e. Şehir merkezine uzanan sokaklardan birinde, yan tarafı restore edildiği için paravanla kapatılmış -bu paravan hikâyenin devamında önem kazanacaktı- , küçük, eski, temiz, hoş bir otelde kaldık. Odama gider gitmez, sırt çantamın ön gözüne, rulo yaparak koyduğum yüksek miktardaki dolarlarımı yerel para birimine çevirmek amacıyla döviz bürosuna gitmek için hazırlanırken, tüm paramın tahminen havaalanında çalınmış olduğunu anlayarak başlayan bir seyahat! Neyse ki, ‘canıma bir şey olmadı’ düşüncesi ile çok üzülmemeye karar verip, beraber gittiğim arkadaşıma da, “Peki o zaman ben kredi kartından harcama yaparım, nakitleri de sen ödersin,” dedikten sonra arkadaşımın parasını yerel paraya çevirmek için yola çıktık.
Niyetimiz hemen otele dönüp, çok methini duyduğumuz Arsenal isimli restorana gitmek için hazırlanmaktı. Bu niyetimizi epey ertelemek zorunda kalacağımızı henüz bilemiyorduk.

Oteli bulamadık!!!
Paramızı Ukrayna Grivna’sına çevirdikten sonra deneyimli turistler olmamıza rağmen (paramı sırt çantamın ön gözüne koyma gafletini müteakip) başımıza inanılmaz bir olay daha geldi: otelimizi kaybettik. Navigasyon bizi otelin yakınlarına kadar götürüyordu ama oteli bulamıyorduk. Sokaklarda İngilizce bilen bir kişi bile yoktu. Yerler buz tutmuş, kar yağışı yoğundu; erken inen karanlıkta ne tarafa gideceğimizi bilemiyorduk. Dönüyor dolaşıyor aynı yerlere geliyorduk. En sonunda, genç bir adam bize yardım teklif etti. Yarım yamalak İngilizce biliyordu. Dolambaçlı yollardan, akıl dışı uzak bir mesafeden tur yaptırıp bizi yürütürken, yanımdaki arkadaşımın doktor olduğunu öğrenince, büyük bir gazlı bez ile sarılı karnını göstererek, “bıçak yarası,” dedi. Eni konu korktuk. Otelin kartı genç adamın elinde, arkadaşımla ben buzda kayıp düşmemek için kol kola, nihayetinde otele ulaştık. Ve ulaşır ulaşmaz, oteli neden bulamadığımız anladık! Otel bizim defalarca girdiğimiz sokaklardan birindeydi ama paravan arkasında kalıyordu. Sokağın diğer tarafından girilmediği takdirde, görülmesine ve bulunmasına imkân yoktu! Otele vardığımızda, adam bizden yardımı karşılığında para istedi. Cüzdanımızdaki Türk paralarını verdik. Ne tartışacak halimiz kalmıştı ne de cesaretimiz! Daha sonraki günlerde gelip bizi bulur diye de ürküyorduk, neyse ki o kayıplara karıştı, otelin de yeri oraya çıktı.


Lokantada çatal bıçak yoktu
Birkaç derin nefes alıp, Arsenal’e gitmek için hazırlandık. Yine karlı, buzlu yollardan geçerek, bu sefer kaybolmadan, 15. yüzyıldan kalma bir yapının yer altında kalan kısmındaki lokantaya vardık. Hemen girişte kara tahtaya isimlerimizi yazdırmak suretiyle bekleme listesine alındık. Önümüzde aşçılar kömür ateşinde yemek pişiriyor, bu manzara yorgun, üşümüş ve aç olan bizlere belki olduğundan da fazla iştah açıcı geliyordu. Sıramız gelince ahşap masalardan oluşan loş, sıcak yemek bölümüne alındık. Çok geniş bir mekânda ayrı bölmelerde, en az yüz kişi yemek yiyordu. İncecik, uzun boylu, sarışın Ukraynalı kızlar servis yapıyordu. Üzerinde kaburga resimleri olan kraft kâğıttan peçeteler getirdiler ve boynumuzdan geçirerek giyinmemizi söylediler. Herkes “Killing”e benziyordu. Çatal bıçak yoktu. Birkaç yan yemek sipariş ettik, siyah bira ısmarladık. Ateşte pişmiş karamelize etlerimiz geldi. Biramızdan da bir yudum alınca hırsızlık, kaybolma hadisesi, hepsi uçtu gitti. Lokantadan son derence mutlu ayrıldık.
Ben şehirleri yürüyerek gezmeyi, müzelerinde uzun vakit geçirmeyi ve akşamları operayla, baleyle veya iyi bir lokantada yemek yiyerek noktalamayı severim. Lviv çok soğuk olduğu için biz otobüsle küçük şehir turunu da programımıza aldık. Polonyalı ünlü şair Adam Mickiewicz’in neo klasik üsluptaki heykeline ve art nouveau binaların güzelliğine hayran kaldık.


Adam Mickiewicz Meydanı ve Heykeli

Lviv küçük müzeler şehri
Lviv küçük müzeler şehri: Etnografya Müzesi, Ulusal Sanat Müzesi, Bira Müzesi, Cam Müzesi, Eczane Müzesi, Kayıp Oyuncaklar Müzesi…
Şehrin merkezinde, Cam Müzesi’nin karşısında yer alan ve şehirdeki en eski müzelerden biri olan Eczane Müzesi, 1735 senesinden beri ziyaretçilere açık. Tıp, farmakoloji, simya ve tarih meraklıları için mutlaka görülmesi gereken bir minyatür mekân, eczane 18. yüzyılda açıldığı şekliyle duruyor, tavanlarda freskler ve Antik Yunan’ın Sağlık Tanrısı Aesculapis ve kızı Hygiene’yi temsil eden heykeller var.


Lviv Cam Müzesi
benim en sevdiğim müze odu; 1593 senesinde inşa edilen bir binanın alt katında yer alan müzede, camın tarihini anlatan bölümden sonra, tarihî cam eserler, incelikli ve her biri sanat harikası kadehler, objeler var. Müzenin bir de küçük hediyelik eşya dükkânı var ki, müze dükkânlarına özel ilgim olduğu için, elim boş çıkamazdım: renkli cam elmalar aldım.

Lviv Ulusal Sanat Müzesi tenha, iki katlı bir müze. Ukraynalı, Polonyalı, Rus, Avrupalı sanatçıların eserleri var. Şehrin en önemli müzelerinden biri Etnografya Müzesi, son okuduğum haberlerde Ukrayna Rusya savaşında tahrip olmasının engellenmesi için tarihî bina metal paneller ile kapatılmış. Müzede Ukrayna tarihi, el işleri ile ilgili objeler ve bilgiler yer alıyor. Giyecekler, seramikler, dokumalar, nakış, oymacılık gibi zanaatlar ile geniş bir yelpazeye ev sahipliği yapıyor. Ayrıca 450 saatten oluşan bir de koleksiyonu var. Müzenin binasının çok güzel ve görülmeye değer olduğunu ifade etmem lazım. Pek çok Lviv müzesi gibi maalesef bakımsız. Müze görevlileri oturdukları yerde uyukluyor.

Ukrayna Tarih Müzesi’nin ahşap zemini o kadar güzel ki bozulmaması için galoş giymek mecburi. Galoşlar deri, eski ve en küçüğü 45 numara. Yürümek yerine kayarak dolaşmak zorunda kaldık! Müzik aletleri, ev eşyaları, askeri silahları, aile arşivleri, arkeolojik buluntuları görmek mümkün.

Şehrin iki çok güzel meydanı Opera Meydanı ve Rynok Meydanı
İki meydana da Noel pazarları kuruluyor ve öğlenden gecenin geç saatlerine kadar tatlılar, çeşit çeşit yiyecekler ve içecekler satan büfelerde eğlenceli bir hava içinde zaman geçiriliyor. Bal ile yapılan yüksek alkollü bir içkileri var: hem insanı ısıtıyor hem de hafifçe çarpıyor. Buz pistinde, sakin sakin yağan kar altında, gece paten yapanların seyri ayrı bir keyif veriyor.

Opera Binası’nda biz iki temsile gittik. Biri Kuğu Gölü balesi diğeri bir folklorik Ukrayna operası: Çalınmış Mutluluk. Opera binası çok ihtişamlı, geceleri aydınlatılıyor; lobisinde 1897 ile 1900 seneleri arasında inşa edildiği yazıyor. Neo-Rönesans ve Neo-Barok formları ve detayları kullanılarak klasik gelenekte mimari özellikleri olan binada ayrıca art nouveau unsurlar da var. İçi ise ünlü Polonyalı sanatçılar tarafından dekore edilmiş ve çok zarif. Bu kadar görkemli bir binada, koltukların tahta olması beni şaşırttı. Diğer yandan fuayede ufak sandviçler, şampanyalı büfelerden bir Avrupa şehrinde operaya gitmiş hissini ve hazını aldım. Karlı, buzlu günlerde kapıda çok yaşlı, koltuk değnekli insanların bilet kuyruğuna girdiğini görünce çok duygulandım ve halkın kültüre olan düşkünlüğünü bir kere daha anladım.
Rynok Meydanı 13. yüzyılın ikinci yarısında, Galiçya Prensi I. Leo'nun hükümdarlığı sırasında planlanmış. Ufak dükkânlar, lokantalar, hediyelik eşya dükkânları, ağaçlar, her birinin cephesi birbirinden özenle yapılmış binalar ile çevrili. Oradaki dükkânlardan folklorik renklerde çiçekli çorba kâseleri ve tabaklar, kahve fincanları aldım. Çok da severek kullanıyorum.

Yeme - içme
Lviv’e sadece yemek içmek için bile gidilebilir. Harika birasının adı Kumpel. Her yerde mütevazı olanaklarla dekore edilmiş zevkli, konsept kafe ve restoranlar var. Şaraplarını ve vişne likörlerini tavsiye ettiler, ben denemedim. Belki sizler denersiniz.
Merkezde yer alan Baczewski Restaurant bir sera, bir vaha gibi. Dışarıda lapa lapa kar kış, içeride çiçekler, yeşil bitkiler, kuş sesleri ile bahar. Sabah piyano müziği eşliğinde, şampanyalı bir kahvaltıyı çok makul rakama yapmak mümkün. Biz öğle yemeği yedik ve çok beğendik. Kahvaltı için sıra olduğunu, ikinci öğlen yemeğine ise gittiğimizde yer bulamadığımızı not düşeyim.
Bar Mushly yine merkezde, deniz ürünleri sevenlerin kaçırmaması gereken bir lokanta. Çok küçük olduğu için rezervasyon gerekli. Biz opera sonrası gittik, saat geç olmuştu, ufacık bir yere sıkışabildik.

Bir başka tavsiye edebileceğim yer, Atlas Cafe Restaurant; tam merkezde yer alıyor yani şehri seyretmek için stratejik bir konuma sahip. Servis çok yavaş ama gelen peynir tabağının zenginliği ve yediğim kaz etinin lezzeti ile kendini affettirdi.
Tüm lokantaların fiyatları çok uygun. Opera bale izleyip, güzel yemek yemek, sanatla soluk alan şehrin sokaklarında kaybolmak, Sovyet Rusya’sından kalma paraların, madalyaların satıldığı tezgâhları, güzel insanların hemen her birinin gezdirdiği minik köpekleri görmek, bir oyuncak kar küresinin içinde bir süre yaşamak için gelecekte, virüssüz, savaşsız zamanlarda Lviv’e gitmenizi, yolculuk sırasında ise temkini elden bırakmamanızı tavsiye ederim.