Buket Uzuner… Kuzey Sahra Afrikası, Kuzey Amerika ve Avrupa’da uzun tren yolculukları yapan “uyumsuz” bir kadın. Kitapları on dile çevrilmiş bir roman, öykü ve gezi yazarı. Bütün bunlar soluk soluğa bir yaşamın ürünü değil midir? Bu yaşamın bir bölümüne tanıklık etmek istedik ve Buket Uzuner ile edebiyat, hayat ve başka şeyler üzerine konuştuk…

Kendinize özgü bir üslubunuz var. Bu üslubu oluşturma sürecinizde ne gibi yazınsal serüvenler yaşadınız?

Çocukluğundan beri astronot ve denizaltı kaptanı olmak istediği kadar samimi bir ciddiyetle yazar olmayı da hayal etmiş benim gibi biri için yazı işinde -eğer kendime özgü bir üslup geliştirebildiysem- bu kazanabileceğim en büyük ödüllerden biri. Bunları uzun uzun anlatmamın nedeni, bazı işlerin tesadüfen yapılmadığını vurgulamak. Tesadüfen yazar, şair, ressam olunmaz, oldum diyen varsa, bilin ki, olamamıştır.

Bütün okul hayatım boyunca, Türkçe ve edebiyat öğretmenlerim benim devrik cümlelerimi düzeltmek için üzerimde bazen tatlı, bazen sert yöntemler denediler. İlk öykülerim ve kitaplarım yayımlandığında bu kez de edebiyat dünyasındaki “dil öğretmenleri” beni “yola getirmek” için kimi zarif kimi çok hoyrat, hatta despot yazılar yazdılar, kurultaylarda benim dilimi özel oturumlarda falan kınadılar. Evet, her dili doğru kurallarıyla öğrenmek önemlidir, buna kesinlikle katılırım ama dil eğitim işi okuldaki öğretmenlerin görev sınırı içindedir. Söz sanatı içinde yazar kendi kurallarını yaratabilir, zaten yazar dilin teknisyenidir. Yazarın dille ilgili arayışları dile/anadile saygısızlıkla karıştırılmamalıdır. Düzeltmenle editörün karıştırılması gibi bizim kültürümüze özgü karmaşa bunlar. “İstanbuluesk, İstanbulumsu, İstanbulvâri” gibi deneysel bir dil çalışmamı bile düzeltmeye, yazarın dilini kontrol etme çabasını hatırlarım meselâ.

Bizim kültür hayatımızda hâlâ elinde cetvelle kendini lise müdürü zanneden kişiler maalesef mevcut. Ben, dilin akıcı, her şekle giren su gibi berrak, yılan kadar kıvrak, zarif, ince süsler ve oyunlarla bezenmiş, yılan kadar tabiata/hayata yararlı fakat gerektiğinde zehirli bir canlı olduğunu düşünürüm. Dil canlıdır, yaşar, bir kalıp ve kural içinde mumyalanamaz. Dil, bir hikâyeyi okurken su gibi akmalıdır, kılçık gibi okurun gırtlağına takılmamalıdır. Eğer bir metin, onu okurken hangi yazara ait olduğuna dair zihnimizde imgeler canlandırabiliyorsa bu o yazar için muhteşem bir başarıdır. Umarım bunu başarıyorumdur, çünkü hak edecek kadar samimi emek verdiğim konulardan biridir. İnsan hak etmediği hiçbir başarının tadına varamaz!

Okurlarınızın kendi çocuklarına ad olarak verdiği “Ada”, “Tuna”, “Nilsu”, “Teo”, “Aras”, “Nilsu”, “Defne”, “Umay” gibi karakterleriniz var. Bu durum karakterlerinizin güçlü, etkileyici ve iyi çizilmiş olduğunu gösteriyor. Eğer bu bir sır değilse, karakter yaratma tekniklerinizden söz eder misiniz?

Gerçekten bunun bir sırrı, bir sihri var mı bilmiyorum ama çocukken roman karakterlerinden insanlara konmuş isimler beni çok ama çok büyülerdi. Bizim kuşaklarda annelerimiz çok sevdikleri Çalıkuşu’ndan Feride ve Kâmuran ile Aşk-ı Memnu’dan Bihter ve Nihal adlarını çocuklarına verirlerdi. (O zaman da daha çok kadınlar roman okuyormuş, hâlâ öyledir.) Benim göbek adım da bunlardan biridir mesela.

Çocukken sık sık Reşat Nuri ve Halit Ziya’nın, nasıl olup da kurgu karakterlerinin halk tarafından böyle sevilmesini başardıklarını düşünür, onlarla hayâlî sohbetlere dalar ve bunun sırrını anneme sorardım. Annemin Feride ve Kamuran veya Nihal’den bahsederken gözlerinin nasıl parladığını görmek gerekirdi, anlatması zor. Galiba o yazarlara öyle çok özenmişim ki, benim de başıma geliyor, diyebilirim.

İşin teknik sırrına gelince; Karakterlerin soy ağacını ayrıntılı çalışmayı önemsiyorum. Bir romandaki karakterlerin geliştirilmesi bazen yıllar sürebiliyor. O yüzden yılda bir roman yazamadım hiç. Örneğin ninesi veya dedesi türkü, şarkı söyleyen, Harmandalı veya Reyhanî oynayan, ya da tango, vals yapan, hayvanlara şefkatli bir karakterle, kindarlığı, avcılığı, zorbalığıyla övünen, müziği, sanatı aşağılayan, hayvanlardan tiksinen bir nine veya dedesi olan kişinin özellikleri doğal olarak farklı gelişiyor. Kültürel kalıtım, bazen biyolojik genler kadar baskın oluyor.

Bu karakter geliştirme çalışmalarım, değişik fazlarda ve tekniklerde aylarca, bazen yıllarca devam eder. Ne zaman ki, ben artık karakterlerime yollarda, vapurda, uçakta canlı olarak rastlamaya başlarım, doğal olarak okur da kitabın sayfalarında görür onları. Bir “Açık Radyo” röportajında bana, “Şimdi radyoya gelirken motorda Defne Kaman’a rastladım” dediklerinde artık şaşırmıyor, hatta bunu normal karşılıyor ve hâlâ Güntekin ve Uşaklıgil ile hayalen konuşan o kız çocuğu kadar seviniyorum. Burada bir önemli nokta da yazarın kendi kültürünü tanımasıyla ilgili sanıyorum. Yaşarken yazarın başına gelebilecek en güzel işlerden biri, “isim annesi” olduğu çocuklarla memleketin her bölgesinde karşılaşmaktır.

BİR CİNSİYETİN ÖBÜRÜNE KOYDUĞU YASAKLAR DOĞANIN FİZİK KANUNLARINA AYKIRI

“Tabiat Dörtlemesi”nin ana karakteri başlangıçta gazeteci “Defne Kaman” iken, kurmacanın ilerleyen katmanlarında Umay Nine’nin daha baskın olmaya başladığını görüyoruz. Bu yönelimin arka planından söz eder misiniz? Sizi de mi kahramanlarınız yönlendiriyor yoksa?

Bir “Tabiat Dörtlemesi” olarak 11 yıl önce başladığım “Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları” romanlarında (endişeden dizlerim titreyerek) ekolojik yıkımı, insan eliyle yaratılan iklim felaketini merkeze alan ve Anadolu’nun farklı coğrafyalarında geçen modern bir Türkiye Mitolojisi yazmaya heves etmiştim. O yıllarda “Antroposen çağı”, “iklim kurgu” (Cli-fi), Tabiat dostu eski kültürümüz Şamanlık/Kam gelenekleri henüz bizim edebiyatımızda pek görünen kavramlar değildi. Yoğun bir Mevlana dönemindeydik o sıralar. Benim kafamdaysa, madem ana dilim Türkçe; o halde bu dilin izini sürerek Orta Asya/Sibirya mitolojisinden, madem Türkiye’de yaşıyorum; Anadolu’daki Hitit, Yunan, Arap, Kürt, Ermeni, Süryani söylencelerine uzanan bir örgüyle, şimdiki zamanda buralı olan bizlerin hikâyelerini anlatmak fikri vardı.

Adı Yunan Mitolojisi kaynaklı genç İstanbullu kadın gazeteci Defne Kaman’ın soyadı da Sibirya Kamları’nın şamanlığa verdikleri Türkçe ad olan KAM’dan kaynaklanıyor. Eczacı anneannesi Umay Bayülgen, Türklerin İslamiyet öncesi inançlarındaki Tabiat Tanrıçası’ndan adını alıyor. Bayülgen de Gök Tengri’nin adı.

Böylece tıpkı kurgu dedektif Sherlock Holmes ve Dr. Watson gibi ama iki erkek yerine, bizim buralı iki kadın Defne ve Umay Nine Anadolu’yu gezerek, şimdiki zamanda bizim yaşadığımız bazı sorunları çözmeye çalışıyorlar. Mitolojik bir yolculuk kurmaya çalıştığım için asıl kahramanımız sık sık kayboluyor ve belki korunmak için şekil değiştiriyor? Bu sırada ona haberci Sahaf Semahat, koruyucu Komiser Ümit, gizem çözücü Hacker Karaca, hak arayıcı Avukat Kumru, gök gözlü Pilot Kanat, sağaltıcı Dr. Havin Yaz, Masalcı Hanım vb. içimizden birileri yardımcı oluyor. Fakat asıl akıl hocası, hepimizin daima hayatına girmiş olan yaşlı bilge kadınlardan biri: Umay Nine. Defne Kaman sık sık kaybolduğu için eleştiriler aldığım oluyor. Asıl karakterin daha görünür olması gerektiğine inananlar var. Onu pasif, ikincil bulan okur veya eleştirmenler var. Fakat Defne Kaman modern bir mitolojik kahraman, ortada görünmek yerine yapacak daha önemli işleri var, çünkü o gerçeği arıyor.

Ana karakter için en önemli ölçüt onu çıkarınca hikâyenin çökmesidir. Bu seriden Defne Kaman’ı çıkartın, tüm hikâye çöker, çünkü bütün diğer karakterler ve olaylar onun çevresinde anlam kazanıyor. Çok güçlü Umay Nine bile… (Tabii bunlar benim fikrim, okura böyle mi geçiyor, tam bilemem...) İşte bu yüzden Umay Nine daha fazla ortada görünüyor ve konuşuyor, hatta yazarken benim elime bile vuruyor (sanki) “Saçmalama, sil o satırı Buket!” diyor. Yineliyorum, Defne Kaman olmasa ninesiyle ilgilenir miydik? Ben sanmıyorum, sen ne dersin Berken?

---Anneannesi Nezihe’yi yakın zaman önce kaybetmiş, ona tutkuyla bağlı biri olarak kitapta Umay Nine ile karşılaştıkça ben çok mutlu oluyorum. Fakat biz onu Defne Kaman sayesinde tanıdık. Bunu da unutmuyorum. Defne yoksa, Umay Nine de yok! ------

YERELDEN EVRENSELE GİDEN YOLDA YENİ KUŞAK YAZARLARIN DAHA GENİŞ VİZYON SAHİBİ OLMASI GEREKTİĞİNİ DÜŞÜNÜYORUM

Dünya klasiklerinde Tolstoy, Stendhal, Flaubert, D.H.Lawrence; Türk klasiklerinde Halid Ziya, Peyami Safa gibi yazarların “uyumsuz” kadın kahramanları, sonunda erkekler ya da toplum tarafından cezalandırılır. Sizin kadın kahramanlarınız “uyumsuz”luğunu tutarlı biçimde sürdürüyor. Bu durumu nasıl bir özgüvene bağlamalıyız?

20. yüzyıl sonlarından başlayarak sadece 50 yıldır, yetişkin kadınların gerçek hayatta ve romanlarda hele hele asıl karakter olarak maceralar yaşayabilmeleri ve bu yüzden ölümle cezalandırılmamaları tamamen zamanın ve fizik biliminin gücüyle açıklanacak konular, bence. Bilimsel, dersem şaka yapmıyorum yani (J). Nasıl denizi kumla doldurup, alan kazanmak için insanOĞLU ne kadar bir yerini yırtsa bile sonunda tabiat (doğal) fizik kurallara göre kendi düzenine dönüp, yanlışı düzeltiyorsa, tıpkı onun gibi, binlerce yıldır tek bir insan cinsiyetinin süslü püslü adlarla uydurduğu kural ve cezalarla öbür insan cinsiyeti olan kadınlara koyduğu yazma, eğitim, çalışma, insan olmanın doğasına göre yaşam haklarını ona yasaklaması da tabiata aykırı olduğu için şimdi erkek yasaları her kültürde birer birer çöküyor. Çünkü bir cinsiyetin öbürüne koyduğu yasaklar doğanın fizik kanunlarına aykırı, bunlar son derece zorlama, yapay insanOĞLU kanunlarıdır.

Kadınlar, kendilerine yasaklanmış her ama her alanda çok büyük başarılar elde ediyorlar. Erkeklerin yapabildiği her ama her şeyi kadınlar da başarabiliyor. Ama tersi geçerli değil. Kadınların, sadece cinsiyetleri yüzünden kendilerine binlerce yıldır uygulanan tüm baskı, işkence, tecavüz ve ateşte diri diri yakma zulümlere rağmen zihinlerinde hiç sönmeyen ateş, tabiatın onlara verdiği “her koşulda hayatı yeniden kurma enerjisi” ki, ben buna “Kız Neşesi Gücü” diyorum. Sadece kadınlara ait olan bu güç/enerji, aslında insanlığın tüm felaket ve yıkımlardan sonra devamını sağlayan yapıcı, kurucu kuvvettir. 21. yüzyıl her anlamda kadınların çağıdır. Kadınlar tıbbın, eczacılığın, tarımın, gıdanın, çocuk ve insan yetiştirmenin ilk kurucuları oldukları binlerce yıllık köklerine tamamen kavuşmak üzeredir.

Benim şansımsa, kendi anadilimde benden önce çok güçlü kadın yazarlar kuşağından sonra doğmak ve onları okuyarak büyümek, çeviri eserlerin bolluğunda yabancı iyi yazarları da okuma şansına sahip olmamdı. Benim şansım, Cumhuriyet Devrimi’yle kadınların Doğu’da kazandığı ilk ve en büyük insan haklarından sonra doğmam ve kadınların insan haklarına saygı duyan bir anne-babanın kızı olmamdır. Gerisi biraz da benim mücadeleme ve hayattaki tercihlerime bağlı diyebilirim. Bunu artık diyebilirim herhalde...

Kitaplarınız pek çok dile çevrildi. Başka ülkelerden okurların ilgisi nasıl? Bu bağlamda kendinizi farklı kültürlerle iletişimin neresinde görüyorsunuz? Böyle bir iletişim var mı? Türk edebiyatının dünya edebiyatındaki yerini değerlendirir misiniz?

Türk Edebiyatı, 20. yüzyıla oranla şimdilerde daha çok sayıda yazarımızla ve daha fazla dile çevriliyor. Bunda kişisel çabalar ve TEDA desteği kadar Orhan Pamuk’un dilimizin edebiyat ve felsefeye yatkın olduğunu dünyaya kabul ettirdiği Nobel Edebiyat Ödülü’nün de ciddi etkisi var. Bunu bizzat yurtdışı edebiyat etkinliklerinde görüyorum. Edebiyatımız uzun nazım (şiir) geçmişi ve zengin birikimiyle özgündür ancak dünya edebiyatında henüz bir Türk Edebiyatı etkisinden söz edilmiyor. Klasikleri ve modern eserleriyle bizim edebiyatımız, dünya edebiyatı içinde referanslarla anılacak, örneğin Kafkaesk, Joyce gibi, Melville gibi deyişlerle bir Tanpınar, Uşaklıgil, Gülten Akın, Nazım Hikmet çağrışımları başka dillere de yayılmadan, ancak şimdiki gibi yerel, bölgesel kalacaktır.

Benim romanlarım ve bir öykü koleksiyonum otuz yılda, çoğu kişisel ve çok çetin çabalarla 10 dile çevrildi. Bir “Türk Kadın Yazar”ın sadece “Orta-Doğulu Müslüman Kadın” kalıbına sokulduğu, içine yine kültürümüze ait olan Avrupa, Akdeniz, Balkan, Kafkas öğeleri kabul etmeyen Batı yayıncılığında kendi özgün sesimizi duyurmak hâlâ kolay değil ama mümkün.

Kitaplarım yurtdışında yayınlandığı ülkelerin bilinen, bazıları butik, saygın yayınevlerince basıldı. Hiçbir yabancı yayıncım, matbaadan bozma, korsan değildir, bunu özellikle belirtmek isterim. 30 yıldır uluslararası edebiyat festivallerine ülkemizi -bir anlamda- temsil ederek katılıyorum. Sanatta ve edebiyatta yerel çok önemlidir fakat yerelden evrensele giden yol konusunda hiç değilse yeni kuşak yazarların artık daha geniş vizyon sahibi olması gerektiğini düşünüyorum. Yabancı dil bilmek, klasikler kadar modern dünya/yabancı edebiyatı da takip etme konusunda yazarlarımızın hâlâ tutucu ve dar görüşlü davrandığını düşünüyorum. İstisnalar, hep tekil tabii.

Buket Uzuner son zamanlarda edebiyatı ne kadar izliyor? Eleştirdiği oluyor mu?

Yeni ve genç yazarları okumaya çalışıyorum. Dil gibi kültür de canlı, yenilenen ve gelişen bir olgudur. Yeni ve farklı olanı anlamaya çalışmayan insan, zamanın dışında kalır, çürür. Her yeni ve farklı olanı kabul etmek veya beğenmekten söz etmiyorum; anlamak çabasından bahsediyorum. Bizim kuşaklarda genç yazarlar, önce dergilerde yayımlanma mücadelesi ve aşaması yaşadığımız için, ilk kitabımız çıktığında edebiyat dünyasında hakkımızda bir bilgi oluşmuş olurdu. Şimdi bir gecede yazar olunabildiği gibi, sosyal medya fenomeni olarak da yayınlanma söz konusu; yani iyi yazarlar da bu kalabalıkta (!) kaybolma şanssızlığına uğrayabiliyor. Evet, okunacak kitap seçme işi hayli zor, fakat çok iyi yazarlar da var. İlk aklıma gelenler, Melisa Kesmez, Pelin Buzluk, Mahir Ünsal Eriş, Kemal Varol, Mehmet Said Aydın, Sema Kaygusuz, Şule Gürbüz, Ercan Y. Yılmaz.

Eleştirilerim hep aynı:

Ünlü ve zengin olmak için yazar olunmaz, olunmuyor da…

Tesadüfen yazar olunmaz, olunmuyor da…

Hiçbir şeyi ilk sen keşfetmiyorsun, Mevlâna, Shakespeare ile Cervantes her şeyi yazmış zaten.

Ustalarını anmadan yazar olamazsın.

Her iyi yazarı yazar yapan başka yazarlar, düşünür, şair ve sanatçılar vardır. Yoksa, zaten sen de olmamışsındır.

Çağdaşın yazarları küçümseme, oku, tanı.

 

Sevgili Berken, senin gibi iyi okur, iyi görür ve iyi yazar bir genç arkadaşımın hazırladığı derinlikli sorulara yanıt vermek bir zevkti. Teşekkür ederim.

 

Yakından izlediğim, çok değer verdiğim bir yazardan bunları duymak benim için bir onur. Kısıtlı vaktinizi DERGİ için ayırdınız, ben teşekkür ederim.