Haber resmi: İnsan yamyamlığı, Theodor de Bry'nin gravürü, 1593

Neden, nereden mi esti diyeyim, bu konuya girmem? Yahu insan yaşadıkça hep öğreniyor, üstelik bu öğrenilenlerin çoğu da inanılmaz şaşırtıyor. İşte bunu paylaşmak istedim sizinle, hani tabiri caizse bir yaşımıza daha girelim hep birlikte…
Önce kelime anlamına bir bakalım… Kelime İspanyol orijinli, Caribales, Canibales veya Carib de dedikleri ve yamyam oldukları bilinen bir batı Hint adaları kabilesinin adı. Dilimizde ise yamyam kelimesi Güney Sudan’da insan eti yediği rivayet edilen bir kavim Azandeler’in, “niam-niam” sözcüğünden alıntıdır demiş Nişanyan Sözlük...
Meğer biz insanlar ne yamyammışız! Yamyamlığın en eski örneği yaklaşık 800.000 yıl öncesine, Neandertaller’e kadar iniyor.
İlkel kabilelerde yamyamlık ritüel, kıtlıkta hayatta kalma, düşmana karşı bir üstünlük, kültürel kimlik, mitolojik veya sembolik yorumlamalar gibi karmaşık bir etkileşim sonucuydu. Ancak zaman içinde bunun insan sağlığı açısından olumsuz örnekleri görüldü.
Meselâ Papua Yeni Gine’deki Fore halkının, saygı ve sevgi göstergesi olarak ölen akrabalarının bedenlerini tüketerek endokannibalizm (iç yamyamlık) yapmaları sonucunda, bu adetlerinin öncelikle kadınları ve çocukları etkileyen “Kuru” hastalığının yayılmasına yol açtığı görüldü.
Hadi ilkel kabileleri ve psikopatik davranış bozukluklarını bir yana bırakalım, yamyamlık konusunda insanlık adına son derece rahatsızlık verici bir diğer gerçek hem de çok uzun zaman önce değil, Avrupalıların da bir çeşit yamyam olduklarıdır.


1571 Livonya Savaşı sırasında Litvanya'da yamyamlık (Alman plakası)

Avrupalıların mumyalara düşkünlüğü
Avrupalıların bir zamanlar mumyalara düşkünlüğü oldukça bilinen bir gerçektir. Bu furya, Napolyon’un Mısır’ı fethetmesiyle başlayarak, 19. yüzyılda Avrupa genelinde bir çılgınlık haline geldi. Heyecan verici bir gece geçirmek isteyen biri, halka açık alanlarda düzenlenen ve binlerce izleyici çeken bir mumya açma partisine katılabilirdi.


İzleyici çeken bir mumya açma partisi

Sanatçıların, mumyaları öğütüp “Mumya Kahverengisi” olarak bilinen bir boya tonu oluşturdukları da oldukça iyi bilinmektedir. Bu kahverengi tonu, karıştırmaya uygundu ve resimlerde renkli cam veya gölgeleri göstermekte çok başarılı sonuçlar vermekteydi.
Esasen Avrupalıların 12. yüzyıldan beri mumyalara olan eğilimi onların kemik, kan ve yağ da dahil olmak üzere insan etinin yutulup ilaç olarak kullanılabileceğine olan inancın yaygınlaşmasıydı. Bir bedenin kalıntılarının, o kişinin ruhunu içerdiğine inanılıyordu. Bu nedenle, insan bu kalıntıları yutarsa, o kişinin gücünü alacaktı. Rahipler, bilim insanları ve hatta kraliyet ailesi üyeleri, farklı mumya parçalarını öğütüp bal, çikolata veya alkolle karıştırıp bu karışımı içerlerdi. Bu uygulama 16. ve 17. yüzyıllarda Avrupa genelinde zirveye ulaştı. Başlangıçta, iç kanamayı durdurmak için parçalanırdı mumyalar. Kısa süre sonra diğer vücut parçaları da yutulmaya başlandı. İnsan kafatası toz haline getirilip baş rahatsızlıklarının tedavisine yardımcı olması için kullanıldı. Söz konusu kafatasının üzerinde yosun büyümesi ise ek bir avantajdı. Bu yosun (Usnea) da ezilir ve burun kanaması ile epilepsiyi tedavi ettiği düşünülürdü. Mısır ve Avrupa Yahudileri geniş çaplı mumya ticaretine girince, bu kez insan cesedi ticaretinin, bedenler kosher olmadığı için dinen caiz olup olmadığı sorunu ortaya çıktı.


Mısırlı mumya satıcısı,1875 


Bu konuyu tartışan haham otoritelerinin bazıları (hepsi olmasa da), mumyalama işleminde bitümen’e (Latince pixtu-men - fokurdayan zift) ham petrolden elde edilen, rengi koyu kahve ile siyah arası bir maddeye benzer bir madde kullanıldığı için caiz olduğu sonucuna vardı (Patai, 1964; Reichman, 1997).
Yutulanlar sadece eski mumya ürünleri değildi. İnsan yağı da, açık yaralar da dahil olmak üzere, dış cilt rahatsızlıklarının tedavisinde sıklıkla kullanıldı. Doğal olarak mumyalarda artık deri veya yağ kalmayınca, bu sefer bunlar yeni ölenlerden toplanmaya başlandı.
İnsan kanının da önemli bir çare olduğu düşünülüyordu. Yine, mumyalar artık herhangi bir vücut sıvısı içermediğinden, 16. yüzyılda çalışan ve kanın ait olduğu insanın “yaşam gücünü” içerdiğine inanan Paracelsus adlı İsviçreli bir doktor, taze kanı, kan hastalıklarını iyileştirmek için en iyi yöntem olarak kabul etmişti ve onun bazı takipçileri, canlı bir bedenden kan almayı bile öneriyordu (bugünkü kan nakli).
İnsanların mumya yemeyi, bir başka deyişle antropofajiyi (Yunanca antropos / insan – fagi / yemek) bırakmasının iki temel nedeni oldu. İlk olarak; insanlar bu uygulamayı iğrenç bulmaya ve sağlık açısından hiçbir faydası olmadığını fark etmeye başladılar. İkinci olarak da; zaten mumya ticareti de zayıflıyordu ve bu da insanların mumyalara ve cesetlere ulaşmasını çok daha zor hale getiriyordu.

Antropofajide sebep, davranışı haklı kılabilir mi?
1846-47 kışında Kaliforniya’ya giderken Sierra Nevada dağlarında yoğun kar yağışı nedeni ile mahsur kalan George Donner liderliğindeki Amerikalı öncü göçmen kafilelerinden bir grup, dondurucu soğuk ve yiyecek kaynaklarının tükenmesi sonucu, hayatta kalabilmek için vefat eden arkadaşlarının bedenlerini yemek zorunda kaldılar.

1846-47 kışında Sierra Nevada'da Donner kafilesinin mücadele eden üyelerini tasvir eden çizim

Bu çileli yolculuk 42 kişinin ölümüne, sadece 47 kişinin hayatta kalmasına neden oldu. Donner Kafilesi’nin trajik yolculuğu, bugün Kaliforniya’ya karadan göçün en büyük felaketi olarak anılıyor ve Donner Gölü ile Donner Geçidi onların adı ile anılıyor. Donner kafilesinin yamyamlığı, kamuoyu için dehşet vericiydi. Birçok kişi insan eti tüketme eylemini barbarca ve insanlık dışı olarak gördü. Ancak, koşullarının ayrıntıları ortaya çıktıkça, bazıları için çaresizliklerini ve hayatta kalma mücadelelerini trajik bir öyküye dönüştürdü. Kilise açısından da durum farklı olmadı. Artık ölmüş olan insanların bedenleri üzerinden ulaşılan, her şeyden kutsal yaşama hakkının, dinen mahzuru olabilir miydi ki? Olay yaşamla - ölüm seçimi arasındaki ahlaki karmaşıklığın uyarıcı bir öyküsü olarak tarihe geçti.

And Dağlarındaki yamyamlık felaketi
1972’de And Dağlarına çakılan Uruguay Hava Kuvvetlerine ait uçakta Santiago - Şili’ye uçan bir rugby takımı oyuncuları dahil 45 kişi vardı.


72 gün zorlu kış koşullarında hayatta kalmaya çalışan yolculardan sadece 14 kişi canlı kurtarıldı, onlar da ölen yolcuların bedenini yemek sayesinde hayatta kaldı. Olay yamyamlık ile hayatta kalma konusundaki etik ikilem ile insan dayanıklılığının limitleri ve ekstrem şartlarda ahlaki kararlar konusunda yine yoğun tartışmalara yol açtı, kitabı yazıldı, filmi yapıldı.

Medeniyet ve vahşet arasındaki sınır
İnsanı sadece hayatta kalmak, savaşta galibiyet veya dinsel ritüeller gibi yüce sayılabilecek duygular değil, çok daha yüzeysel, ama yine de üstünlük sağlayacak ebedi yaşam veya ebedi gençlik gibi güçlü arzular, hırslar da yoldan çıkarabilir. Özellikle de parası olanları. Para her kapıyı açar ya! Sorarım size kaç erkek, cinsel gücü arttırır dense yamyamlığı göze almaz?
Örneğin, 2010’lu yıllarda insanların ahlaki değerlerini sınayan, dünyayı kasıp kavurduysa da halen komplo teorisi olarak değerlendirilip doğruluğu ispatlanamayan “Adrenochrome Skandalı”...

Adrenochrome zenginlerin ölümsüzlük iksiri mi?

Her ne kadar tam anlamı ile anthropophagie kategorisinde olmasa da, aynı mumyalar üzerinden sağlık beklentilerini andıran ve insan bedeninin manipüle edilmesi, yetmedi zarar görmesi ile yarar sağlamaya giren Adrenochrome Skandalı, adrenalinin oksidasyonu ile üretilen bir kimyasal bileşik olan Adrenochrome adlı bir maddenin, sözde psikoaktif özellikleri nedeniyle, aşırı şiddet ve ölüm korkusu yaşatılarak öldürülen küçük çocuklardan elde edildiğini ve elitler tarafından eğlence veya uzun ömür amacıyla kullanıldığını iddia eden bir komplo teorisini ifade eder. Bu teori, medeni topluluklar arasında ilgi ile izlenmiş ve özellikle çocuk ticareti ve şeytani ritüelleri içeren çeşitli komplo teorileriyle yoğun bir şekilde ilişkilendirilmişse de doğruluğu ispatlanamamıştır denmektedir ….mı … acaba?
Kozmetik alanında yaşlanmayı önlediği iddia edilen “anti-aging” ürünlerinde yine muhtelif yollarla insandan elde edilen, ancak öğrenildiğinde geniş çapta itibarsızlaştırılan placental materyalin kullanıldığı da bilinmektedir.
Yeryüzündeki her canlının kendine has, DNA’larına işlenmiş belirgin özellikleri vardır. Siyahilerin cilt rengi gibi, uzak-doğuluların çekik gözleri gibi, menekşenin aslen renginin mor olması gibi, kedi cinsinin avcılık dürtüleri gibi... Bunlar baskın (dominant) hatlardır ve gerek insanlar gerekse dış etkenlerin sonucu yaşanan genetik mutasyonlarla resesif (çekinik) olabildikleri görülür. Kedilerin bugün artık fareden korkar olması, menekşelerde mor dışında onlarca renk elde edildiği, insan fizyolojisinin zaman içinde evrim göstermesi gibi... Buradan hareketle, insanın hayvandan türediği, ehlileştiği varsayıldığında, herhangi bir baskı sonucu, bu baskı doğal şartlar olabilir, sosyal gerginlikler, stres, kaygı, panik vs. sonucu, bu resesif hatlar yüzeye çıkarak onun aslına uygun davranmaya başlamasına yani acımasız, vicdansız, asabi, vahşi doğasına geri dönmesi ile yani insanın insana saldırması, insanın insanı yemesi ile sonuçlanır. İşte “Homo homini lupus” (İnsan insanın kurdudur) teriminin menşei…