KAPAK HİKÂYESİ – Dr. Necmi Sönmez*

Fotoğraflar: Teri Erbeş

SİBEL HORADA’yı işlerini sergilemeye başladığı ilk zamanlardan beri takip ediyor, özellikle Yangın Günlükleri (2012) isimli ilk kişisel sergisinden sonra onunla nasıl bir ortak çalışma içine girebilirim diye düşünüyordum. Gel zaman, git zaman Sibel ile yollarımız yerkürenin farklı kentlerinde, farklı projeler bağlamında kesişti. Bazen hiç tahmin etmediğimiz zamanlarda tesadüf eseri karşılaşsak bile, bu bir şekilde Sibel’in çalışmalarına gönderme yapıyordu. Taksim Maksemi’nin önündeki beklenmedik karşılaşmamız sırasında SAHA Stüdyo’da çalışan Sibel, adeta bir ipek böceği sabrıyla kendi kozasını örüp, video, performans, heykel, ebru gibi teknikleri bir araya getiren, ezber bozan bir yaklaşım içindeydi. Zamanla onun İstanbul’daki kişisel tecrübeleriyle benim Avrupa’daki kişisel tecrübelerimin kesişmesinden doğan ortaklıkların bizi yakınlaştırdığını fark ettim. İkimiz de bedelini ödeyerek tecrübe ettiğimiz bir şeyleri dönüştürmeye çalışıyorduk. Bu bir tercüme eylemini değil, köklü kimlik sorgulama süreçlerini gündeme getiriyordu. Farklı tarihlerde bir araya geldiğimizde, aynı sularda yüzmemizden kaynaklanan ortaklıklar sayesinde çok iyi anlaşır, şarap, nohutlu cips, el yapımı çikolata tutkularımız nedeniyle güzel zaman geçirirdik. Bu sayede geçen yıl Kunsthaus Göttingen’de geliştirdiğimiz proje, sevgili arkadaşımız Alper Aydın’ın da katılımıyla güzel bir ortaklığı derinleştirmemize yardımcı oldu.


Dr. Necmi Sönmez ve Sibel Horada, İstanbul Modern'de

Sibel ile son olarak İstanbul Modern’in açılış sergisinde yer alan çalışması nedeniyle buluştuk. Bu müze koleksiyonunda yer alan Orman isimli çalışmasından yola çıkarak, onun sanata olan yaklaşımının kılcal damarlarına doğru ilerleyen konuşmamızın ön planında Renzo Piano’nun mimarisi, arka planında fıkır fıkır kaynayan gündem yer alıyordu. Kendimize, dilimize hâkim olmak adına konuşmayı yazılı yaptık.

Çalışmalarında 2010’lardan itibaren heykel, fotoğraf, yerleştirme, video tekniklerini eş zamanlı olarak kullanarak özellikle ülkenin yazılmamış tarihine ait referanslardan yola çıkan bir anlatım tarzı geliştirdin. Bunda çocukluğunda, ilk gençliğinde ve eğitimin sırasında yaşadıklarının, tecrübelerinin etkisi var mı?
Tarihin bütün hikâyeyi anlatmadığını, yazılmamış bölümlerinin olduğunu erken yaşlarda fark etmem, dinî bir azınlık kültürünün içinde büyümem sayesinde oldu. Bazı şeyleri hatırlıyor, aktarıyor fakat konuşmuyor, konuşulduğunu duymuyor ya da tarih kitaplarında okumuyorduk. Bu beni ileriki yıllarda sessizlik üzerine düşünmeye, sessizliği duymanın alternatif yollarını üretmeye itti. Resmî tarih ve kimlik ilişkisinin psikolojik boyutuna ise, Amerika’da okuduğum yılların ürettiği özlem ve mesafe sayesinde ilgi duymaya başladım. Üniversitede aldığım bir derste, 1453 için “İstanbul’un Düşüşü” tabirini duymak beni şaşırtmamış olmasına rağmen (tarihin taraflı bir anlatı olduğunu elbette biliyordum) afallatmıştı. Şaşırmak ve afallamak arasındaki bu ufak sıçrayışı tebessümle hatırlıyorum. Şiddetin kimlik üzerinden meşrulaştırıldığı durumlarda ise kimlik kalıplarını özenle ve şefkatle sarsmanın önemine de bu yıllarda vakıf oldum.

İstanbul Modern’in açılış sergisinde gösterilen Orman isimli çalışman farklı okumalara olanak sağlayan çok katmanlı bir özelliğe sahip. Çeşitli işlerinde kullandığın malzeme ve teknikler ilk bakışta karşıt gibi gözükseler de, bellek ve belleğin sorgulanması üzerine yoğunlaşıyor. Görsel bir sanatçı olarak seni bu tür çalışmaya yönlendiren özellikler nelerdir?
Tek bir yöntemle çalışan bir sanatçı değilim. Yeni malzemelere ve teknik süreçlere olan ilgi ve merakım, işlerimin kavramsal altyapısıyla birlikte gelişiyor. Bazen bireysel ve paylaşılan bir duygu durumu tanımlayıp, bunu sanat üretiminin bilinçli ve bilinçsiz süreçlerinde dönüştürmeye çalışıyorum. Bu anlamda yeni bir malzeme ve mecrayla birlikte düşünmek, öngörmediğim olasılıklara meydan açıyor. Bazen bir simyacı gibi, kendimi maddenin belleğinden ve dönüşümünden bahsederken buluyorum.

Örneğin Orman ilk olarak 2017 yılında, Anayasa referandumu ve o dönem cereyan eden olaylar bağlamında ortaya çıkmış bir iş. Bu işi üretirken, ahşabın dış yüzeyini yakma işleminin, bir Japon ahşap koruma tekniği olmasından yola çıktım. Karbonize olmuş dış doku, ahşabı sadece zaman, hava koşulları ve böceklenmeye karşı değil, yangına karşı da koruyor ve çok daha uzun süre dayanmasını sağlıyor. Şiddetli bir süreçten geçen heykellerin bu deneyim sonunda güçlenmiş olmaları önemli. Ayrıca her bir heykel, budanmış dalların birleşmesinden oluşuyor. Birbirlerine iyi gelen, yama olan parçalardan oluşan bireyler, ortak deneyimlerinde bir araya gelerek bir topluluk oluşturuyorlar.


Yangın, yakma eylemi metaforik olarak her yöne doğru götürülebilecek açık uçlu çağrışımlar yapıyor. Bu konularla ilgilenmen
Yangın Günlükleri isimli çalışmanla başlamıştı diye hatırlıyorum. O zaman konu üzerindeki sessizliğin bir türlü aşılamadığı 1922 İzmir Yangını üzerinde gelişiyordu. Orman bu bağlamda sanki onun devamı gibi. İki çalışmanın sanki kader ortaklığı var değil mi?
Evet kesinlikle. Yangın Günlükleri’nde (2012), yangını radikal bir dönüşüm anı, şiddete dair bir imge ve yitip gitmenin, yitirmenin, bellekten silinmenin metaforu olarak konumluyordum. Bunun, bir yas sürecini aktive etme potansiyeli üzerine düşünüyordum. Orman’da ise direnç ve direniş fikirleri ortaya çıktı.

Bu iki çalışmayı ağıt olarak yorumlamak mümkün mü? Ağıtı dramatik açıdan değil, yaşananların kuşaktan kuşağa müzik, türkü, şarkı olarak aktarıldığı bir tür anıların unutulmasına karşı kolektif bilinç olarak ele almak gerektiğini düşünüyorum.
Neden olmasın? Müziğin insanları aynı duygu durumunda bir araya getirme gücünü de düşününce, bu iki çalışmayı ağıt olarak tanımlamayı ben de ilginç buldum. Yerleştirmeye eşlik eden yazılı bir anlatı da içeren Yangın Günlükleri’nin, tıpkı bir ağıt gibi, İzmir Yangını’nı aktarma ve bu topraklarda yaşanmamış olan yasını tetikleme ihtimali var. Orman ise izleyici özelinde, benzer duygulanımları davet edebilir. Melankoli’den farklı olarak yas’ın, yitip gidenin ardından nostaljik bir girdaba hapsolmaktansa, ilerlemeyi mümkün kılan bir yüzleşme, içselleştirme ve iyileşme süreci olduğunu düşünüyorum. Ağıtların büyüsü, tam da bu kapıyı aralama işlevleri olmalı.

Farklı dönemlerdeki konuşmalarımızda senin bahçeye, toprağa, doğaya karşı olan ilgini fark etmiştim. Doğal süreçlerdeki çözülme, erime ve toprağa karışma, yani yok olmadan varlığını koruma olgusu galiba Orman başta olmak üzere birçok çalışmanın da odağını oluşturuyor. Doğaya karşı olan bu tükenmez ilginin kökeninde ne var acaba?
Doğa, zamanın döngülerle, kendi üstüne katlana katlana ilerlediği, sürekli dönüşüm halinde olan bir yer ve belki bitkilerle, toprakla ve insan dışı canlılarla ilk etapta buradan, doğrusal zamanla bir türlü bağdaşmayan bir zaman deneyimi üzerinden ilişkileniyorum. Doğal malzemeyle birlikte düşünmeyi sanırım en çok bu sebeple seviyorum.


Sibel Horada, "Orman" isimli çalışması - İstanbul Modern

Bunun yanında doğaya karşı olan ilgim, yaşamla bir sanatçı olarak ilişki kurma biçimlerimin sonsuz olasılıklarını içeriyor. Hiç Var Olmamış Gibi (2010) adlı işimde yerinden edilmiş bir ağacı konu ve malzeme edinmiş; Bir İç Mekân Bahçesi’nde (2018) ise kompostlaşma yoluyla toprağın dönüştürme, çözülme ve dağılma süreçleri sonucunda yeni yaşamı beslemesi fikrini işlemiştim. Yassıada inşaatından etkilenen mercanların, DYKD (Deniz Yaşamını Koruma Derneği)’nin kurtarma projesi kapsamında Neandros’a taşınmalarını, Göç Dalgası (2019) adlı yerleştirmemde görünür kılmaya çalışmış, yok edilen ekosistemlerle yerinden edilen insan toplulukları arasında bir ilişki kurmuştum. Esasında doğal ve yapay malzeme ve süreçler arasında çok ayrım yapmadığımı da söyleyebilirim. Örneğin, Suyun Şekillendirdiği (2019-…) adlı heykel serisinde, malzeme olarak Burgazada’nın sahillerinde ailece ve arkadaşlarla çöp toplarken bulduğumuz strafor parçalarını kullanırken, dalgaların, güneşin, yer çekiminin ve kuşların da bu malzemeye doğal malzemeden farklı muamele etmediklerini fark ediyorum.

Ritüellere olan ilgin beni her zaman şaşırttı. Tesadüf eseri küçük kızın Lara’nın göbek bağını Burgazada’ya gömdüğün günkü konuşmamız beni şaşırtmış, aynı zamanda da mutlu etmişti. O zaman senin politik süreçlerle olduğu kadar ritüel dönüşümlerle de ilgilendiğini fark etmiştim. Acaba bu sayede zihinsel yorgunluklarını mı dinlendiriyorsun?
Neden şaşırdığını belli belirsiz tahmin edebiliyorum. Üniversite yıllarımda sanat yoluyla var olmayı seçmeseydim, hayatıma bir bilim insanı olarak devam edecektim. Aslında, işlerimde izini sürebileceğimiz somut gerçeklik arayışı, rasyonel düşünce ve olguların kaynağına dair sürdürdüğüm merak, bir çeşit bilimsel yaklaşım içeriyor. Ancak işlerimde git gide artan bir sıklıkta ritüeller, estetik deneyimin mümkün kıldığı zihinsel sıçrayışlar, yansıtma süreçleri ve kolektif deneyim olasılıkları da ortaya çıkıyor. Tam olarak anlamadığım bu sorun üzerine şunu da düşündüm: sağ ve sol beyin olarak tanımlanan yaklaşımlar arasında gidip gelmek, benim için iki ayakla yürümeye benziyor.

Biraz da güncel projelerini konuşalım mı? Galiba şu sıralarda Ankara’da bir litografi projesi için çalışıyorsun. Nasıl gidiyor?
Heyecanlı! Şu an bir litografi atölyesi olan Dou Print Studio’nun davetlisi olarak, Ela Atakan küratörlüğünde gerçekleşecek olan Türkiye Litho Günleri’nde sergilenecek bir iş üretmek için Ankara’dayım. Orijinal litografi, yani taş baskı, özel bir madenden çıkan kireç taşlarıyla yapılan bir baskı tekniği. Taşın yüzeyine direkt olarak, elle müdahale ederek yapıldığı için sanatçıların sevdiği ve hala kullandığı, üretken bir çoğaltma yöntemi. Ben buraya, bir fikir ve bir bavul dolusu sahilden toplanmış strafor parçasıyla geldim. Atölyede litografi tekniğini çok iyi bilen Doğu Gündoğdu ile birlikte çalışarak, strafor ve taşın iş birliğinden doğan, sınırlı sayıda çoğaltılacak bir baskı üretiyoruz. Çalışma sürecini belgeleyen Naz Önen ise, bu iki malzemenin, yani strafor ve taşın muhabbetine dair görsel kayıtlar tutuyor. Bu görüntüler Instagram’da @dou.printstudio hesabı üzerinden izlenebilecek. Kasım ayında, diğer davetli sanatçılar da çalışmalarını tamamladıktan sonra tüm baskılar ilk olarak, Ankara’daki Ka Atölye’de sergilenecek.


Sibel Horada
1980 yılında İstanbul’da doğdu. Lisans eğitimini ABD’de Brown Üniversitesi Görsel Sanatlar Bölümü’nde, yüksek lisansını ise Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi’nde tamamladı. Halen İstanbul’da yaşıyor ve çalışıyor.
Kentsel, arkeolojik ve ekolojik kültürlerle ilgilenen Sibel Horada, çalışmalarında kişisel ve kolektif olanın tarihine odaklanarak yok olmakta olanın belleğini tuhaf, rastlantısal örüntüler etrafında sorgular. Horada için bellek, kayıp olanın sadece hafızasını tutmak değil, onu süregelen bir biçimde yeniden üretmek ve dönüştürmektir.
Horada’nın işleri, Kunsthaus Göttingen, Mardin Bienali, Viyana’daki MAC müzesi, Depo, Ludwigsburg Kunstverein, Hannover Kunstverein, Port İzmir 3 İzmir Trienali ve Matadero Madrid gibi, yurt içi ve yurt dışında pek çok kurumda sergilendi.


* Dr. Necmi Sönmez, Düsseldorf’ta yaşıyor ve çalışmalarını bağımsız yazar, editör ve küratör olarak sürdürüyor. Tate, Staatliche Museen Berlin, Borusan Contemporary, Kiasma, Kunsthalle Deutsche Bank, Kunstmuseum Bochum, Sabancı Müzesi, Kunsthaus Göttingen, Stiftung Zollverein başta olmak üzere birçok uluslararası kurumla ortak projeler üretiyor.