YORUM

Ya ikinci ya da üçüncü sınıftaydım, sınıfta herkes sinemalara gelmiş olan muhteşem bir filmden bahsediyordu. Evde anne babamın da günlerdir “Batı Yakasının Hikayesi” filmine bilet bulmaya çalıştıklarını öğrenmiştim.
Bu film 1962 yılında 10 adet Oscar ödülünü almıştı. Aslında Shakespeare’in ölümsüz eseri Romeo & Juliet’in bir uyarlamasıydı. Büyüleyici sinematografisi kadar üzerine oturduğu o kocaman dram ile de her dönem gündemde olabilecek bir klasikten bahsediyorum.
1950’li yıllarda New York’un Batı yakasında iki gençlik çetesi arasında geçen bir mücadelenin ortasına düşen umutsuz ve kötü biten bir aşk öyküsünü anlatır. İki çeteden bir tanesi olan “Köpekbalıkları”, aileleri Amerika’ya henüz göç etmiş Porto Rikolu Hispanik gençlerce kurulmuştu. İsmi “Jetler” olan diğer çete de çoğu Polonya asıllı, ikinci ya da üçüncü nesil göçmen beyaz tenli gençlerden oluşmaktaydı.
Konu bugünün izleyicisi için de güncel. Bir aşk öyküsü üzerine kurulu. Porto Rikolu Maria ile Jetlerden biri olan Tony’nin aşkı filmi renklendiriyor ama arka planda dünyayı yüzyıllardır meşgul eden, uzun - sona ermez bir dramın 950’lerde New York’ta geçen bir sahnesini anlatıyor. Her şey; ülkeler, mekânlar, karakterler, çeteler vs. birer simge aslında. Filmdeki “Köpekbalıkları”, Amerika’daki yaşamla zor bir aşkı ve hırçın bir nefreti bir arada yaşıyorlar. Çoğu, belli ki yoksul ailelerin çocukları. Dünyanın herhangi bir yerinde yaşayan göçmen çocuklarından farklı değiller. Tutkuları, hırsları, öfkeleri ve aşklarından başka hiçbir şeyleri yok. Maria’nın şarkısında şöyle bir cümle var: “I have a love and it’s all that I have.”


I wanna be in America!
Filmin en meşhur şarkılarından biri “I wanna be in America”. Çok tempolu ve neşeli ancak trajik bir yarayı anlatıyor. Sözlerinde, göçmenlerin içlerindeki çelişkiler var. Size bir kısmını tercüme edeyim:
“... Ama Porto Riko borçlar içinde.
Orada bebekler ağlar insanlar didinir durur.
Artık Manhattan adasını seviyorum ve senin de beğendiğini biliyorum.
Amerika’da önce küçük bir para karşılığında krediyle her şeyi satın almak ne güzel
Artık kendi çamaşır makinem var benim
Amerika’da gökdelenler çiçek açıyor Cadillac’lar yarışıyor
Amerika’da sanayi patlaması var
Bir gün ben de balkonlu bir daire almayı planlayabiliyorum.”

Hepsi aynı düşünmüyor tabi. Kimisi bıkkın, bezgin konuşuyor ve aynı şarkıda şunları söylüyor:
Her şeyi alabilirsin tabi ama bize bir bakıyorlar ve iki kat fazla ücret istiyorlar
Ev istiyorsun ama şimdilik Amerika’da 12 kişi bir odada yaşıyoruz.
Çaldığımız kapılar yüzümüze çarpıyor
Bozuk aksanımızdan kurtulmamız gerekiyor
Hayat Amerika’da parlak eğer savaşabilirsen
Ve eğer Amerika’da beyazsan
Serbest tabi! Hizmetçilik yapmak ayakkabıları parlatmak serbest.
Bunlar için özgürsün.
Ben Porto Riko’ya geri döneceğim.”


Dans eden kadınlar şarkıyı şöyle noktalıyorlar:
Ben Amerika’da olmak istiyorum
Benim için Amerika ‘Okey’
Senin binebileceğin bir gemi biliyorum
Güle güle! Güle güle!

Öykünün bugününü irdelemeden önce dilerseniz 1961 yılındaki çekimden ilginç notlara bakalım;
* Film kutuplaşmayı pek çok simge ile vurgulamış. Çekim sırasında Köpekbalığı çetesi üyeleri, çekim boyunca tonlarca makyaj malzemesiyle esmerleştirildiler.
* Psikologların önerileri üzerine karşıt çetelerin üyelerini oynayan figüran ve artistler çekimler boyunca ayrı odalarda bekletildiler. Aralarında gelişen “Çete ruhu”nun bu şekilde filme yansıması sağlandı.
* Filmde görünenin aksine, başrol oyuncuları olan tutku dolu Tony’i oynayan Richard Beymer ile Maria’yı oynayan Natalie Wood aslında birbirlerinden hiç hazzetmediler, çekimler boyunca çekiştiler ve birbirlerinden uzak durdular.
* Filmi ilk tasarlayan ekip, öyküyü önce göçmen Yahudi ve İrlandalı gençlerin üzerine giydirmeyi düşünmüştü. Maria’nın Yahudi, Tony’nin de Katolik olmasını tasarlamışlardı. Sonra çok eski bir yarayı kaşımakta olduklarını fark ettiler ve bu fikirlerini değiştirdiler. Bana göre bu sonuca varmaları doğaldı çünkü filmi yapanların hemen hepsi Yahudi’ydi.
* Film, sanki “bu öykü çok çok eski bir öyküdür” dercesine şofar’ın Tekiah tınısını andıran bir ezgiyle başlatıldı. “Şofar” Yahudi bayramlarında öttürülen, boynuzdan yapılma bir çalgıdır. Uyanış ve öze dönüşü simgeler. Cemaati odaklanmaya, düşünmeye, günahlarıyla yüzleşmeye çağırır.

Öykü çok tanıdık
Filmde anlatılan Amerika -bugün için- göç alan bütün Batı ülkeleri ve hatta Türkiye’dir. Bugün de geçmişte olduğu gibi birileri daha iyi bir yaşam ümidiyle - filmde dendiği gibi “Somewhere there’s a place for us. A time and place for us” diyerek göç ediyorlar.
Ve yeni ülkelerine taşıdıkları kültürlerini, inançlarını, geleneklerini, değerlerini, dillerini, renklerini, tınılarını, giyim zevklerini, lezzetlerini -ve en önemlisi- kendi yaşam üsluplarını, yani kadın-erkek-aile ilişki tarzlarını, çocuklarını eğitme usullerini korumak istiyorlar. Ve yadırganıyorlar, sömürülüyorlar, hor görülüyorlar ve sonunda özelliklerini korumayı ya tam anlamıyla başaramıyorlar ya da bir süre sonra katılaşıp içlerine kapanıyorlar.

Ailelerini geçindirebilmek için çalışmaya soyunan erkeklerin çoğu olağanüstü çabalamak, itilip kakılmak ve pek çok şeye katlanmak zorunda kalıyorlar. Yetersizliklerin yüze vurulduğu bir dünyadalar artık. Bir yandan da büyük kısmı kendi kültürlerinde erkek cinsini öne çıkaran öğretilerin / geleneklerin Batıda geçersiz olabileceğini hissediyorlar ve bundan huzursuzlar. Öğrendikleri değerleri, bağlı oldukları toplumsal hiyerarşileri sadece yerleşikler için değil, kendi yeni ülkede doğan çocukları için bile anlamsız. Onların -bilhassa kızların- geleneklerini / yaşam şekillerini unutmalarından korkuyorlar. Filmde biri “The world’s a tuxedo and I’m a pair of brown shoes” diyor. Anlamı “Dünya siyah bir smokin gibi ve ben bir çift kahverengi ayakkabı gibiyim.”
Öte yandan, müzikaldeki yeni Amerikalı genç kadınlar ve kız çocukları, geldikleri ülkelerdeki gibi ezilmeyi reddediyorlar. Gelecekleri, doğacak çocukları için daha umutlular. Şu şarkının sözleri sanki yeni ülkelerinde hissettiklerini anlatıyor: “I feel pretty, oh so pretty, I feel pretty and witty and bright!” (Kendimi güzel hissediyorum, ah öyle güzel ki, kendimi güzel, esprili ve parlak hissediyorum!)”

Peki ya yerleşikler? Onlar ne düşünüyorlar?
Filmde -ve bugün- servetlerini, gelirlerini, alışkanlıklarını, kültürlerini, yaşam tarzlarını ve daha da ötesi çocuklarını (bilhassa kızlarını) tehdit altında gören yerleşikler de var. Onlar da öfkeliler. Soğuk kanlıklarını kaybedecek kadar korkuyorlar aslında.
Asıl trajedi o ki, göçmen alan ülkeler, giderek nesiller boyunca büyük bedeller ödeyerek yerleştirmiş oldukları hukuk normlarının dışına taşan tepkiler veriyorlar. Irkçılık, yabancı düşmanlığı (hatta faşizm ve benzer ideolojiler) alan buluyor. Ve sonunda da ülkelerde yerleşik çoğunluklar, filmdeki Jet çetesinin sloganına sarılıyorlar: “When you’re a Jet, you’re a Jet all the way, from your first cigarette to your last dying day.” Demek istedikleri şu: “Siz göçmenler bizi değiştiremeyeceksiniz.”
Açıkçası, onları da anlamamak -bir yere kadar- mümkün değil.

Bu öykü nasıl bitecek?
Müzikalin sonunda sevgilisini de kardeşini de kaybeden Maria, eline geçirdiği silahı herkese birden doğrultur ve şu sözleri fısıldar: “Onları hepiniz birlikte öldürdünüz. Silahla değil, kurşunlarla değil nefretle öldürdünüz. Ben de hepinizi öldürebilirim artık çünkü ben de nefret doluyum.”
Sonunda Maria silahı bırakır.
Peki, 60 yıl sonra, bu gerçek sahnede bugün yaşamakta olduğumuz öyküler nasıl bitecekler?
Kutuplaşmalara, nefrete ve her yerde yaşanan benzer trajedilere rağmen sonunda silah bırakılacak mı?
Bu sorunun yanıtı da müzikalin dillerden düşmeyen şarkılarından birinin son sözlerinde gizli olabilir: “Somehow - Some day - Somewhere!” Ancak, bu konuda zaman çok yavaş ilerliyor. 1950’lerde, hatta daha da önceleri, Batıya göç etmiş olan Doğuluların çocukları, bugün bile dışlanıyorlar çünkü aralarında halen sistemle uzlaşamayanlar var.
Erich Maria Remarqe’in büyük eserinin isminde olduğu gibi:
“Batı cephesinde değişen bir şey yok.”
“Batı yakası” halen “Batı yakası”.