Tarih 3 Eylül 1939. Adolf Hitler’in Polonya’yı işgalinden sonra Britanya Başbakanı Chamberlain Almanya’ya savaş ilan etmiştir. Nazilerin kontrolü altında olan Viyana’dan ailesiyle birlikte Londra’ya kaçmış olan Sigmund Freud, tam da savaşın ilan edildiği gün, genç yazar C.S. Lewis’i evine davet eder. 83 yaşındaki Freud ile Lewis’in o gün tartışacakları konu din ve ateizmdir. Aralık 2023’te vizyona giren “Freud’un Son Seansı” isimli film bu tartışmayı konu eder. Lewis’in gerçekten de o tarihte Freud’u ziyaret ettiğine dair bir kanıt olmasa da Freud’un o dönemde Oxford’lu genç bir adamı evine davet ettiği biliniyor. Filmin odağında, gerçekte ne olduğundan çok, C.S. Lewis’in savunduğu Hristiyanlık ile Freud’un savunduğu katı ateizmin farazi bir tartışması vardır. Anthony Hopkins’in canlandırdığı yaşlı Freud ile Matthew Goode’un canlandırdığı C.S. Lewis’in arasında geçen hayal ürünü düello, yirminci yüzyılın iki dahi düşünürünün fikirlerini çok daha yakından tanımamıza yardımcı oluyor. Filmi izlemenizi önermekle beraber, bu yazımda hem Freud’un son günlerini hem de savunduğu ateizmi detaylı incelemek istiyorum.


Filmden bir sahne, Sigmund Freud (Anthony Hopkins) ve C.S. Lewis (Matthew Goode)


“İnsanlığa iki kelimem var: Büyü artık!”
Öncelikle, filmde tasvir edilen Freud’u tarihsel bağlamına yerleştirelim. 1933 yılında Nazi Almanya’sı Freud’un kitaplarını yakmıştı, çünkü onlara göre psikanaliz “yalancı Yahudi bilimi” idi. Freud ise bu olaya, “Ne kadar da ilerleme kaydettik, Orta Çağ’da beni yakarlardı, şimdi kitaplarımı yakmakla yetiniyorlar” diyerek alaycı bir yorum yapmıştı. Fakat 13 Mart 1938’de Hitler’in ordusu Avusturya sınırından geçtiğinde ve halk tarafından Nazi selamları, Nazi bayrakları ve çiçeklerle karşılandığında Freud günlüğüne, bunun “Avusturya’nın sonu” olduğunu yazmıştı. Birkaç gün içerisinde Freud’un evi ve yayınevine baskın düzenlenmişti ve kızı Anna Freud, Gestapo tarafından tutuklanıp sorgulanmıştı. Tüm Viyana’da Yahudiler topluca tutuklanıyorlardı, dükkânları yağmalanıyordu, dövülüyorlar ve hatta öldürülüyorlardı. Birkaç hafta sonra, etrafındakilerinin de iknaları sonucu 82 yaşındaki Freud, eşi, kızı ve torunları ile Paris üzerinden Londra’ya kaçmaya karar verdi. Kaçmasına yardımcı olmak için Freud’un birçok takipçisi seferber oldu, kaçışı için para sağladılar ve bağlantılarıyla izinler çıkarttılar. Sonunda Freud Londra’nın kuzeyinde, filmde gösterilen evine yerleşti. Fakat Freud kız kardeşlerini yanında getiremedi ve kardeşleri kamplarda öldürüldüler.


Anthony Hopkins - Sigmund-Freud


Sürgündeki Freud, Londra’ya yerleştiğinde filmde de gördüğümüz üzere yıllarca içtiği puroların yol açtığı ağız kanserinden dolayı acı çekmektedir. Freud, filmin geçtiği 3 Eylül gününden 20 gün sonra 23 Eylül 1939’da ölmüştür. Sancılarının en kötüleştiği son günlerinde, doktoru ve aynı zamanda onun gibi mülteci olan Max Schur’a hastalığının son evrelerini daha önce tartıştıklarını şu sözlerle hatırlatır: “Schur, beni zor durumda bırakmamak için yaptığımız anlaşmayı hatırlıyorsun. Şu an bu sadece bir işkence ve hiçbir anlamı yok.” Schur bu anlaşmayı unutmadığını söylediğinde ise Freud, “Bu konuyu Anna ile konuş, eğer o da doğru olduğunu düşünüyorsa, o zaman sona erdir” der. Anna Freud babasının ölümünü ertelemek istese de Schur onu ikna eder ve Freud’un ölümüne yol açan morfini verir.

Filmde gösterilen hayali tartışmada, Freud’un zihninde din olduğu kadar ölüm, hatta kendi ölümü vardır. Filmde Freud dini, insanlığın ölüm korkusuna karşı geliştirdiği “çocuksu bir fantezi” olarak tanımlar. “Din, dünyayı anaokuluna dönüştürmüştür” der ve sonra da ekler, “İnsanlığa iki kelimem var: Büyü artık!”

Filmde karşılaştırılan iki temel fikir C.S. Lewis’in temsil ettiği Tanrı’nın var olduğu fikri ve Freud’un temsil ettiği dinin bir tür nevroz olduğu fikridir. Filmde aktarılanların ötesinde, Freud’un gerçek hayatında dine bakış açısını daha detaylı inceleyelim. Freud Aşkenaz bir aileye doğmuştu ve çocukluğu Tevrat’taki hikâyelerle şekillenmişti. Fakat hayatı boyunca kendini “kültürel olarak Yahudi” bir ateist olarak gördü. Örneğin, Totem ve Tabu kitabının İbranice çevirisinin önsözünde kendisini “Babalarının dininden ve tüm dinlerden tamamen yabancılaşmış, ama özünde bir Yahudi olan” bir yazar olarak tanımlar.


Can Sabaner, Freud’un filmde de gösterilen Londra’daki evinde


Aslına bakarsak Freud’un ateizmini, kendi çağının bir ürünü olarak değerlendirebiliriz. Freud’un içine doğduğu 19. yüzyıl, rasyonalizmin ve pozitivizmin zirvede olduğu bir dönemdi. Kısaca tanımlamak gerekirse, rasyonalizm “bilginin ana kaynağı olarak akla” inanır ve hakikatin sadece akıl yoluyla anlaşılabileceğini savunur. Benzer bir biçimde pozitivizm, doğru bilgiye sadece akıl ve mantık yoluyla ulaşılabileceğini savunur ve sezgi ya da inanç gibi diğer bilgi kaynaklarını reddeder. O dönemin rasyonalist düşünürleri Tanrı’ya dair akla dayalı somut bir kanıt olmadığını ve dünyanın Charles Darwin’in de öne sürdüğü gibi Evrim Teorisi tarafından şekillendiğini düşünüyordu.

Freud, ateizmini rasyonalizme dayandırmakla beraber aynı zamanda dinlerin varlığını çeşitli psikolojik ihtiyaçlarla açıklıyordu. Örneğin, 1913’de yayınlanan Totem ve Tabu ve ölümünden kısa bir süre önce 1939’da yayınlanan Musa ve Tektanrıcılık kitaplarında tek tanrılı dinlerin ilkel toplumları hem soyut düşünmeye hem de medeniyetin otoritesine boyun eğmeye hazırladığını savunuyordu. 1930’da yayınlanan Uygarlığın Huzursuzluğu kitabı ise, bence Freud’un dine karşı hissettiği hoşnutsuzluğu en somut şekilde aktardığı kitabıdır. Bu kitabında dinin “bebeklikteki çaresizlik ve onun doğurduğu baba özleminden” türetilen bir “yanılsama” olduğunu söyler. Freud’un dinleri, kitabın ikinci bölümünün başında “bir yandan bu dünyanın bilmecelerini imrenilecek bir eksiksizlikle anlaşılır kılarken bir yandan da ona şefkatli bir inayetin yaşamına göz kulak olacağı, ters giden bir şey olursa bunun öteki dünyada telafin edileceği teminatını veren öğretiler ve vaatler sistemi” olarak tanımlar. Sonrasında da şöyle devam eder, “Sıradan insan, kafasında bu inayeti iyice yüceleştirilmiş bir baba kişiliğinden başka bir şekilde canlandıramaz. Yalnızca böyle bir varlık insan evlatlarının gereksinimlerini bilebilir, onların ricalarıyla yumuşatılıp, pişmanlık gösteren tavırlarıyla yatıştırılabilir. Bütün bunlar açıkça o denli çocuksu, o denli gerçekdışıdır ki, fanilerin büyük çoğunluğunun yaşamın bu şekilde yorumlanışını asla aşamayacağını düşünmek insansever bir ruhu acıya boğar.” Bu pasajda Freud’un katılığını, alaycılığını ve hatta belki de kibrini rahatça görebilmekteyiz.

Filmde Anthony Hopkins Freud’un bu tavrını ustaca canlandırmıştır. Freud’un kitabında yazdıklarını Anthony Hopkins’in mimikleriyle zihnimizde canlandırmak hiç de zor değildir.

“Freud’un Son Seansı” filmi, sadece iki büyük düşünürün entelektüel düellosunu sunmakla kalmaz, aynı zamanda Freud'un hayatının son evrelerinde bile akılcı ve bilimsel duruşunu koruduğunu, insanlığa dair görüşlerinin ne denli katı ve keskin olduğunu gözler önüne serer. Freud’un dini eleştirileri, onun psikanalitik teorilerine ve dünya görüşüne dair önemli ipuçları sunar. Bu film ve Freud'un son günlerine dair detaylı bir inceleme, onun mirasını ve düşünce dünyasını anlamamız açısından büyük bir değer taşır. Görebildiğimiz üzere Freud’un ömrü boyunca savunduğu rasyonalizm ve ateizm, onun mirasında silinmez izler bırakmış ve onu 20. yüzyılın devlerinden biri haline getirmiştir.