Haber Fotoğrafı: Zürafa boyunlu Karen kadınları


Dünya, içerisinde her türlü rengi, geleneği, canlıyı, inancı ve insanı barındıran koca bir gezegen... Her varlık dünyaya gözlerini açar fakat farklı bir yaşama uyanır. Değişik toplumlar… Her birinin kendine has bir yaşamı ve hikâyesi var. Sayısız hikâyenin taşıyıcısı olan insanı keşfe çıkarken… Geçen zaman içerisinde gezilerimde Batı dünyasının modernitesine sığmayan birey ve toplum görüntülerinin zihnime nakşolduğunu keşfediyorum. Okurumu deneyim dünyama buyur ediyor, tanıklıklarımdan birkaçını paylaşıyorum.

Zürafa boyunlu Karen kadınları
Karen kadınlarına ilk kez Güneydoğu Asya’nın Venedik’i addedilen, İnle Gölü’nde rastlamıştım. Ana vatanları Myanmar (Burma) olan uzun boyunlu kadınlara inanmaz bir şaşkınlıkla baka kalmıştım. Daha sonra onlara bir kez daha Tayland’ın kuzeyinde, Chiang Mai’da, Chiang Rai’ya doğru aldığım günü birlik bir tekne turu esnasında ziyaret ettiğim bir mülteci kampında tanık olmuştum. Minicik köylerde mülteciydiler çünkü 1980’lerden sonra Myanmar’daki etnik ve politik çatışmalarda birçok Karen topraklarını terk etmiş, komşu ülkeye sığınmıştı.

Karen’lerin kolu olan Padong kadınları, boyunlarına taktıkları pirinç halkalarla tanınıyor ve “Uzun Boyunlu Karenler” veya “Zürafa Kadınlar” olarak anılıyor. Neden mi bu 5 yaşında başlayarak sayıları seneler içinde artan pirinç halkalar? Efsanelerine göre, bir kaplan saldırısında ölümcül yaralar almamak için… Köle tacirlerinin elinden kurtulmak amacıyla… Bir de tabii servet, güzellik göstergesi olarak… Boyunlarını uzatmaktan ziyade göğüs kafesini sıkıştırarak köprücük kemiklerini aşağı doğru iten halkalarla ilgi çeken Padong kadınları tezgâhları başında dokumacılıkta usta. Erkekleri de balıkçılık ve tarımla ilgililer. İnle Gölü’nde uyguladıkları avlanma sistemi de gözlerimin tanıştığı bir “ilk” oldu. El yapımı teknelerle (daha doğrusu sallar ile) ve özel kafes ağlarıyla avlanma biçimleri, bana yaşamın gelgitlerinde geleneklerinin sığınağında denge bulmuş bir insan topluluğu duygusu vermişti.

Mursi’ler göçer bir kabile
Dünyanın her yerinde olduğu gibi, ilk insanın keşfedildiği kıta Afrika kırsalında da medeniyetin kuruluş yerini bir su kaynağı belirlemiş. Afrika’nın can damarı Nil’in kaynak kollarından olan Omo Nehri boyunca yüzyıllarca geleneklerini koruyan kabileler sıralanmakta. Güneydoğu Etiyopya’nın Omo Vadisi’nde, Jinka kentindeki ulusal parkta yaşayan, sayısız kabilenin arasında en popüler olanı sanırım göçer kabile Mursi’ler. Sekiz-on bin kadar kişiler. Onları farklı kılan, kızların-kadınların dudaklarında bulunan tabak veya plaklar…

15-16 yaşından itibaren genç kızların dudaklarına bir delik açılıyor ve o deliğe bir tabak yerleştiriliyor. Tabak ne kadar büyükse kadının değeri o kadar çok! Tabaklar kil veya ahşap, üstelik ne kadar büyükse başlık parası o kadar fazla! Bu yetmezmişçesine kabilenin kadınları güzel görünmek adına vücutlarına akasya ağacının dikeniyle kesikler atıyor ve yaranın içini külle dolduruyorlar. Böylece kesiğin şişmesini sağlamış oluyorlar. Çeşitli işlemlerle yaranın şiş kalıp iyileşmemesini sağlıyorlar. Bu izler onlar için adeta güzelliğin sembolü bir süs. Belki de bu özenin ilhamı, yaşadıkları su kenarlarındaki timsahlardan alınmış. Hedeflenen hep alımlılık, güzellik. Tarım ve hayvancılıkla geçimlerini sağlayan erkekler de aynı sebeplerle kireç veya beyaz boya ile yüzlerini, bedenlerini desenlerle süslüyor. Onca güzellik arayışı içinde eşler birbirine nasıl mı kavuşuyor? Aynı kızı isteyen iki erkek ellerinde sopalarla (“Donga”) karşı karşıya geliyor, dövüşü kazanan erkek kadınlar arasından seçtiği kadınla evleniyor.

Mistik Sadhu’ların Nirvana yolculuğu
İnsan yaşamlarını izlemek arzusunu her daim kalbimde taşırken… Yıllar öncesindeki ilk Hindistan - Nepal seferimden itibaren dikkatimi en çok çeken, ilginç görünümleriyle Sadhu’lar idi. Onlar evlerini, ailelerini, sahip oldukları tüm maddiyatı terk edip mağaralarda, ormanlarda veya tapınaklarda yaşamlarını ibadet ederek sürdürüyorlar.

Hindistan’da nüfusları 4 milyon kadar olduğu söylenen Sadhu’lar Turuncu kıyafetleri ile hemen göze çarpıyorlar. Alınlarında renkli boyalarla yapılmış farklı şekiller, bazısının bedeni külle boyanmış. Hinduizm’de ölüler yakıldığından, Sadhu’lar vücutlarını boyadıkları bu külleri, yakılan ölülerin küllerinden alıyorlar. Bu, Nirvana’ya ulaşacakları yolda ölümü aştıkları anlamını taşıyor.
Sadhu olmak çok zorlu bir süreç. Önce bir “guru”nun hizmetine girmek gerek: Temizlik… yemek pişirmek gibi sayısız hizmet. Zorlu ibadetlere adanmış dönemler yaşanıyor. Sadhu’lar uzun saçlılar – bütün vücut kıllarını uzatıyorlar. Bazıları genellikle yarı çıplaklar. Çıplaklık doğum anına bir gönderme ifadesi taşıyor.
Varanassi’de bir Sadhu’nun güne başlama ritüeli Ganj sularında sayısız kadın-erkekle beraber arınmak… Günün gerisi dua ve meditasyon. Dualarına katkıda bulunması adına marihuana veya haşhaş içebiliyorlar. Lakin alkol yasak!

Her Sadhu’nun amacı özgürleşmek, yani Nirvana’ya ulaşmak. ‘Reenkarnasyon’dan, yani yeniden doğma sarmalından kurtulmak. Kısacası, Sadhu’lara göre Hinduizm’de her yaşam ve her doğum esnasında yaşanan kötülükler, hastalıklar, acılar kişiyle birlikte yeniden doğuyor. Bu döngü ancak “kurtuluş” anlamını taşıyan Nirvana’ya ulaşılınca duruyor.

Kâfiristan’da yaşayan Kalaşlar
Pakistan’da Kalaş Vadisi’ndeki Kâfiristan, adını bir zamanlar yerel olarak gelişmiş birikimlerle karışık antik Hinduizm’in farklı bir biçimini takip eden kalıcı kâfir (gayrimüslim) Nuristan’lılardan almış; böylece çevredeki Sünni Müslüman nüfusun çoğunluğu tarafından “dinsizler” anlamına gelen kâfirler olarak biliniyorlardı. Farklı bir kültüre, dile ve dine sahip, son derece bağımsız bir halk olan Kalaş halkıyla yakından ilişkilidirler. Afganistan’ın 34 vilayetinden biri olan modern Nuristan’dan Keşmir’e kadar uzanan bölge, uzun bir süre boyunca İslamlaşan ve sonunda Müslüman olmalarına yol açan bir dizi “Kâfir” kültürü ve Hint-Avrupa dillerini içeren geniş bir alan olan “Peristan” olarak biliniyordu. Bölge daha önce geçici olarak okuryazarlığı ve devlet yönetimini dağlara getiren Budist devletlerle çevrelenmişti. Budizm’in düşüşü bölgeyi büyük ölçüde izole etmişti. Böylece, 16. yüzyılda tamamen Müslüman devletlerle çevrili oldu.

Kâfiristan, Farsçada “kâfirlerin ülkesi” olarak anılır. Kâfir kelimesi, “herhangi bir nitelikteki bir ilkeyi kabul etmeyi reddeden ve mecazi olarak İslam’ı kendi inancı olarak kabul etmeyi reddeden bir kişi” anlamına gelir; İngilizceye genellikle “inançsız” olarak çevrilir. Kâfiristan’da, 1895-1896’da İslam’a dönüşmeden önce bir tür antik Hinduizm’i takip eden insanlar yaşıyordu.
Giysi ve gelenekleriyle Pakistanlılardan farklı olan ve Büyük İskender’in kayıp askerlerinin ailelerinden olan Kalaş’ların sadece müze ve evlerini, mezarlıklarını gezecek, şaraplarını tadacakken gezimizin büyük sürprizi, onların geleneksel festivallerine rast gelmek oldu. Yediden yetmişe bütün çevre yerleşimlerinden, daha doğrusu yaşam sürdürdükleri üç vadiden gelen Kalaş halkının sergilediği manzara etkileyiciydi. Yerel danslar, özçekimler, sohbetlerle dopdolu. Çoğu İspanyol, İtalyan, Fransız turistle izlediğimiz bu etkinlikten kopup ayrılmak çok zor oldu…