Fotoğraflar: Teri Erbeş
Çok çalışkan, gayretli, hedefine yönelik hareketli birisini gördüğümüzde, “atom karınca gibi” deriz. Roysi Eskenazi için ise bu deyim az bile kalır. Doğrusunu isterseniz kendisini anlatmaya nereden başlayacağımı bilemedim, gitmiş olduğu okullardan aldığı derecelerden mi, sosyal ve gönüllülük çalışmaları tarafından mı, katkıda bulunduğu araştırmalarından, öğrendiği dillerinden almaya devam ettiği eğitimlerinden mi yoksa bütün bunları yaparken hayat zihin beden dengesini kurma pratiklerinden mi...
Başarı basamaklarını sessiz sessiz ve gayet mütevazi bir şekilde çıkarken etrafındaki insanlara da yeni bir şeyler katmayı hayat amacı edinmiş Roysi Eskenazi’yi bütün bu yoğunluğu arasında İstanbul’da yakaladık. Her yaştan okuyucuyu etkileyecek eğitim hayatını, iş hayatına yapmak istediği katkılarını, bitmek bilmeyen öğrenme isteğini bizzat kendisinden dinledik. Columbia Üniversitesi’ni 4.0 not ortalamasıyla bitirdikten sonra New York’ta bir start up projesinde çalışan Roysi’nin ismini zihinlerinize not edin. Study in America’nın gerçekleştirdiği incelemenin sonucunda belli kriterlere göre 2019 senesinde mezun olmuş en başarılı 25 öğrenci arasına giren Roysi’yi yakın gelecekte en başarılı iş kadınları arasında görürseniz hiç şaşırmayın.
Sevgili Roysi öncelikle kendini tanıtır mısın?
İstanbul’da doğup büyüdüm. Saint Joseph Fransız Lisesi’ni ikincilikle bitirdikten sonra Fransa’ya taşındım. Menton isimli küçük bir kasabada, SciencesPo’da Orta Doğu Tarihi ve Politikası okudum ve ilk lisans diplomamı aldıktan sonra eğitimime New York’taki Columbia Üniversitesi’nde Psikoloji ve İşletme bölümlerinde devam ettim. Böylece iki lisans diplomasıyla mezun oldum. Columbia’da okurken, birçok ünlü sosyal psikoloji profesörüyle karar verme ve mimari alanlarında araştırma yapma fırsatım oldu ve bu alana olan ilgim hala büyük bir tutkuyla devam ediyor.
Mezuniyetimden beri, New York’ta Correlation One adlı bir eğitim teknolojisi start-up’ında çalışıyorum. Aynı zamanda New York’ta yoga eğitmenliği ve son zamanlarda meditasyon temelli yaşam koçluğu üzerine çalışmalar yapıyorum. Boş vakitlerimde yoga yapmayı, yeni tarifler geliştirip yemek yapmayı, yeni yerler keşfetmeyi ve gitar çalmayı seviyorum. Şu anda New York’ta yaşıyorum ve ailemle vakit geçirmek için sık sık İstanbul’a geliyorum.
İnanılmaz sayıda ve çeşitlilikte eğitim almışsın ve almaya devam ediyorsun. Bu eğitimlerinin sana kariyer seçiminde nasıl bir katkısı oldu?
Aslında, kendimi sadece eğitim hayatım ve yaptıklarım üzerinden tanımlamak istemiyorum, çünkü bu, benim önceliklerim hakkında yanlış bir izlenim yaratabilir. Benim için başarı, en iyi işte çalışmak ya da prestijli okullarda okumaktan çok, kendimi tanımak, anlamak, dinlemek ve gerçekten mutlu, huzurlu hissetmekle alakalı. İnsan mutlu değilse gerçek bir başarı olamayacağına inanıyorum. Hep bir arayış içindeyim ve bu süreçte fark ettim ki, öğrenmeye ve her zaman öğrenci kalmaya açık olmak bana huzur veriyor.
Bana göre, bu tür bir arayış genellikle bir rahatsızlık ya da zorlukla başlıyor. Benim ilk eğitimlerim de sıkça duyduğum ve değiştirmem gerektiğini düşündüğüm bir özelliğimden dolayı başladı. Çok duygusal bir insanım ve şimdi biliyorum ki beni ben yapan en güçlü yanlarımdan biri. Fakat önceleri hem iş hem de özel hayatımda, duygusallığın bir zayıflık olarak algılandığını ve başarılı olmak için duygularımı bastırmam gerektiğini duydum. Ben de “Nasıl daha güçlü olabilirim?” sorusunu sormaya başladım ve bu beni New York’taki Nalanda Enstitüsü’ne, Şefkat Bazlı Dayanıklılık eğitimine yönlendirdi. Bu eğitimde fark ettiğim en önemli şey, dayanıklılığın güç ya da duyguları bastırmakla alakalı olmadığıydı. Dayanıklılık, kendini tanımak, tepkilerine şefkatle yaklaşmak ve kendinle barışık olmaktan geçiyor. Bu kadar fazla eğitim almamın sebebi de bu: Gerçek başarı olan mutluluğun yolunun meraktan geçtiğine inanıyorum, çünkü merak ettikçe, denedikçe kendimizi daha yakından tanıma fırsatımız oluyor.
Bu farkındalıkla, iş hayatımda ve çevremdeki insanlara da kendi ‘zayıf’ özelliklerini değiştirmek yerine, o özelliklere şefkat gösterip bunları birer süper güce dönüştürmeleri için ilham vermek istedim. Bu amaçla birçok eğitim aldım: Yoga Hocalığı, Yaşam Koçluğu eğitimi ve Terapi Becerilerine Giriş eğitimleri bu yolculuğun bir parçası oldu.
Üniversite eğitimini hem Fransa’da hem de New York’ta tamamladın ve burada okurken bildiğin dillere ek olarak Arapça da öğrendin, bu seçimlerini neye göre yaptın?
SciencesPo ve Columbia arasındaki çift diploma programında okumak istediğime lisenin ilk senesinde karar vermiştim. Fransız okulunda okuduğum için Fransız kültürüyle iç içe olmaya devam etmek, aynı zamanda Amerika’yı da deneyimlemek istiyordum. Bunun dışında, Ortadoğu politikası ve tarihine ilgim aslında biraz aile geçmişimden geliyor. Annemin babası, Mişel Dede’min ailesi Suriye kökenli ve dedemin ana dili Arapçaymış. Aileme çok bağlıyım ve aile büyüklerine ve geçmişe özlem ve ilgi duyan biriyim. Bu yüzden Arapça öğrenmek benim için çok heyecan verici bir fikirdi. Fransa’da geçirdiğim iki yıl boyunca dili öğrenmenin ötesinde, bol bol Arapça şarkılar, edebiyat ve şiirlerle ilgilendim. Dersler alarak o kültürle olan bağımı hep sürdürdüm.
Şu anda bir start-up şirketinde çalışıyorsun, bize bu işe nasıl başladığını ve ilerlediğini anlatır mısın?
Son 5 senedir Correlation One adında bir ed-tech (eğitim teknolojisi) start-up’ta çalışıyorum. Amerika’dan mezun olurken, birçok insan mezun olmadan önceden iş bulup kendini garantiye alıyor. Genelde finans, danışmanlık veya büyük teknoloji şirketlerine girmek için çok erken davranmak gerekiyor. Ben ise ne yapmak istediğimden bile pek emin değildim. Akademide araştırma yapmak ilgimi çekiyordu, bu yüzden prestijli şirketlerde finans veya danışmanlık stajları yapmamıştım. Özellikle Amerikan pasaportu olmayınca hem de prestijli şirketlerde staj tecrübesi yoksa Amerika’da iş bulmak gerçekten kolay değil. Bu ortamda yüzlerce işe başvurdum; genelde daha çok araştırma pozisyonlarına odaklandım. Sonra dedim ki, bir de şu start-up’a başvurayım, akademiye geri dönmeden önce kurumsal hayatı tecrübe etmek ilginç olur diye düşündüm.
En sonunda iki işten dönüş aldım: biri sağlık psikolojisi üzerine bir araştırma pozisyonuydu, diğeri de şu an çalıştığım start-up’tı. Bu seçim, benim için çok doğru bir karar oldu. Kurumsal hayatta hiç tecrübem olmamasına rağmen, start-up’ın iş departmanında 4 farklı rol değiştirme şansı buldum. Böylece pazarlama, satış, müşteri yönetimi ve proje yönetimi gibi farklı alanlarda tecrübe kazanma fırsatım oldu.
Şu anki işinde kurum üzerinde en büyük etkiyi yaratan ne yaptın?
İşe başladığımda, şirketin ana odağı Ivy League okullarında kodlama ve veri bilimi yarışmaları düzenleyip yetenek avcılığı yapmaktı. Ancak bu süreçte bu yarışmalarda kadınların pek temsil edilmediğini fark ettik. Tam da bu dönemde şirkete katıldım ve daha fazla kadını bu alana çekmek için büyük kurumsal sponsorlarla iş birliği yaparak öğrencilere tamamen ücretsiz eğitim programları tasarlamaya başladık. Bu eğitimleri tamamlayan kadın öğrencileri sponsorlarımızın şirketlerinde işe yerleştirdik. Programlar hızla büyüdü ve siyahi, göçmen gibi veri alanında az temsil edilen gruplara da ulaştı. Hem topluluk oluşturma hem de ücretsiz eğitim ve mentorluk fırsatları sunduğumuz için programlarımız büyük ilgi gördü; her yıl 20-25 bin başvuru aldık ve binlerce mezun verdik.
Şu anda bu programın stratejik liderliğini yapıyorum, ama başlangıçta sadece mentorluk kısmını yönetiyordum. Eğitimlerin ötesinde, öğrencilere deneyimli profesyonellerle birebir öğrenme fırsatı sunmak için gönüllü mentorlar topladım. Yıllar içinde Bill & Melinda Gates Vakfı, Microsoft ve Target gibi kurumlarla güçlü bir ağ kurduk ve yaklaşık 600 gönüllü mentor kazandık. Bu mentorlar, programın yanı sıra şirkete de katkı sağladı; bazılarıyla yeni iş ortaklıkları kurduk, bazıları şirkete yönetici olarak katıldı ya da eğitimlerimizde öğretmen olarak yer aldı.
Bu proje benim için çok özel; her detayıyla tek başıma tasarladım ve büyüttüm. Bilgi ve tecrübeye sahip insanları ihtiyacı olan öğrencilerle birleştirip, şirkete yeni sponsorlar kazandıran bir sistem kurdum. En önemlisi, bu proje birçok öğrencinin hayatını değiştirdi ve bu sürecin bir parçası olmak benim için gerçekten çok değerli bir deneyim oldu.
Mirey Nasi ve Roysi Eskenazi
Çalıştığın start-up şirketini kısaca tanıtır mısın?
Şu anda çalıştığım şirket, çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık (DEI) alanına odaklanan bir eğitim teknolojisi girişimi. Veri alanında az temsil edilen gruplara ücretsiz eğitimler sağlayarak bu kişileri büyük ve köklü şirketlerle buluşturuyoruz. Eğitimlerin finansmanı ise bizim yetiştirdiğimiz öğrencileri işe alan şirketler tarafından sağlanıyor.
Son birkaç yıldır, bunun ötesinde şirketlerin iç eğitim ihtiyaçlarına göre özel eğitim çözümleri üretmeye başladık. Özellikle yapay zekâ gibi popüler alanlarda şirket çalışanlarını geliştirmeye yönelik eğitim programları sunuyoruz. Şirketlerle yakın çalışarak onların ihtiyaçlarına uygun programlar tasarlıyoruz. Eğitim sonunda katılımcılar, öğrendiklerini projelere dönüştürerek üst düzey yöneticilerine sunum yapıyorlar ve bu projelerin şirkete nasıl bir geri dönüş sağlayacağını açıklıyorlar.
Aldığın eğitimler ve tecrübelerine dayanarak sence kurumsal hayattaki çalışma yönteminde ne gibi değişiklikler olmalı?
Kurumsal hayatta karşılaştığım en büyük zorluklardan biri, insanları bütünüyle değerlendirmemek ve bazı basmakalıp özellikleri sergileyen insanların lider olarak öne çıkarılması. Brené Brown’un Dare to Lead eğitiminde öğrendiğim bir şey var: Liderlik -zannedildiği gibi- genellikle erkeklerle ilişkilendirilen “güçlü,” “rasyonel,” “otoriter” gibi özelliklerden geçmiyor. Bu anlayış, bu kalıba uymayan insanları geri planda bırakıyor ve empati kurabilen, besleyici, daha yumuşak yaklaşımları olan insanları zorlayarak değişime itiyor.
Bence asıl yapılması gereken, herkesin güçlü yönlerini ortaya çıkarıp parlatmak ve liderlerin güçlü görünmek yerine, kırılganlıklarını paylaşarak gerçek anlamda kendilerini ortaya koymaları. Yönetici olarak, gerçek ve samimi olmaya önem veriyorum. Hatalarımı ve duygularımı paylaşıyorum, karşımdaki insanlara gerçekten değer veriyorum ve her gün nasıl olduklarını içtenlikle merak ediyorum. İş önemli, evet, ama işveren-çalışan ilişkisi sadece işten ibaret değil. Gerçek bir bağ kurabilen liderler, daha sadık ve işlerine tutkuyla bağlı çalışanlar yetiştiriyor. Empati kurmak ve kırılgan taraflarını gösterebilmek liderlikte zayıflık değil, tam tersine en büyük güç.
Bu yaklaşım benim için, sadece iş hayatını değil, tüm insan ilişkilerini dönüştürmeye yardımcı oluyor.
Start-up alanında çalışmak isteyen gençler için önerilerin nelerdir?
Start-up’lar gençler için gerçekten cazip bir sektör çünkü deneyimsiz biri için farklı alanlarda tecrübe kazanmak ve sabit bir rol olmadan kendini denemek için harika bir fırsat sunuyor. Genellikle hiyerarşi olmadığı için en az tecrübesi olan bile fikirlerini dile getirebiliyor, bu da daha büyük bir şirkette kazanamayacağın erken deneyimler edinilmesini sağlıyor. Ama tabii ki her şeyin artıları olduğu gibi eksileri de var. Start-up dünyası aynı zamanda oldukça belirsiz ve riskli olabiliyor, sabit gelir kaynakları olmadığı için işler yolunda gitmediğinde stres seviyesi de yüksek olabiliyor. Ayrıca iş tanımları tam oturmadığı için bazen aynı anda birden fazla işi yapman, olmayan şeyleri sıfırdan yaratman, hatta müşteri için birçok farklı role bürünmen gerekebiliyor.
Bize bir genç için iş ve yaşam koşullarını düşünerek İstanbul ve New York’u karşılaştırır mısın?
Yaklaşık 7 yıldır New York’ta yaşıyorum ve iş hayatına çok düşük bir maaşla, hiyerarşinin en altından başladım. O dönemde yaşam standartlarımı düşük tutarak tamamen kendim geçinebiliyor biraz da para biriktirebiliyordum. Tabii, kolay değildi. Mesela bulaşık ya da çamaşır makinem yoktu. Ama bunlar New York’ta çok normal. Şu anda İstanbul’da ise benzer bir başlangıç maaşıyla hayatını sürdürmek neredeyse imkânsız.
Finansal imkânların ötesinde, New York inanılmaz liberal bir şehir. Kimse kimsenin ne yaptığına bakmaz. İstanbul’da ise daha toplumsal, kolektif bir yapı var. New York’ta herkes kendi hayatına bakıyor. Bizim kültürümüzde ise bireyin yaptıkları tüm toplumu etkiliyor. İki yaklaşımın da güzel ve zor yanları var bence. İstanbul’daki yardımlaşmayı, komşuluğu ve esnafla olan yakın ilişkileri özlüyorum. New York’ta ise bireysel yaşamak daha kolay; toplum seni her halinle kabul ediyor. Ama aynı zamanda daha yalnızsın.
Yine de her yeni yaşam tarzı, her kültür ve ülke, insana bambaşka bir bakış açısı ve farkındalık katıyor. Yeni yerlerde yaşamak, deneyim kazanmak, hatta orayı sevmeseniz bile size kendinizle ilgili çok şey öğretiyor. Bu yüzden merak eden herkese küçük bir motivasyon olsun: Gidin, deneyin. En kötü, kendiniz hakkında yepyeni bir şey öğrenip geri dönersiniz.
Bundan sonraki yapmak istediklerin nelerdir?
Çalışırken bir yandan da hep eğitimler almaya, psikoloji alanında kendimi geliştirmeye devam ediyorum. Aklımda yapmak istediğim çok şey var ama her şeyi aynı anda yapmaktansa adım adım ilerlemek bana daha iyi geliyor. Şu anda ana odağım psikoloji alanında derinleşmek; bu yüzden hem yaşam koçluğu seanslarımı sürdürüyorum hem de klinik psikoloji alanında yüksek lisans yapmayı planlıyorum. Şu an beni en çok heyecanlandıran şey bu alanda insanlarla çalışmak ve kendimi bu yolda keşfetmek. Destinasyon, yolculuk boyu değişebiliyor ama ben gerçekten yolculuğundan zevk aldığım bir alan buldum kendime. Neler olacağını merakla bekliyorum ve içimde tatlı bir heyecan var.