Haber fotoğrafı: Efraim Zuroff, bir okuldaki konuşması esnasında (Kaynak: Efraim Zuroff arşivi)


Geride bıraktığımız Eylül ayında, Jerusalem Post gazetesinde, Eyal Green imzalı bir makale dikkatimi çekti: “Son Nazi avcısı Efraim Zuroff, Simon Wiesenthal Merkezi’nden ayrıldı; antisemitizmle savaşmaya kararlı...” Nazi savaş suçlularının korkulu rüyası Zuroff, antisemitizm ve nefretle küresel çapta mücadele eden Simon Wiesenthal Merkezi’nin Kudüs ofisinin direktörlüğünü, 38 yıl boyunca sürdürdü. Avustralya’dan İzlanda’ya, Macaristan’dan Kanada’ya pek çok ülkede, suçluları adalete teslim etmek için amansız bir mücadele verdi.
İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerle gönüllü iş birliği yaparak insanlık suçları işlemiş, bununla birlikte tarihinin utanç verici gerçekleriyle yüzleşmemeye ant içmiş devletlerin gözünde, “istenmeyen adam” oldu. Bir Nazi avcısı olarak mesleğini, “üçte bir dedektif, üçte bir tarihçi, üçte bir lobici” olarak tanımlayan, olağanüstü donanımlı, hoşsohbet ve cana yakın Zuroff’la, Zoom üzerinden çok keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Henüz sohbetimizin başında, bana sorduğu ilk soru şuydu: “Türkiye Hahambaşısı ile akraba mısınız?

Dr. Efraim Zuroff
1948 yılında Brooklyn, New York’ta dünyaya gelen Holokost tarihçisi Dr. Efraim Zuroff, 38 yıl süreyle Simon Wiesenthal Merkezi’nin İsrail ofisinin direktörü olmasının yanı sıra, son 13 yıl zarfında Doğu Avrupa İşleri direktörlüğünü de üstlendi. Dünyanın birçok yerinde, Nazi savaş suçlularının yargılanmasında önemli bir rol oynadı.
15 dile çevrilmiş dört kitabın yazarı olan Zuroff, Holokost’la ilgili konularda pek çok makale kaleme aldı. Birçok ödüle layık görülmüş olan Dr. Efraim Zuroff, 2008 yılında Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi. Hayatını Kudüs’te sürdürmekte olan Dr. Zuroff evli; 4 evlât ve 16 torun sahibi.


(Efraim Zuroff konferans sonrası öğrencilerle birlikte (Kaynak: Efraim Zuroff arşivi)

Aileniz size, dedenizin Holokost’ta katledilmiş erkek kardeşi Rav Efraim Zar’ın ismini verdi. İsminizin öyküsünü okurlarımızla paylaşır mısınız?
Bu ilginç bir öyküdür. Annem beni dünyaya getirdiğinde, dedem (annemin babası) Dr. Samuel L. Sar Avrupa’daydı. Joint1 tarafından, savaş sonrası hayatta kalanlara yardım etmek üzere oraya gönderilmişti. Central Orthodox Committee’nin2 başkanıydı. Bu komite hayatta kalanların dini gereksinimlerini karşılamaktaydı. Babam dedeme, “Esther bir erkek çocuk dünyaya getirdi” mesajını içeren bir telgraf çekti. Dedemin yanıtı kısaydı: “Suggest name him Efraim.” (İsim önerim Efraim)… Oysa annem ve babam benim için farklı bir isim üzerine karar vermişlerdi bile! Kendi kendime düşünüyorum: O zamanlar insanlar, ebeveynlerinin tavsiyelerini önemserlermiş! [gülüşmeler] Rav Efraim Zar’ın3 ismini taşıdığım için gurur duyuyorum. Rav Zar, 13 Temmuz 1941’de, Vilna sokaklarında dehşet saçan, sakallı Yahudi arayışındaki Litvanyalı eşkıyalar tarafından kaçırıldı. Oysa Efraim bizdeki tüm fotoğraflarında sakalsız. Kendisinin Lukiškės Hapishanesi’nde tutulduğunu, takiben Ponar’da4 öldürülen ilk Yahudilerden biri olduğunu biliyoruz. Ancak, eşi Beyla ile oğulları Eliyahu ve Hirsh’in akıbetleri ile ilgili detaylı bilgiye ulaşamadım.

Çocukluğunuzda Holokost evinizde gündemde olan bir konu muydu?
Kesinlikle hayır! Bildiğimiz tek şey Efraim’in ve ailesinin Holokost’ta katledilmiş olduklarıydı. Onun dışında hiçbir şey bilmiyorduk. Eichmann’ın İsrail’e getirilmesi ve duruşmaların ABD televizyonlarında yayınlanmaya başlamasıyla birlikte, Holokost gündemimize geldi. Normalde çok sakin ve itidalli bir insan olan annem, “Efraim, bunu görmen lazım! İsrail, Holokost’ta Yahudileri katletmiş en azılı katillerden birini yakalayıp, Kudüs’te yargı önüne çıkardı!” diyerek beni süreçten haberdar etti. O güne kadar bir soykırım olduğunu, Hitler’in kim olduğunu biliyordum; ama daha fazlasını bilmiyordum. Üniversitede daha derin bilgi sahibi oldum. Üzerimde önemli etkisi olan bir kişi de Rav Dr. Irving Greenberg oldu. Kendisi, Yeşiva Üniversitesi’nde tarih ve felsefe hocasıydı. Dr. Greenberg, Holokost’un Yahudiler için çok önemli olduğunu ve öyle de olması gerektiğini vurgulayan ilk Yahudi düşünürlerden biriydi.


Simon Wiesenthal ve Efraim Zuroff Viyana’da (Kaynak: Efraim Zuroff arşivi)

Profesyonel hayatınız Los Angeles’ta, Simon Wiesenthal Merkezi’nde başladı. Tarihçi olmanıza rağmen, Nazi avcısı Simon Wiesenthal’ın izinden gitme kararınız nasıl şekillendi?
Tarih yazmaktansa, tarih yaratmayı tercih ettiğimi anladım. Benim neslim, 6 Gün Savaşı’nın nesliydi. Biz, bir nesil olarak, Diasporadaki Yahudi toplumlarının daha fazla Yahudi’yi kurtarma konusundaki başarısızlıklarını derinden hissettik. Bu bağlamda, eğer elime bir fırsat geçerse, Yahudileri kurtarmak, onlara yardım etmek konusunda elimden gelen her şeyi yapmak konusunda kararlıydım. Bunun yanı sıra ben, amacı Yahudi halkına hizmet etmek olan bir aileye doğdum. Yeşiva Üniversitesi dekanı olan dedem, benim ilham kaynağımdı.

2002 yılında başlattığınız “Operation Last Chance” (Son Şans Operasyonu) adlı girişiminizle, birçok savaş suçlusunun ismini açığa çıkarmayı başardınız. En çok dikkate değer bulduğunuz vakalardan birini okurlarımızla paylaşır mısınız?
Bahsedeceğim vaka tam anlamıyla bir “Operation Last Chance” ürünüdür; çünkü bilgiyi sağlayan, Wiesenthal Merkezi’nin vadettiği parasal ödülü talep ediyordu. Aynı zamanda, bu operasyonun en garip öykülerinden biridir. Söz konusu savaş suçlusunun adı Laszlo Csatary idi. Csatary, Macaristan işgali altındaki Slovakya’da görev yapan, Macar asıllı bir polis memuru ve kötü şöhretli bir sadistti. Elinde kırbaçla gezer, özellikle genç kızları kırbaçlar; mahkûmları kürek kullanmadan, elleriyle hendek kazmaya mecbur ederdi. Savaş sonrası kaçan Csatary, Kanada’ya gitti. Kanada vatandaşlığına hak kazandı; ancak sonra vatandaşlık hakkı geri alındı. Ve sonra aniden ortadan kayboldu. Kimse nerede olduğunu bilmiyordu.

Günlerden bir gün, ismi meçhul birinden bir e-posta aldım (ismini hâlâ öğrenebilmiş değilim; kod adı “informato1944”). Vereceği bilgi için 55.000 Dolar talep ediyordu. Ona ödül tutarının 25.000 Dolar ile sınırlı olduğunu, ve bu tutarın yalnızca ilgili kişi yargı önüne çıkarılıp ceza aldığı takdirde ödeneceğini belirttim. Csatary Macaristan’da hayatını gizlilik içinde sürdürmekteydi. İngiltere’de yayımlanan tabloid Sun gazetesinde, o zamanlar bir arkadaşım çalışmaktaydı. İsmi Brian Flynn. Tanrı onu kutsasın… Brian, Nazi savaş suçlularının bulunup yargı önüne çıkarılmasına büyük önem atfediyordu. Kendisi, savaş esnasında Požega’da (Hırvatistan) polis şefi olan ve yüzlerce Yahudi ve Sırp’ı toplama kamplarına göndermiş olan Nazi savaş suçlusu Milivoj Ašner ile bir söyleşi yapmıştı. Brian bir gün beni aradı ve şu soruyu sordu [gülerek]: “Nu Efraim, bana göre vakan yok mu?” Evet, var diye yanıt verdim. İsmi Csatary. (Csatary, sayıca 15.000’in üzerinde Yahudi’yi Auschwitz’e göndermekten sorumluydu. Gönderilenlerin %80’i, Auschwitz’e ulaşır ulaşmaz katledildi.) Bunun üzerine Brian bir fotoğrafçıyla Budapeşte’ye, Csatary’nin oturduğu mahalleye geldi. Ama gel gör ki, Csatary ortalarda yoktu. Oysa bize bilgi sağlayan “informato1944”, Csatary ile aynı apartmanda yaşamaktaydı. Arabasının rengine, modeline kadar her şeyi biliyordu. Ancak, sanki yer yarılmış ve Csatary içine girmişti! Oy va voy! Brian fotoğrafçıyla birlikte bir hafta-on gün Csatary’nin evine dönmesini bekledi. Nafile! Sonra Londra’dan bir SOS mesajı aldı: GERİ DÖN! Daha fazla kalırsan, 10 yıl geri dönemeyebilirsin!” Brian döndü, ama fotoğrafçıyı orada bıraktı. Sonra günlerden bir gün, bizim “informato1944”, Budapeşte’nin ana caddelerinden birinde Csatary’yi görmesin mi! Onu takip etti ve başka bir apartmana girdiğini gördü. Artık nerede olduğunu öğrenmiştik! Fotoğrafçı, Csatary’nin kapısını çaldı. Kapıyı kim açtı? Üzerinde yalnızca iç çamaşırları olan Csatary! Fotoğrafçı Csatary’nin fotoğrafını çekti. Takip eden Pazar günü, Csatary Sun gazetesinde haberdi. Çok ilginçtir; tam iki gün sonra Macarlar Csatary’ye dava açtılar. İnsanlar bana, savaş suçlularının yargı önüne çıkarılması ne şekilde sağlanır diye sorduklarında, onlara şu yanıtı veriyorum: “Çok basit! İç çamaşırları ile fotoğraflarını çekin!” Csatary, duruşma tarihinden iki gün önce, doğal sebeplerle öldü.

Holokost’ta Nazi işbirlikçisi vatandaşlarının işledikleri insanlık suçlarını azımsayan Orta ve Doğu Avrupa ülke yönetimlerine karşı ne gibi politikalar uyguladınız?
Bakın, yerel medyanın ve yerel halktan kişilerin desteği olmadan, bir yere varamazsınız. Bu ülkelerin çoğu, savaş suçlularının yargılanması için gerekli olan politik kararlılığa sahip değildiler. Size Baltıklardan örnek vereyim: Litvanya’da örneğin, Holokost’ta savaş suçu işlemiş Litvanya vatandaşlarının yargı önüne çıkmasını isteyen herhangi bir gazeteci yoktu. Kayda değer bir Rus nüfusu olan Letonya’da ise durum farklıydı: Aralarındaki anlaşmazlıklar nedeniyle, yalnızca Rus kökenli gazeteciler Letonyalı savaş suçluları hakkında yazı yazmaya istekliydiler. Letonyalı gazeteciler değil! Estonya’da aynı durum… Ancak Estonya’daki Rus kökenli gazeteciler, Estonyalı bir gazetecinin gücüne sahip değiller. Bu arada [gülerek] Estonya’da benim bir karikatürümü yapıp, altına “İstenmeyen misafir” yazdılar! Ama ben hep şunu söylerim: eğer kötü insanlar sizi sevmiyorsa, bilin ki doğru şeyi yapıyorsunuz!


Efraim Zuroff ve Lolita Nahmias Haleva


8.000’den fazla Yahudi’nin Nazi ölüm kamplarına gönderilmesini organize etmekle suçlanan eski Macar polis komutanı Imre Finta, Kanada’da görülen davada, yalnızca emirleri uyguladığını savunarak beraat etti. Bu mazeret neden başka hiçbir yerde kabul görmezken, Kanada’da uygun bulundu?
Bunu hiç kimse anlamadı! Başka hiçbir ülkede böyle bir karar alınmadı! Karar bölge mahkemesinde kabul edilmekle de kalmadı; Kanada Yüksek Mahkemesi’nde de onaylandı. Finta’nın başka herhangi bir savunması yoktu; daha yüksek rütbeli birisi bana emir verdi; bu emri yerine getirmek zorundaydım dedi. Bundan önce hiç kimse bu savunmayla aklanmamıştı. Finta vakasının ardından, Kanadalı yetkililer olumlu bir adım atıp, vatandaşlıktan çıkarma ve sınır dışı etme uygulamalarında Amerikan modeline geçtiler. Bu sayede 14 kişi Kanada vatandaşlığından çıkarıldı. Bunların dördü kendi isteğiyle Kanada’dan ayrıldı. Csatary bunlardan biriydi. Geriye kalanlar yasal mücadelelerini sürdürdüler ve bilin bakalım hepsi nerede öldü! Sonuncusu öldüğünde, Jerusalem Post için bir makale yazdım. Normalde makalenin başlığını yazarın kendisi seçemez. Ancak gazeteden, benim başlık önerimi kullanmalarını rica ettim ve öyle de oldu. Başlık tercihim, Kanada’nın milli marşı “O Canada”ya bir göndermeydi: “Oy Canada!” [gülüşmeler]

Almanya, anıtlar inşa ederek, okul çocuklarına eğitim vererek vb. Holokost geçmişini tanıdı. Ayrıca Holokost kurban ve mirasçılarına, 1945 ile 2018 yılları arasında yaklaşık 86,8 milyar ABD Doları tazminat ödedi. Bununla birlikte, Almanya, Nazileri yargı önüne çıkaracak politik kararlılığı göstermedi. Bu çelişkiyi nasıl açıklarız?
Yüzde yüz haklısınız! İstemediler! 1949’da, Batı Almanya’da, Nazi savaş suçlarına iştirak etmiş kişilere yönelik 200.000 dava açıldı. Hazırlanan iddianame sayısı 120.000’di. Peki kaç kişi ceza aldı biliyor musunuz? 7.000’den az! Bu, kötü bir şaka gibi! Almanya’nın kovuşturma politikasını külliyen değiştirdiği 2008 yılına kadar, bir Nazi savaş suçlusunu yargılamak için, failin belli bir kurbana karşı belli bir suç işlemiş olduğunu kanıtlayabilmeniz gerekiyordu. Kurbanların isimlerini bilmeniz gerekiyordu. Yani, filanca suçlu Auschwitz’e Yosel Landau’u değil Gorah Rosenblum’u yolladı gibi! Bu çok anlamsız bir bakış açısı! Nazi savaş suçlarının açığa çıkarılması amacıyla Ludwigsburg/Almanya’da faaliyet gösteren merkez ofise (“Zentrale Stelle”) bağlı çalışan iki savcı, Thomas Walther ve Kirsten Goetze, suçluların cezalandırılmamasından büyük rahatsızlık duydular. Bu iki savcı, mümkün olduğu kadar çok Nazi savaş suçlusunun cezalandırılmasını istiyordu. Üstlerine gittiler ve şu soruyu sordular: “Neden ‘cinayet’ değil de ‘cinayete suç ortaklığı’ üzerinden dava açılmıyor?” Ben bu iki kişiye “tsadikim” (dürüst kişiler) diyorum. Ve yalnızca iki kişinin nelere kâdir olabildiğini de gördük. Bu sayede sekiz dava açıldı. Bu davalardan yalnızca bir tanesi tıbbi sebeplerle düştü. Kalanlar ceza aldılar. Ancak Alman hukuk sistemine göre, temyiz süreci bitip ceza kesinleşene kadar, sanık hapse girmez. Sonuç olarak bu kişilerin hiçbiri hapse girmedi.


Efraim Zuroff, Letonya SS gazileri onuruna düzenlenen yürüyüşe karşı Riga'daki protestoda, 15 Mart 2015 (Kaynak: Efraim Zuroff arşivi)

Holokost sırasında Yahudileri veya diğer kurbanları öldürmeyi reddettiği için idam edilen veya cezalandırılan kişiler oldu mu?
Yahudileri veya diğer “Reich düşmanları”nı öldürmeyi reddettiği için infaz edilen hiç kimse olmadı. Tarihçiler bu gibi vakaları ortaya çıkaracak belgeleri özellikle ararlar. Böyle bir duruma hiç rastlanmadı!

Holokost’ta insanlık suçu işlemiş failler arasından, yaptıklarından ötürü pişmanlık duyduğunu, vicdan azabı çektiğini ifade edenler oldu mu?
HAYIR! Hayır! [Zuroff önce yüksek sesle, sonra sakince aynı yanıtı veriyor] Bunu tek yapan -ki bunun da bir anlamı yoktu- Stutthof kampının sekreteriydi. Stutthof’ta olanlardan haberdar olmadığını söyleyip, ardından “Her şey için üzgünüm” dedi! Bir şey görmediyse, neden üzgündü! [gülüşmeler]

Dipnotlar:
1)      Merkezi New York’ta bulunan bir Yahudi yardım kuruluşu.
2)      Avrupa Yahudilerinin dini gereksinimleri odaklı yardım kuruluşu.
3)      Savaş öncesinde Doğu Polonya’da bir yeşivanın başkanı (roş yeşiva) olan Rav Efraim Zar, Eylül 1939’da Sovyet işgalini takiben ailesiyle birlikte, Komünistlerin Tora eğitimini engelleyecekleri kaygısını taşıyan yüzlerce Polonyalı haham ve yeşiva öğrencisinin yaptığı gibi, Litvanya sınırlarında kalan Vilna’ya göç etti. Dünya çapında tanınan Radin Yeşivası’na (Vilna) mensup olan Rav Zar, “illui” (Talmud dâhisi) olarak kabul edilen ve geleceği çok parlak görülen, genç bir din adamıydı.
4)      Vilna’nın banliyösü.