Haber Fotoğrafı: Defne Özözer Sorbonne’da (Kaynak: Defne Özözer arşivi)
Başarıya giden yol, tek değil… Ama hedef belirlemek, hedef odaklı yol haritası çizmek, disiplinli çalışmak ve zorluklardan asla yılmamak, başarıya ulaşmış kişilerin ortak paydası. Avrupa’nın önde gelen 11 üniversitesinin, üniversiteler arası bir çatı kuruluş olarak oluşturduğu “Una Europa” kapsamında, tarih alanında doktora çalışmalarını sürdüren DEFNE ÖZÖZER, hedefini en baştan belirlemiş ve eğitim hayatını bu amaç doğrultusunda şekillendirmiş, idealist bir gencimiz. Ülke olarak kalkınmanın, birleşmekten geçtiğine; bunun da en iyi, kapsayıcı bir bakış açısıyla, bu ülkenin vatandaşı olan, çorbada tuzu olan herkesin tarihinin öğretilmesiyle sağlanabileceğine inanıyor. Okul müfredatının, öğrencilerin dünyaya bakış açısını oluşturmada oynadığı kilit rolü göz özüne alarak, daha kapsayıcı, daha renkli ve daha pozitif bir müfredatın oluşmasına katkıda bulunmayı hedefliyor.
Boğaziçi Üniversitesi Tarih bölümünden lisans ve yüksek lisans derecelerini almış olan Defne Özözer’in, Paris ve Helsinki’de sürdürdüğü doktora çalışmalarının konusu, 1912-1950 yılları arasında İzmir ve Selanik Yahudi toplumlarının etkileşimi. Tanımaktan büyük mutluluk duyduğum ve önümüzdeki yıllarda başarılarıyla adından söz ettireceğine gönülden inandığım Defne Özözer ile eğitim hayatını, doktora çalışmalarını ve hayallerini konuştuk.
Tarih doktoranızı, Université de Paris 1, Panthéon-Sorbonne (Paris) ve Helsingin Yliopisto (Helsinki) üniversitelerinde sürdürüyorsunuz. Bu iki üniversiteyi seçme nedenleriniz neler? Çalışmalar için bizzat gitmeniz gerekiyor mu?
Selanik Yahudi toplumunun tarihini çalışmak istiyordum. Özellikle Yunanlaşma, millileşme sürecini… Bunun için Amerika’da çok iyi üniversiteler var. Bu üniversitelerden bir tanesindeki bir hocayla çalışmak istediğimi söylediğimde, o sene doktora öğrencisi almayacağını söyledi. Tam pandemi senesiydi. New York’ta, yine çok istediğim bir başka üniversite de, pandemiden dolayı doktora başvurusu almadı. Evren bir şekilde beni Amerika’ya göndermedi diyebiliriz. Hiç aklıma gelmemişti, ama eskiden benim hocam olan ve şu anda da orada hoca olan birisi bana, “Neden Fransa’ya gelmiyorsun?” diye sordu. Küçük yaşlarımdan beri Fransızca ders alıyordum. Yine de, Anglofon çıkışlı bir üniversiteden olduğum için, Fransa’daki bir üniversitede yapabilir miydim, çok emin olamıyordum. Frankofon sistemini biliyorum. Biraz sert bir sistem. Hocamla ben aynı dönemi çalışmıyorduk: O daha erken modern Osmanlı toplumunu çalışıyordu. Ben modern Yunanistan ve Yahudi tarihini çalışmak istediğim için, o beni birkaç kişiye yönlendirdi. Sonuçta, Laura Hobson-Faure ile çalışmaya başladım. Kendisi Université de Paris 1, Panthéon-Sorbonne’da, Modern Yahudi Tarihi kürsü başkanı. Amerikan asıllı, Fransa’da yaşayan birisi. Dolayısıyla Anglofon olmam aslında avantaj. Onunla anlaştık. Ve Fransa’da şöyle oluyor: Siz hocayla anlaşıyorsunuz. Amerika’da ya da Türkiye’de olduğu gibi üniversiteye başvuru yapmak yerine, bir hocayla çalışmak üzere başvuru yapıyorsunuz. Benim bu süreçte de Fransa’ya gitmem gerekti; ama bursum yoktu. Yabancı öğrencilerin burs alması çok zor. Özellikle Avrupa Birliği vatandaşı olmayan öğrencilerin... Benim de Türk vatandaşlığı dışında başka bir vatandaşlığım yok.
Defne Özözer, UNA Europa ekibi ile Sorbonne'da (Kaynak: Defne Özözer arşivi)
Şansıma şöyle bir şey çıktı: “Una Europa”… Bu bir çatı kuruluş. “Ivy League” gibi üniversiteler arası bir kültürel miras ve tarih networku yaratmak istiyorlar. Eğer “co-tutelle”, yani iki farklı üniversitede doktora yapmayı kabul edersem, bursa başvurabileceğimi söylediler. Aslında burs dedikleri de memur statüsü gibi bir şey. Ben başvurdum. Hocam, ikinci üniversite için ya İspanya’yı ya da Almanya’yı seçeyim istiyordu. Judeo-Espanyol için özellikle; kaynakların çoğu İspanyolca çünkü. Yunanistan olsaydı belki Yunanistan’ı düşünürdüm. Ama ben seçenekler arasında Finlandiya’yı görünce, oraya kilitlendim. Çünkü her zaman kuzey ülkelerine karşı hem bir ilgim olmuştu; hem de oradaki farklı mantalitedeki eğitimi görmek istedim. Bunun için hocamı ikna etmem gerekti. Çünkü konumla hiçbir alâkası olmadığını söyledi. Haklıydı. Ben de ona şöyle açıkladım: “Ben ileride sadece tarihçilik yapmak istemiyorum. İleride Türkiye’deki tarih eğitiminin ya da eğitim sisteminin iyileştirilmesinde, reformunda rol almak istiyorum. Yani bir katkım olsun istiyorum. Ben o sistemin içinde yaşamak istiyorum” dedim. Hocam da onayını verdi.
İlk sene biraz Fransa’da, biraz da Yunanistan ve İsrail’deki Fransız enstitülerinde bulundum. Orada arşiv araştırması yaptım. İki sene Fransa’da kaldıktan sonra -arada Türkiye’ye gidip geldim- üçüncü yılımda, bu doktora programının zorunluluğu olarak, 12 ayımı ikinci üniversitede, yani Finlandiya’da geçirdim. Finlandiya’daki danışman hocam Riikka Tuori’nin, Karay yazıları üzerine çalışmaları var. O tarihçi değil; filolog. O yüzden daha çok dil ve kültür açısından bakıyor. Enerjinizin tutması da önemli. Enerjimiz tuttu; ilgi gösterdiler. O açıdan çok şanslıyım. Bir senemi orada geçirdim; çok da mutluyum. Çok farklı bir bakış açıları var. Çok farklı kaynak kullanımları var. İyi ki gitmişim diyorum!
Doktora araştırma konunuz, 1912-1950 yılları arasında İzmir ve Selanik Yahudi toplumlarının etkileşimi. Ne gibi değerlendirmeler sonucunda bu alanı seçmeye karar verdiniz? Ve neden İzmir?
İzmir ile Selanik’in, özellikle yaşanan mübadele sonucu, iki özel ve kardeş şehir olduklarını düşünüyorum. Ve şunu merak ediyorum; mübadele olurken Yahudilere ne oldu? Nasıl bir gelişim içindeydiler? İstanbul’u düşündüğümüz zaman, karşılaştırmalı olarak, çok oturtamıyorum onu oraya. Yani bazı karşılaştırmalı örnekler var ama İstanbul daha farklı. Bir kere mübadeleye tâbi tutulmadı. Dolayısıyla yapay ve ani bir nüfus değişikliği görmüyor. Tabii ki, Selanik Yahudi toplumunun büyüklüğünü, İzmir’inki ile karşılaştıramayız. Çünkü “La Madre de Israel” [İsrail’in Annesi] ve “Jerusalem de Balkan” [Balkanların Kudüs’ü] olarak anılan bir şehirle, Ege’nin incisi de olsa İzmir karşılaştırılamaz. Ben Selanik Yahudilerini çalışmak amacıyla araştırmalarıma başlarken, iki şehir arasında çok fazla etkileşim olduğunu fark ettim. Fakat bunu çalışan kimse yok. “Doktor” unvanını alabilmeniz için, daha önce yapılmamış bir çalışma yapmanız lâzım. Bir de, benim anne tarafım Selanik göçmeni. 1912’de İzmir’e yerleşmişler. Dolayısıyla çalışmam aile tarihimi de kapsıyor...
Defne Özözer ve Lolita Nahmias Haleva (Fotoğraf: Rana Beri)
Doktora araştırmalarınız için ne gibi kaynaklardan yararlanıyorsunuz?
Çeşitli arşiv kaynaklarından yararlanıyorum. Birincisi, devlet arşivleri. İçlerinden en akla geleni, Osmanlı devlet arşivleri. Online olarak açık… Yunanistan devleti arşivleri. Özellikle Yunanistan Dışişleri Bakanlığı arşivinde çeşitli kaynaklar var. O dönemin haberleri, çeşitli yayınlar. İkincisi, toplumsal arşivler dediğimiz arşivler var. İsrail’deki en önemli örnek “Central Archives for the History of the Jewish People”. National Library’ye bağlı. Mesela Selanik’e ait bütün belgeler oraya gönderilmiş. Atina’daki Yahudi Müzesi’nde sözlü tarih kayıtları var. Onlara da baktım. Bir de aile arşivleri var. Bunun için de, sağ olsun Hayfa’da Roni Alfandari isminde birisi var. Ailesi Selanik kökenli ve bütün ailesinin mektuplarını saklamış. Kendisi psikolog… Bir de İzmir’den de bulabildiğim bazı arşivler var. Bu şekilde, genelde arşiv belgeleri üzerinden çalışıyorum. Ayrıca, sözlü tarih çalışması yapıyorum. İnsanlar bazen sözlü tarihte yüzde yüz doğruyu hatırlayamıyor olabilir; ama neyi hatırlayıp neyi hatırlamadıkları da çok önemlidir. Ne baskılanıyor ne hatırlanıyor…
Çalışmalarınız devam ediyor olsa da, okurlarımızla paylaşabileceğiniz, sizi şaşırtan veya dikkat çekici olarak tanımlayabileceğiniz araştırma bulgularınız var mı?
Ben şuna çok şaşırmıştım: Osmanlı arşivlerinde “Ladino” hiç geçmiyor. Bu dil, “İspanyolca”, “Musevice”, veya “Yahudice” olarak geçiyor. Dikkatimi çeken bir diğer nokta, İzmir ve Selanik arasındaki evliliklerin çokluğu oldu. Bir de, İspanyolca birçok Yahudi’nin ana lisanı olmasına rağmen, Tevhid-i Tedrisat’ta İbranice azınlık dili olarak tanınmış. Buna ilk başta şaşırmıştım; fakat sonradan anladım ki, İbranice dua dili olarak kullanıldığı için, azınlık dili olarak kabul edilmiş. Yani aslında diller etnik köken değil, din bazlı olarak alınmış. Bu da bize dönemin bakış açısıyla ilgili bir pencere açıyor aslında…
Selanik Yahudileri Naziler tarafından büyük bir kıyıma maruz kalırken, bu çok köklü toplumun her türlü zenginliğinin yanında kültürel varlıkları da esaslı bir talana uğradı. Bu talan arşiv kayıtlarını ne şekilde etkiledi?
Selanik Yahudileri ile ilgili akademik çalışmalar, Selanik’li tarihçi Joseph Nehama’nın çalışmaları gibi istisnai durumlar dışında, 1990’lara kadar yapılamadı. Çünkü arşivler ilk başta Almanlar tarafından Frankfurt’a götürüldü. Sonra, Ruslar Almanya’yı işgal ettiler. Oradan arşivler Moskova’ya götürüldü. Sonra, Rena Molho isminde çok önemli bir araştırmacı-tarihçi, Moskova’dan mikrofilmleri aldı; Amerika’ya gönderdi. O sayede İsrail’de çalışmalara başlanabildi.
Özgeçmişinizin “dil becerileri” bölümü çok etkileyici… Türkçe dâhil, farklı seviyelerde hâkim olduğunuz tam 10 dil var! Dil ihtiyacınızı araştırmalarınızın seyri mi belirliyor? Dil öğrenmek, seviyenizi geliştirmek için, ne gibi kaynaklardan yararlanıyorsunuz?
Bu benim için tavuk mu yumurtadan, yumurta mı tavuktan meselesi. Yani aslında ilgimden dolayı mı bu dilleri öğreniyorum, yoksa bu diller karşıma çıktığı için mi bu konuları seçtim bilemiyorum. Fransızcayı biraz ailemin yönlendirmesiyle öğrendim. Yani okulda değil. Sonra okulda İspanyolca öğrendim; ama sonuçta aile içinde de Judeo-Espanyol’un biliniyor olması bir etkiydi. Bu arada ailem El Amaneser’leri toplayıp bana veriyor. Zamanında İsveççe ve Rusça’yı da biraz öğrendim. Üniversitede Almanca aldım. Çünkü daha Nordik konuları çalışmayı düşünüyordum. Selanik’i araştırmak istediğim için, üniversitede Yunanca öğrenmeye başladım. Boğaziçi Üniversitesi’nin bana en büyük katkısı dillerdir. Öğrencilere diyorum ki, gerekirse üniversitede okuma sürenizi uzatın. Ne kadar dil dersi alabiliyorsanız alın. Çünkü bir daha hiç kimse size böyle bir hediye vermeyecek. Ladino, Fransızca ve Yunanca için özel ders aldım. Duolingo gibi uygulamalar da kullandım. Ama en çok geliştiren şey dizi izlemek... Sevdiğim ve mesela üç beş kere izlediğim, akışını çok iyi bildiğim bir filmi, istediğim dilde dublajla izlemek… O çok etkili oluyor. Haber izlemek… İsrail’deyken İbranice dinliyordum mesela. Yani haber kanalı dinlemek, dizi izlemek, ben çok işitsel öğrendiğim için işe yaradı. Ama o dilde makale okumak da, kitap okumak da etkili oluyor. Yani aktif olarak o dili tüketmeniz lazım.
Yunanistan’a her gittiğim zaman çok iyi karşılanıyorum. Bu süreçte çok fazla Türkçe öğrenen Yunan’la da tanıştım. O da tabii aramızda bir bağ geliştirdi. Bir dili iyi öğrenmek istiyorsanız, onunla bağ geliştirmeniz lâzım. Mesela benim için Yunanca, o yüzden, diğer dillerden çok daha hızlı ilerliyor. Eğer Yunanca bilmeseydim, Yunanistan’daki Selanik Yahudi toplumunun arşivlerinden istediğim belgeyi alamazdım. Belge İspanyolca da olsa… Mesela Fransa’da buna gerek yok. Fransa’da aile arşivi olmadığı sürece, siz bir kuruma gittiğinizde, eğer kalifiyeyseniz belge size veriliyor.
Bugün Yunanca bir tez okudum. Ben İzmir’i araştırırken, sadece Yahudilerle ilgili okumuyorum.
Şehrin tarihini anlayabilmek için, İzmir Rumlarının tarihi de önemli. Tezde dört dildeki gazetelerle ilgili bilgi vardı. Dillerden birini, tez yazarı “Evraika” olarak çevirmiş. Oysa Evraika, İbranice demektir. Aslında Judeo-Ispanika, yani Ladino demesi lâzımdı. Belki de ikinci kaynaktan bunu alıp yazdı. Eğer Ladino okuyabiliyor olsaydı, o okuduğu şeyi İbrani alfabesiyle de görse, onun Ladino olduğunu anlardı. Bu tür şeyler için gerçekten birinci kaynaktan okumak önemli.
Youtube’da yayınlamaya başladığınız, Türkiye’de kullanılmış eski yazı tiplerini okumaya ve incelemeye yönelik “EcdadFest” video seriniz dikkatimi çekti. Judeo-Espanyol dilinin yazıldığı “Solitreo” ile Osmanlı Türkçesi’nin yazıldığı “Rika” konulu videolarınıza ne gibi geri dönüşler alıyorsunuz?
“Solitreo” için şu an Boğaziçi’nde tarih okuyan öğrenciler, “Aa böyle bir şey de varmış!” demeye başladılar. “Rika”da daha fazla geri dönüş aldım. Bu arada, ben yazıları önceden okuyup, bu böyle okunuyor, bu şöyle okunuyor demiyorum. Hakikaten orada, o sırada, diğer katılımcılarla birlikte oturup, ben bunu nasıl okurdum şeklinde beyin jimnastiği yapıyorum. Biraz yorumlamak, hani sanatsal bir şey gibi oluyor. İnsanlar onu çok sevmiş. Ama, “Hocam, öyle yapınca daha az belge okuyoruz” diyen de var. Onlar da istiyor ki daha çok belge okunsun mesela. Şu anda Amerika’da doktora yapan bir arkadaşım beni çok mutlu eden bir yorum yazmış: “İşte bak böyle yapman çok güzel olmuş. Bir tarihçinin o an ne yaşadığını vloglamış gibi oldun…” Buradaki amaç etkileşimi de arttırmak. Katkı sağlayan da oluyor. “Aa sen böyle okumuşsun, ama ben böyle okudum” diyen de oluyor. Bu da çok mutlu ediyor beni.
Doktora sonrası için planlarınız neler?
Doktoraya 2021’de başladım. Yaklaşık 2028 gibi bitecek. Uzun bir süreç. Benim çalıştığım konu çok dağınık. Daha önce çalışılmamış bir konu olduğu için de, geliştirmek biraz sürüyor. Şu an doktora kapsamında çok spesifik bir şey çalışıyorum; ama ben aslında birçok konu ile ilgili çalışmak istiyorum. Benim en çok istediğim şey, Türkiye’de, özellikle okullarda, eğitim dillerinin arttırılması ve bizim dillerimizin, tarihimizin öğrenilmesi. “Bizim”le kastim, bu topraklarda yaşamış herkes. Çünkü biz ülkece kalkınacaksak, ileri gideceksek, birleşmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ve bunu en iyi hepimizin tarihini öğrenerek yapabiliriz. Sonuçta hepimizin çorbada tuzu var. Aynı ülkenin vatandaşıyız. Öyle olduğu için de ileride, artık bu akademide mi olur, başka bir yerde mi olur bilmiyorum, ama bunun için çalışmak istiyorum. Plânım o.
Türkiye’de araştırılan birçok kültür var. Bununla ilgili çok fazla araştırma var; havuz var. Ama bunların ne kadarı müfredata iniyor? Ne kadarı okullara giriyor? Oysa, herkesin eğitim aldığı yer okul. Özel ilgisi olmayan kimse, açıp da bu doktora tezinde ne yazılmış diye bakmıyor. Ve müfredat bizim dünyaya bakış açımızı şekillendiriyor. Yahudilerin İspanyolca konuştuğunu kimse bilmiyor. Evet. Bu, mesela, bana kopukluk gibi geliyor. Yani kendi toprağımızdan koptuğumuz zaman, gerçeklikten de kopuyoruz. Her bilginin içeri eklenmesi bir seçimdir. Yani ister istemez bazı bilgileri dışarıda bırakmanız gerekiyor. Bazılarını almanız gerekiyor. Hangisini seçtiğimiz çok önemli. Ben daha fazla şeyin eklenmesi gerektiğini ve bir kere pedagojik olarak da çok fazla şeyin değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Biz bu bilgiyi üretiyoruz. Ama araştırmada kalıyor. Oysa toplumsal bilgi üretmek için, okul müfredatlarının daha kapsayıcı olması, daha renkli olması ve biraz daha pozitif olması çok önemli.
Ben ileride akademisyen olabilirim. Yoksa, mesela karar alıcı mercilerle birlikte çalışmak da bence çok önemli. Ya danışmanlık, ya da Milli Eğitim Bakanlığı. Zaten ülkemizde tarih anlayışının iyileşmesi, daha kapsayıcı olması tek kişiyle yapılacak bir şey kesinlikle değil. Çok iyi yetişmiş tarihçilerimiz var. Kimisi Avustralya’da, kimisi Amerika’da, kimisi Fransa’da, kimisi İskandinavya’da, kimisi Azerbaycan’da, kimisi Japonya’da, kimisi Afrika’da... Ve aslında tarih okuyan herkes bir şekilde idealist; bir şeyler yapmak istiyor. Özellikle daha az temsil edilen grupların -İngilizce’de “underrepresented groups” dediğimiz; “azınlık” sözcüğü yerine onu tercih ediyoruz- tarihlerini, görmezden gelinmiş tarihleri inceleyen birçok araştırmacı var. Önemli olan, bu insanların Türkiye’ye gelmesi; bilimsel ve objektif bir müfredat oluşturabilmek; birlikte çalışabilme motivasyonunu vermek. Çünkü siz tek başınıza hiçbir şey yapamazsınız. Bir ekip lazım. Bunların farklı yaşlardan, farklı disiplinlerden, farklı arka plânlardan gelen insanlar olması lazım. Ben de mesela sadece Yahudi tarihçileri, Rum tarihçileri, Türk tarihçileri ile çalışmak istemem. Önemli olan, bir network oluşturup, birlikte çalışılabilecek bir ortam sağlamak…