Haber resmi: Ressam Hikmet Onat
“İlk sevgilinin gülüşüne benzer
Bir Nisan havası değil mi esen?”
Cahit Sıtkı Tarancı
İstanbul’da bahar, yalnızca bir mevsim değil, zamanın içindeki eski bir melodidir. Hafif bir rüzgâr, erguvanların dallarında titreyen mor ışık, denize vuran sabah güneşi… Şehrin derin hafızasında bahar, yavaşlayan adımlarla, incelen gölgelerle ve açılan pencerelerle hatırlanır. Sayfiyelere çekilen ailelerin telaşını, vapurdan inen yolcuların gözlerindeki ferahlığı, kahve fincanlarının buharına karışan bahar esintisini düşünürüm.
Halil Paşa
Boğaz’ın kıyısında bir banka oturduğunuzda ya da Adalar’ın taş sokaklarında yürüdüğünüzde, eski İstanbul’un sayfiye ruhuna dair bir şeyler hâlâ hissedilir. Sadece biraz dikkat kesilmek gerekir. Çünkü bu şehir, bahar geldiğinde geçmişi daha çok fısıldar. Halil Paşa’nın Tarabya’sında, Hikmet Onat’ın Büyükada sahilinde, Hoca Ali Rıza’nın Göksu’sunda ya da Refik Halid’in badem çiçekleri altında… O eski baharlardan izler, hâlâ suyun ve gökyüzünün arasında asılı durur.
Büyükbabam Refik Halid Karay da baharı böyle anlatır:
“Hafif rüzgârlı bir günde, yeni çiçeklenmiş bir badem ağacının altında durunuz. Bilmem bu dediğim bahar rüzgârını iyice hatırlıyor musunuz? O, daimî surette esmez. Beş, on dakikada bir, görünmez bir dalga gibi gelir, ağaçları kucaklar, atlar, gider. Sonra, neden sonra, bir yenisi gelir ki, rüzgârdan ziyade bir nefes, bir okşama, bir öpüştür.”
Baharın bu dokunuşu, eski İstanbul’un sayfiye ruhunda da kendini gösterir.
Ressamların fırçasında ilkbahar
İstanbul’un baharı yalnızca hatıralarda değil, ressamların tuvallerinde de saklıdır. Halil Paşa’nın eserlerinde, Boğaz’ın sabah ışıkları suya vururken kıyı boyunca sıralanmış ağaçların arasından süzülen ince bir huzur hissedilir.
Hikmet Onat’ın tablolarında ise, sabahın erken saatlerinde iskeleye yanaşan bir vapur, kıyıya bağlı sandallar, Adalar’ın baharla birlikte canlanan yüzü görülür. Onat’ın fırçasında bahar, Boğaz’ın ışığında yankılanan bir sessizliktir.
İbrahim Çallı
İbrahim Çallı’nın tablolarında, sayfiye günlerinin bir başka yüzü vardır. Bahar, yalnızca doğanın tazelenmesi değil, insanların da hayata dönmesidir. Boğaz’a karşı içilen bir kahve, sohbetin arasına sıkışan bir kahkaha, hafif esen rüzgârın getirdiği fesleğen kokusu… Çallı, insanın ilkbaharla birlikte değişen ruhunu anlatır.
Ve Hoca Ali Rıza… Onun tabloları, eski İstanbul’un sessiz sokaklarını, Boğaz kıyısındaki ahşap evleri ve ağaçların arasında kaybolmuş eski bahçeleri bir hatıra gibi yaşatır. Ya büyükbabam Refik Halid Karay’ın “Üzüm salkımı birdenbire çiçek haline geliverirse ancak mor salkım olabilir,” dediği baygın kokulu bu çiçekler rüya gibi değil miydi eski konak bahçelerinde?
Hoca Ali Rıza
Hoca Ali Rıza ile, ilkbaharın Boğaz’daki evlere nasıl nüfuz ettiğini hissedersiniz. Hafif esen rüzgârın perdeleri uçurduğu, çiçeklerin yeni açtığı bir bahar sabahı…
Bahar, Hoca Ali Rıza’nın fırçasında hiç solmayan bir hatıraya dönüşür.
Boğaz’da bir bahar günü
Bir zaman makinesi olsa, 19. yüzyıl İstanbul’unda bir bahar gününe gitmek isterdim. Tarabya’da bir kır kahvesinde oturup Halil Paşa’nın resmettiği Boğaz manzarasına bakarak sabah kahvemi içmek… Belki yan masada eski edebiyatçılardan biri dostlarıyla edebi tartışmalara girerdi. Birkaç masa ötede, genç bir şair defterine Boğaz’ın mavisini şiirlerle taşırdı.
Gün batarken Büyükada’ya geçerdim. Arnavut kaldırımlı sokaklarında yürüyüp çam ağaçlarının arasından rıhtıma iner, belki de son vapura yetişmek için acele ederdim. O vapur, İstanbul’un gecesine karışırken, sayfiye hayatının tatlı hüznünü de içinde taşırdı.
Bugün İstanbul’da eski sayfiye ruhunun izleri azaldı. Boğaz’ın kıyılarında yükselen apartmanlar, vapurların yerini alan motorlar, sahillerdeki kalabalıklar… Ama bahar geldiğinde hâlâ, Boğaz’ın serin rüzgârı bir şeyleri hatırlatır. Eski bir tabloya bakarken, bir kitabın sayfalarını çevirirken ya da denize karşı oturup gözlerimi kapadığımda, o eski sayfiye günlerinin fısıltısını duyarım. Çünkü İstanbul, her bahar kendini yeniden hatırlatır; tıpkı bir tablo gibi, tıpkı bir şiir gibi.