Haber resmi: Nazmi Ziya Güran, Otoportre

Sanatını ömrü boyunca açık hava ressamlığına - “Plenarizm”e bağlayan, onu başarıyla uygulayan Nazmi Ziya Güran, bu akımın öncülerinden sayılmıştır. Güran, Türk resminde 1910 kuşağı olarak bilinen İbrahim Çallı ve arkadaşları arasında, izlenimci eğilimini en sadık biçimde yansıtan sanatçıdır.

Nazmi Ziya’nın çocukluğu ve eğitim hayatı
Nazmi Ziya Güran 1881 yılında İstanbul’da Aksaray’ın Horhor semtinde dünyaya gelir. Babası Ziya Bey, Fatih’in hocası olan Molla Gürani’nin torunlarından olduğundan aile Güran soyadını alır. Henüz ilkokuldayken resme ilgi duyan sanatçı, resim öğretmeni amcası Binbaşı Hasip’den ders almaya başlar. Güran’ın babası, kendisi gibi üst düzey bir devlet memuru olmasını istediği oğlunun resme olan ilgisinden endişe duymakta ve kardeşinin, Nazmi Ziya ile görüşmesini dahi istememektedir. Sanayi-i Nefise Mektebi’ne girmek isteyen Güran, babasına karşı gelemez ve Mülkiye’ye kaydolur. Güran bu dönemde, Hoca Ali Rıza ile tanışarak ondan resim dersleri alır ve sanat görüşünü de bu sayede oluşturur.


Nazmi Ziya Güran'ın kızları

1901’de okulunu bitiren Güran, Sadaret Mektebi Kalemi’nde çalışmaya başladığı yıl babasını kaybeder. Böylelikle hayalini kurduğu Sanayi-i Nefise Mektebi’ne 1902 yılında kaydını yaptırır. Burada, Hoca Ali Rıza, Osman Hamdi Bey, Salvatore Valery, Varniya ve Osgan Efendi gibi dönemin ünlü ressamlarından dersler alır. 1908’de mezun olmasının ardından kendi imkânlarıyla Paris’e gider. Paris Güzel Sanatlar Akademisi’nde ressam Cormon’un atölyesinde çalışır. Kalan zamanlarında açık havada resimler yapar ve müzeleri gezer. Louvre Müzesi’nde iki ay görev alır. 1912’de Paris Resim Sergisi’nde bir resmi sergilenir.


Fatih Camii'ne Bakış

“Sürekli gerçeğe baktım. Gerçi izlenimciliğe, romantizme hatta sürrealizme saptığım tuvaller de var. Ancak yönüm, mihrabım her zaman güneş, kitabım her zaman doğa oldu. Ben Rıza Bey’den hiçbir sanatçının etkisinde kalmamayı öğrendim,” diyen sanatçı, sabah saatlerinden başlayarak İstanbul’un ışık içinde yıkanan doğasını, kimi zaman çok sevdiği Kandilli sırtlarını, kimi zaman Langa bostanını, Haliç’i ya da Göksu deresini, han içlerinin loş görüntülerini, ağaç diplerinin eflatun sessizliğini seçer ve tuvaline aktarırdı. Bedri Rahmi Eyüboğlu haklı olarak, ondaki güneş ışığının nesnelerin asıl rengini ve formlarını eriterek, bütün motiflerin üstüne sıcak bir buğu gibi çöktüğünü öne sürer. Işık, onda, resmi biçimlendiren ve yönlendiren temel etkendir. Bedri Rahmi’nin tanımıyla güneşin, güneşli günlerin, güneşli toprakların ve güneşli göklerin ressamıdır.


Tophane Nusretiye Camii

Eserleri, sergileri
Nazmi Ziya Güran 1913 yılı sonlarında İstanbul’a döndü. İzmir Muallim Mektebi müdürlüğü, İstanbul İl Tedrisat müfettişliği ve Sanayi-i Nefise müdürlüğü yaptı. 1915’te Maarif Nezareti (Millî Eğitim Bakanlığı) tarafından okul duvarlarında sergilenmek üzere Türk tarihine ait tablolar yapmak üzere görevlendirildi. 1909 yılında kurulan Osmanlı Ressamlar Cemiyeti (Güzel Sanatlar Birliği) içerisinde yer alan Nazmi Ziya, 1916 yılından itibaren burada gerçekleştirilen sergilere düzenli olarak katıldı. Ancak, zamanının önemli bir bölümünü, doğada açık havada geçirdi, ışık değişimleri içindeki İstanbul görünümlerini tablolarına konu olarak seçti. Nazmi Ziya’ya göre, ‘gecenin gündüz olmak için geçirdiği çeşitli ışık değişimlerini görmemiş bir kimse, ressam olamazdı’.


23 Nisan

Sanatçının çoğunlukla peyzajları olsa da elbette, figüratif resimleri ve portreleri de vardır. Başta Atatürk’ün portesi olmak üzere, Nazım’ın, eşinin ve kızlarının portrelerini yapmıştır. Nazmi Ziya’nın yeğeni Rasih Güran, 4 Ocak 1936’da usta ressam ile Nazım Hikmet’i bir araya getiriyor. Ve o gün Nazmi Ziya, şairin portresini İstanbul manzarası önünde yapmış. Güran İstanbul Festivali çerçevesinde Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü Burhan Toprak'tan iki katlı salonda kişisel sergi açma teklifi aldı. Son sergisini Güzel Sanatlar Akademisi’nde 17 Ağustos 1937 yılında açtı. Böylesine kapsamlı retrospektif nitelikte bir kişisel sergi belki Türk sanatında ilk kez açılmıştır. Aynı zamanda öğrencisi Bedri Rahmi Eyüboğlu tarafından sanatçı hakkında bir de küçük kitap hazırlandı. Otuz beş yıllık çabasını 300 eserle sergileyen Nazmi Ziya, sergisi devam ederken henüz hakkında yazılmış kitapçık yayınlanmadan, 11 Eylül 1937 gecesi, geçirdiği kalp rahatsızlığı yüzünden hayatını yitirdi. Öldüğü zaman 56 yaşındaydı. Nazmi Ziya, bir Batı akımının takipçisi olduğu halde, yerelliği de elden bırakmayan lirizmi kendine yakıştırmıştır.

Bir iletişim aracı olarak Resim
Resim sanatı, bir iletişim aracı ve duyguların kişiden kişiye aktarılmasına yardımcı olan en eski paylaşım yoludur. Tarih öncesi duvar resimlerinde olduğu gibi insanlar; hırslarını, korkularını, sevinçlerini ilk zamandan beri betimleme yolu ile ortaya koymaya çabalamıştır.

Nazmi Ziya, fırçasını İstanbul’un park, bahçe ve kırlarında, sahil ve rıhtımlarında dolaştırırken izleyiciyi de 1930’ların İstanbul’una götürüyor. Bilhassa Cumhuriyet’in ilanından sonra modern kent hayatını, meydanlarını ve insanlarını konu ediyor tuvallerinde.

Sanatçının 1935 yılında yaptığı Taksim Meydanı tablosu benim çok sevdiğim bir eserdir. Bazı resimler izleyicide derin yansımalar bulur.


Taksim Meydanı

Ortada Cumhuriyet Anıtı, meydanı saran apartmanlar ve arabalar arasında topuklu ayakkabılı, kolları açık bahar elbiseleri ve şık şapkalarıyla kadınlar geziniyor. Nazmi Ziya, kentsel modernleşmenin başlıca simgesi olan Taksim Meydanı’nın bir sosyal alan statüsü kazanmasında önemli rol oynayan Taksim Cumhuriyet Anıtı’na özellikle yer verir. Apartmanlar, arabalar, şapkalı kadınlar kadar modern bir unsurdur Pietro Canonica’nın 1928 tarihli anıtı. En azından o yılların Türkiye’si için. Ama resmi anlamlı kılan, anıtın ve meydanın resmî geçit törenleriyle değil de, giyimin kuşamın, kadınlı erkekli sivil sosyalleşme biçimlerinin ön planda olduğu bir sahne olarak yansıtılmış olmasıdır.

Benim de çocukluğum ve gençliğim Taksim Meydanı’nda geçmiştir. Harbiye’de okulum Notre Dame de Sion’a, gidip gelirken yolum Cumhuriyet Anıtı’nın önünden geçerdi. Ailemle hafta sonu gezmelerimin adresi yine Taksim Meydanı idi. Belki bende uyandırdığı hatıralar, hissettirdiği duygular, anımsattığı kokulardır beni bu resme çeken. Pietro Canonica’nın Lago Maggiore’deki Stressa şehrinde bulunan müzesini gezmiştim birkaç yıl önce. Müzede Taksim’deki Anıtın replikasını görmek beni çok mutlu etmişti. İnsan bazen kendi yaşadığı şehirde her gün gördüğü bir anıtla bir bağ kurabiliyor. Etrafı zamanla değişime uğrasa bile… hatırınızda kalan unsurlar birer birer kaybolsalar bile… Bir sergide bazen bir tablonun önünden ayrılamazsınız, dakikalarca bakmak ihtiyacını duyarsınız ve aranızda estetik, nostaljik ve duygusal bir ilişki doğduğunu hissedersiniz. Sanatın bize verdiği haz bu değil midir?