Geçtiğimiz ay bayram günleriydi… Bir komşu ziyareti yapalım dedik…
…Ve uzun zamandır görmek istediğim bir bölgeye doğru yol aldık: Meteora’ya...
Yunanistan’ın orta kesiminde, Tesalya bölgesinde yükselen devasa kaya sütunlarının göğü delen siluetleri arasında ilerlerken, onca tavsiyesini duyduğum Kalampaka kasabasına yaklaştığımı hissettim. Yol kıvrıldıkça manzara bir mitos gibi çözülmeye başladı: Yer ile gök arasında asılı kalmış taş devleri ve onların tepesine kurulmuş manastırlar… Yoksa devler ülkesine mi gelmiştik? Meteora’ya vardığımda zaman büküldü; gözlerim çağların izini sürerken, ruhum mistik bir sessizliğe büründü.
Meteora, Yunancada “havada asılı” anlamına geliyor. Bu ad, bölgenin hem fiziksel yapısını hem de ruhani dokusunu özetliyor sanırım. 14. Yüzyılda keşişler, Osmanlı akınlarının yarattığı kargaşadan uzaklaşmak, dünyadan el-etek çekmek ve Tanrı’ya daha yakın olmak için bu ulaşılmaz kayalıklara sığınmış. İlk manastırlar ip merdivenlerle ya da çıkrık sistemleriyle erişilen basit yapılar olarak kurulmuş. Zamanla daha kalıcı taş yapılara dönüşmüşler; bugün ayakta kalan altı manastır, insanın hem inancı hem de mühendisliğiyle doğayı nasıl şekillendirebildiğinin birer gösterisi!
Zamanın çok daha yavaş aktığı bir yer
Serüvenimizde, Agios Stefanos Manastırı’nın taş döşeli avlusunda durdum. Aşağıda, Kalampaka’nın kırmızı kiremitli çatıları; yukarıda, sisin ardında beliren Pindos Dağları… O an, zamanın çok daha yavaş aktığı bir yere geldiğimi duyumsadım. İçerideki fresklerde Bizans sanatının neredeyse hiç bozulmadan korunduğunu görmek büyüleyiciydi. Her fırça darbesi bir dua, her figür bir yankı gibiydi.
Manastırlara çıkan patikalar bazen dik, bazen sarp kayalara oyulmuş basamaklarla örülü. Ama her bir basamak, her bir adım, doğanın ve insan emeğinin birlikte inşa ettiği bu anıtsal mekâna biraz daha yaklaştırıyor bizi. Varlaam Manastırı’nda rüzgârın taş duvarlara çarpan uğultusunu dinlerken, yüzlerce yıl önce burada inzivaya çekilmiş bir keşişin aynı sesi duyduğunu düşünmek ürpertici bir yakınlık duyumsatıyor.
Meteora sadece bir seyahat noktası değil; aynı zamanda içe doğru bir yolculuk. Kayaların üstünde yükselen bu manastırlar, dünya ile gökyüzü arasındaki dengeyi temsil ediyor. Belki de bu yüzden burası, sadece manzaralarıyla değil, sessizliğiyle de hatırlanıyor.
Ziyaretimin sonunda, güneş batarken manastırların taş yüzeyleri altın sarısına büründü. Ve o an anladım: Meteora, bir dağın tepesine inşa edilmiş ibadethaneler değil; zamandan, taşlardan ve inançtan örülmüş bir dua gibi yükselip duruyor gökyüzünde.

Suzan Nana Tarablus ve Tina Varon
Meteora’ya duyduğumuz hayranlık, sadece doğanın mimarlığına ya da insan emeğine değildi; bir tür vakur duruluğa, zamanla yarışan bir sadeliğeydi adeta. Taşların üzerinde duran o yapılar, bize yaşadığımız her şeyin gelip geçici olduğunu, ama bazı duyguların — hayranlık gibi… bağlılık gibi… sessizce anlaşabilmek gibi…— kalıcı olabileceğini hatırlatıyordu.
Varlaam Manastırı’nın avlusunda birlikte oturduk. Önümüzde Peneios Ovası, ardımızda kayalara oyulmuş keşiş hücreleri… Rüzgâr saçlarımızı karıştırırken, bir an için her şey olduğu gibi durdu: ne geçmişin yükü ne de geleceğin belirsizliği. Sadece o ânın berraklığı, birlikte duyumsadığımız bir tür hafiflik.
Manastırdan bir kaya duvarının gölgesinde ona, “Biliyor musun,” dedim, “buraya geldiğimize değil, bunu seninle yaşadığıma minnettarım.” O sadece başını eğdi. Belki bir teşekkürdü, belki de o da aynı şeyi hissetmişti ama kelimelerle bozmak istememişti.
Meteora’da göğe yükselen her taş, içimizde de bir yankı bıraktı. Dönüş yolunda artık daha az konuştuk. Ama o sessizlik, bir uzaklık değil; paylaşılan bir bütünleşme idi. Her adımda, birlikte yürünmüş yolların ne kadar kıymetli olduğunu daha derinden anladık.
Şimdi geriye dönüp baktığımda, Meteora’yı sadece gördüğüm bir yer olarak değil, bir duygunun, bir anın, bir dostluğun yankılandığı bir mekân olarak hatırlıyorum. Belki de gerçekten asılı kalan, manastırlardan çok, içimizde bir yerlere ilişip kalan o hayranlık duygusuydu.