Haber Fotoğrafı: Suzan Nana Tarablus


Otobüsteyim. Yol, sabahın erken saatlerinde tozlu ve serin bir rüzgârla başladı. İran’ın Batı Azerbaycan Eyaleti’nin kalbinde, Zencan ile Erdebil arasında uzanan kıvrımlı yolların ardından akşam olmaya yakın Taht-ı Süleyman’a ulaştım.
Taht-ı Süleyman, arkeolojik bir alan… Urmiye ile Hamedan arasında, Takab şehrine yakın bir konumda. 2003 yılında UNESCO Dünya Mirası listesine alınan bu alan, Zerdüşt Ateş Tapınağı kalıntılarını içeriyor. Etrafında ise kısmen Sasani, kısmen de İlhanlı döneminde inşa edilmiş bir kale… Taht-ı Süleyman adı ise, bölgeyi fetheden Araplar tarafından verilmiş.
Taht-ı Süleyman, efsaneler ve tarihle iç içe geçmiş bir bölge olarak, Zerdüşt inancının ve İslam öncesi İran kültürünün derin bir izini taşıyor. Bu antik kompleks, özellikle de Hz. Süleyman’ın mistik güçlerine dair hikâyeleriyle dikkat çekiyor. Adını efsanevi İsrail Kralı Hz. Süleyman’dan alan Taht-ı Süleyman, Zerdüştler için kutsal bir merkez olarak kabul ediliyor.



Antik dünyanın bu kutsal alanı, yüksek bir plato üzerinde, taşların ve sessizliğin hüküm sürdüğü bir yer. Süleyman Peygamber’e atfedilen bu mistik mekân, eski zamanlarda ateş tapınaklarına, Sasani saraylarına ve efsanelere ev sahipliği yapmış. Bu kutsal addedilen dağ, Taht-ı Süleyman veya “Süleyman'ın Kutsal Dağı” adlarıyla da anılıyor. Tarihî İpek Yolu’nda… Buradaki taşlar, çeşmeler ve mağaraların her birinin kutsal olduğuna inanılıyor.
Mermer zemine basarken zamanın donduğunu hissettim. Gökyüzü, krater gölünün aynasında yansıyordu. Durağan, mevsimlere ve doğa döngüsüne bağlı bir varoluş temposu… Etrafı çevreleyen kalıntılar sade, gösterişsiz, doğayla iç içe —öğretileri ve mitolojisi, Yahudi-Hristiyan geleneğini büyük ölçüde etkileyerek binlerce yıl süren bir miras bırakan Zerdüşt inancının ateş sunağı, kale duvarları ve saray kalıntıları— birer hayal gibi uzanıyordu önümde. Rehberimiz Rana’nın anlattıkları kulaklarımda yankılanıyordu: “Burada, ateş hiç sönmedi. Tanrılar, bu topraklarda yürüdü.”



Nusret Abad Köyü

Güneş batarken taşlar kızıl bir renge büründü ve otobüsümüz bu büyülü âlemi arkada bırakıp Nusret Abad Köyüne doğru yola çıktı. Yol dar ve kıvrak. Vadilerin içinden geçerken ufukta tütmeye başlayan soba dumanları… Toprak yollar, taş duvarlı, yamaçlara dizili kerpiç evler, çatlamış duvarlar, renksiz daracık sokaklar…
Otobüs bir meydancıkta durdu. Aynı esnada yanı başımızdaki bir sürü, kara koyunlar ve kuzucuklar ağıla girmemekte direniyordu. Bizi misafir eden “butik otel” aslında bir ailenin misafirhanesiydi… Kapıdan içeri adım attığımızda sıcak çay ve tandır ekmeği kokusu karşıladı bizi. Akşam yemeğimiz bir yer sofrasındaydı… Gece, sessizliğin içindeki yıldızların ışıltısıyla kaplıydı. Elektrik zayıf, ama gökyüzü parlaktı. Yatarken dışarıdan yalnızca rüzgârın sesi geliyordu.
O gece Taht-ı Süleyman’ın efsaneleriyle Nusret Abad’ın huzuru iç içe geçti düşlerimde. Zaman, buralarda farklı akıyor. Belki daha yavaş, ama çok daha derin…
Nusret Abad Köyü, zamanın telaşından uzak, sade yaşamların sürdüğü âdeta Anadolu’nun bir köşesi. Sabahları horoz sesiyle uyanan köylüler, günlerini toprakla, hayvanlarla ve birbirleriyle iç içe geçiriyor. Burası çıplak yalınlık içinde hem güzellikleri hem de zorlukları dürüstçe yansıtan bir taşra anlatısı. Gösterişsiz, temel ihtiyaçlarla sınırlı bir hayat; yerel geleneklerin ve geçim derdinin ön planda olduğu bir gündelik yaşam.
Taş ve kerpiç evlerin bahçelerinde dut ağaçları, üzüm asmaları. Elektronik cihazların sesi yerine rüzgârın, suyun ve çocuk kahkahalarının sesi. Nusret Abad’ın yalınlığı, doğayla uyumlu yaşamanın inceliğinde, içtenliği ise insanların göz göze geldiğinde yüzlerinde beliren sıcak gülümsemede saklı.
Toprağı çatlamış yollardan ağır adımlarla yürüyen yaşlı kadın, elindeki testiyi her adımda biraz daha yana eğiyordu; su değil, zaman dökülüyordu sanki içinden. Ta Taht-ı Süleyman devrinden bu günlere… Nusret Abad Köyü ne bir fazlalığın ne de eksikliğin isyanını taşıyordu — her şey olduğu gibiydi. Evler, bir zamanlar özenle sıvanmış ama sonra kaderine bırakılmış duvarlar gibi; insanlar ise bir sabah güneşi, bir akşam rüzgârı gibi sessiz ve kabullenmiş. Cami minaresinden duyulan ezan sesi, koyunların meleyişine karışırken yokuşun başındaki incir ağacı her yıl aynı hüzünle meyve veriyor. Ne büyük sevinçlerin ne de derin düşlerin mekânıydı burası; sadece yaşamanın, bir günü daha geçirmenin yalın gerçeğiydi.



Zerdüştlük
(ya da Zoroastrizm), M.Ö. 1000’ler civarında İran platosunda ortaya çıkmış, dünyanın en eski tek tanrılı dinlerinden biri. Kurucusu, peygamber Zerdüşt (Avestaca: Zarathustra) olarak biliniyor. Zerdüşt’ün yaşadığı dönem kesin olmamakla birlikte, M.Ö. 1000 ile M.Ö. 600 yılları arasında yaşadığı tahmin edilmekte.
Zerdüştlüğün kutsal kitabı Avesta’nın metinlerinde, Ahura Mazda (Bilgelik Tanrısı) tek ve yüce tanrı olarak tanımlanıyor. Ahura Mazda, iyilik ve düzenin temsilcisi iken, karşısında Angra Mainyu (Ahriman) adlı kötü ruh kaos ve kötülüğü temsil ediyor. Bu kozmik ikilik, Zerdüştçü etik sistemin temeli addediliyor: iyi düşünce (humata), iyi söz (hukhta) ve iyi eylem (hvarshta).
Zerdüştlük, özellikle Ahamenişler (M.Ö. 550-330), Partlar (M.Ö. 247 – M.S. 224) ve Sasaniler (M.S. 224-651) döneminde İran’ın resmî dini olmuş. Sasani İmparatorluğu döneminde güçlü bir dinî kurumlaşma yaşamış ve rahip sınıfı büyük etki kazanmış.
Ancak, M.S. 7. yüzyılda Arapların İran’ı fethetmesiyle birlikte İslam yayılmış ve Zerdüştlük ağır baskılara maruz kalmış. Zamanla çoğu Zerdüşt din değiştirmiş; bazıları ise Hindistan’a göç ederek Parsi topluluğunu oluşturmuş.


İran’da Zerdüştlük Üzerine Bir Anlatı
İran’ın Yezd şehrine uzanan tozlu bir yolda, taşlarla örülü bir ateş tapınağının önünde yaşlı bir rahip, hayli genç bir çocuğa ateşin sırlarını anlatıyordu:
Rahip: “Bu ateş, bin yıldır hiç sönmedi. Çünkü biz, onun sadece fiziksel sıcaklığını değil, içimizdeki ahlaki ateşi de koruyoruz.”
Çocuk ateşe baktı ve sordu: “Peki neden sadece tek tanrı var, Ahura Mazda? Diğer dinlerde birçok tanrı var.”
Rahip gülümsedi: “Çünkü biz, iyiliğin ve kötülüğün savaştığını biliriz. Ama sonunda ışık galip gelir. Ahura Mazda, o ışıktır. Her düşüncende, her sözünde ve her davranışında onu seçmelisin.”
Yıllar geçer, çocuk büyür. Toplum, İslam’ın etkisiyle değişir, ama o yaşlı rahibin anlattıkları zihninde yer eder. Kimliğini kaybetmeden yaşar; çünkü bilir ki Zerdüştlük, sadece bir din değil, bir yaşam biçimidir: “Doğru düşün, doğru konuş, doğru yaşa.”