(Fotoğraflar: Nazmiye Önder - Şahin Önder)
“Ata topraklarına hoş geldiniz” diye karşılandığımız Özbekistan gezimizin ilk durağı, Hiva. Yüzyıllardır değişmeden kalmayı başarmış bu tipik Orta çağ kent kimliğini koruyan şehre ulaşabilmek için İstanbul’dan Urgenç’a uçmak zorundayız. Urgenç - Hiva arası 30-35 kilometre olmakla beraber yollar çok geniş ve bakımlı olmadığı için yaklaşık bir saat süren bir yolculuktan sonra, geçmişte asılı kalmış, toprak renginde surlarla çevrili bu mistik kente ulaşmayı başarıyoruz.
İki çöl arasında bir vaha
İki çöl arasında bir vaha ve İpek Yolu üzerinde kervanların en önemli durak noktalarında bir kavşak olan Hiva şehrinin adı, ilk kez 10. yüzyılda yaşamış iki Arap gezginin seyahatnamesinde duyulmuş. Bununla birlikte arkeolojik bulgular, şehrin tarihinin 6. yüzyıla kadar indiğini gösteriyor. Dünyanın en eski kültür merkezlerinden biri sayılan ve tam anlamıyla açık hava müzesi olan şehir, Harezm Hanlığının başkenti olmuş; Amir Timur ve Cengiz Han’ın da işgallerine uğramış. 1991 yılında Dünya Mirası Listesine alınan Hiva, Ekim Devrimi sırasında Kızıl Ordu tarafından devrilen Hiva Hanlığının yerine kurulan Harezm Sovyet Halk Cumhuriyeti’nin merkezi yapılmış.
Taş Saray girişi -Foto: Şahin Önder
İçhan Kale ve iç kalesi, Cuma Camisi, Said Alâeddin Mozolesi, Arab Han ve Muhammed Âmin Medreseleri, Ak Camii, Allakuli Han Medresesi, Taş Hovli Sarayı, Pehlivan Mahmud Mozolesi ve İslam Hoca Minaresi başlıca görülecekler arasında yer alıyor. Şehrin yapılarında görülen ahşap ve seramik işlemeciliği, çinicilik sanatı gezginleri kendine hayran bırakıyor. Hiva’da yer alan eserler Orta Asya’da en iyi korunmuş İslam eserleri arasında sayılıyor. Zerdüştlüğün kurucusu Zerdüşt’ün de burada doğduğu ve yüzyıllarca bu dinin şehirde hüküm sürdüğü söyleniyor.
Taş Saray -Foto: Şahin Önder
Hiva adının nereden geldiğine dair pek çok rivayet anlatılmakla beraber en çok kabul göreni; Nuh Peygamber’in oğlu Sam ile ilgili anlatılan hikâyedir. Rivayete göre Nuh Peygamberin oğlu Sam, kendi kavmini kurtarmak için çöle kaçar ve buralara kadar gelir. Ancak burası çöl olduğundan susuz kalırlar. Sam, kavmine kazmaları için bir yer gösterir, 4-5 metre sonra tatlı su bulunur ve insanlar mutlulukla “khei-vak” (tatlı su) diye bağırırlar. Yıllar geçtikçe bu söylem Khiva (Hiva) şeklini alır. Günümüzde bu suyun halen mevcut olduğu ve şehirde yaşayan bir ailenin evinin içinde kalmış olduğu söyleniyor.
Küçük ama çok etkileyici…
Kendinizi tarihin içinde kaybolmuş hissedeceğiniz bu toprak rengi şehir, yürüyerek gezebileceğiniz kadar küçük ama bir o kadar da etkileyici. Halen yaklaşık dört bin kişinin yaşam sürdüğü kale, iç ve dış surlardan oluşuyor. Dış kale zaman içinde yıkılmış olsa da iç kale günümüze kadar ayakta kalmayı başarmış, 2.600 metre uzunluğundaki surlarla çevrili. Kaleye dört ayrı kapıdan giriş yapılabiliyor; Kuzey Kapısı, Güney Kapısı, Doğu Kapısı ve Batı Kapısı.

Amin Han Medresesi -Foto: Nazmiye Önder
Batı Kapısından girdikten hemen sonra, Orta Asya’nın en büyük medreselerinden biri olan Muhammed Âmin Han Medresesi bizi karşılıyor. 1850-1854 yılları arasında Muhammed Âmin Han tarafından yaptırılan medrese en çok yarım kalan minaresi ile ilgi çekiyor ve anılıyor. Buhara ziyaretinde çok beğendiği bir minareye özenip ondan daha yükseğini inşa ettirmek isteyen Han, medrese inşaatı başladıktan bir süre sonra savaşa katılmış ve hayatını kaybetmiş. Bu nedenle medresenin minaresi yarım kalmış; 80 metre olması planlanan minare 26 metre yüksekliğe sahip. Üzerindeki çini işlemeler oldukça göz alıcı. Günümüzde şehrin simgelerinden biri haline gelen ve yarım kalan minare ile ilgili, çeşitli hikâyeler anlatılmaya devam ediliyor.

Amin Han Medresesi -Foto: Nazmiye Önder
Bu medrese, dünyaca ünlü pek çok âlimin yetişmesine vesile olmuş. Sıfırı ilk kullanan ve algoritmayı bulan ünlü matematikçi Al Harezmi, dünyanın yuvarlak olduğunu söyleyip haritasını çizen bilim adamı Al Biruni, hekimlerin piri kabul edilen ve tıp, felsefe, matematik, astronomi dallarında çalışmaları olan İbn Sina bunlardan birkaçı.
1908 yılında yapılan ve Hiva’nın her noktasından görülen İslam Khoja Minaresi’nin ve İslam Hoca Medresesi’nin bulunduğu İçhan Kale’nin merkezinde bulunan meydanı satıcılar mesken tutmuş. En çok Özbekistan’a has kalpakların satışının yapıldığı tezgâh ilgi çekiyor. Bu kalpakların sosyal statüyü anlatmak için de kullanıldığını anlatan rehberimiz, her birinin hikâyesini ayrı ayrı özetliyor.
İslam Hoca Medresesi -Foto: Şahin Önder
Bu kısa moladan sonra Registan Meydanı’na doğru ilerliyoruz. Meydanın en önemli eserlerinden biri “Kohne Ark” yani Eski Kale. Eskiden hükümdarlardan bazıları kendileri için özel kaleler yaptırırlarmış. Bu kalenin içinde de, hanın kabul hanesi, haremi, darphanesi ve cami bulunuyor. Kohne Ark kapısının karşısında ise oldukça güzel bir medrese yer alıyor. Kabul hanenin üç kapısı bulunuyor; ilk kapı süslemelerinin güzelliği dikkat çekiyor. Ortadaki kapı ilkine göre daha az gösterişli, üçüncü kapı ise daha sade süslenmiş. Bunun nedeni ise, gelen misafirlerin statüsü ve zenginliklerine göre farklı kapılardan giriş yaptıklarında, hanın gelen kişi hakkında bir ön bilgi elde etmesi sağlanmış. Yan taraflardaki balkonlar ise, misafirlerin olmadığı zamanlarda haremde kalan kızlar tarafından kullanılıyormuş. Dışındaki süslemelerin güzelliğini seyretmekten içine girmeye bir türlü sıra gelmiyor. İçeride de duvar ve tavan süslemeleri oldukça dikkat çekici.

İslam Hoca Medresesi -Foto: Şahin Önder
Meydandan ayrılıp orijinal ahşap işlemeli kapısı, çatıyı destekleyen 215 ahşap sütundan oluşan Cuma Cami’ne gidiyoruz. Cami içindeki sütunlardaki ahşap işlemeciliğine hayran kalıyoruz. Yapımına 10. yüzyılda başlanmış ve 18. yüzyıla kadar devam etmiş. Değişik dönemlerde yapılan sütunlarda farklı dokular dikkat çekiyor, üzerlerinde çiçek ve yaprak desenleri ince ince işlenmiş.
Camiden sonra, duvarlarında ve kapı girişlerinde çini işlemeciliğinin tavan yaptığı yazlık saraya geçiyoruz. Sarayın önemli bir bölümü hareme ayrılmış, haremin sol tarafına hanın odaları sağ tarafına ise yaşam alanları yerleştirilmiş. Harem girişinin tam karşısında, zamanında haremde kullanılan eşyaların sergilendiği bir bölüm yer alıyor.
Hiva sokaklarında dolaşırken hangi devirde olduğumuzu unutuyoruz. Her yer toprak rengi. Mavi turkuaz renkli işlemeler, minareler, medreseler, camiler, mezarlar, ahşap işlemeli kapılar arasında dolaşırken, kale içinde yaşayan halk kıyafetleri ile öyle uyumlu ki, farklı bir zaman diliminde olduğunuzu fark etmiyorsunuz. Kadınlar genelde uzun, renkli ve genelde simli işlemeli elbiseleri, erkekler kalpakları ile geçmiş tarihlerde yaşamaya devam ediyor gibi. Toprak ve parke taşlı kaplı sokaklarda gördüğünüz her bina sizi kendine çekiyor.

Akşam hava kararmaya başlarken otelimize dönüyoruz. Otel kale içinde tarihî dokuya uyumlu olarak yapılmış küçük kullanışlı bir bina. Hızlıca üzerimizi değiştirdikten sonra, gün boyu dinlediğimiz harika Özbek yemeklerini tatmak üzere restoranımıza doğru yola çıkıyoruz. Yerel müzik ve dansların eşliğinde sunulan yemekler oldukça lezzetli. Özellikle “çıtır patlıcan” herkes tarafından çok beğeniliyor. Özbekistan ile özdeşleşmiş Özbek Pilavı ve Samsa masanın vazgeçilmezlerinden… Yemekten sonra yorgunluktan gücümüz kalmadığı için hemen otele dönmeyi planlıyorduk ancak gece ışıklar altındaki Hiva bir başka güzel, bir başka çekici. Kendimizi Hiva’nın dar ara sokaklarında yerel halkın arasında dolaşırken buluyoruz….






