ARİF ERGİN*

Tekvin, ‘sıfırdan yaratmak’ değil, ‘mânâları var etmek’ demektir. Yaratılmışı dönüştürerek yeniden yaratmak, onu anlamlandırmaktır.”

“Tekvin”, başlangıçta sadece bir roman yazma serüveniydi benim için. Daha önce hiçbir roman yazmamış bir adamdım. İklim Değişikliği ile mücadele eden projelerde çalışan bir mühendistim, tatsız bir hastalıktan iyileşmeye çalışıyordum ve bu dünyaya ardımda benden bir şeyler bırakmak istiyordum. Ve bir gece yarısı sessizce masama oturdum, derin bir nefes alıp başladım ilk kelimelerini yazmaya. 2012 yılının 19 Eylül gecesiydi... Dünya üzerinde kendimden başka başarabileceğime inanan biri yokken çıktığım sonu belirsiz bir yolculuktu. İnatla sürdürdüğüm ve beni başka bir insana dönüştüren, sıradan bir adamdan bir yazar yaratan 6 yıl süren bir yolculuk.


“Roman da yepyeni bir yazarı, beni yaratıyordu…”

İşte Osman Hamdi Bey’in aynı isimli tablosundan yola çıkarak yazdığım “Tekvin” romanına böyle başladım. Başlarken, yazdığım şeylerin bir roman olup olamayacağını, biri tarafından basılıp basılmayacağını bile bilmiyordum. Hiçbir şey planlamadan, hiçbir strateji yapmadan, sadece yazıyordum. Yazdığım roman bazen kontrolü eline alıyor ve kendi kendini yazmaya başlıyor, bana adeta neyi nasıl yazmam gerektiğini öğretiyordu. Bir zaman sonra anladım ki, ben kelimelerimle yepyeni bir roman yaratırken, roman da o kelimelerin birbirinden derin manalarıyla yepyeni bir yazarı, beni yaratıyordu.

Yazdığım romanın ismi “Tekvin”di. ‘Yaratılış’ anlamına geliyordu. Roman bu ismi, ünlü Osmanlı ressam ve arkeoloğu Osman Hamdi Bey’in 1901 yılında yaptığı bir tablosundan alıyordu. Tablo, 2001 yılında gizemli bir şekilde ortadan kayboluyor ve ülkemizin en ilginç komplo teorilerinden birine dönüşüveriyordu.

“Bir tutkuydu benim için Galata…”

Bense o yıllarda henüz Tekvin’den ve bir gün onunla ilgili bir roman yazacağımdan habersiz, Galata ve Beyoğlu aşığı bir adam olarak yıllardır buradaki semtlerin tarihini araştırıyordum. Bu semtin insanlarını, eşsiz güzellikteki binalarını, rengârenk kültürlerini, dinlerini, dillerini, eserlerini araştırıyordum. Sokaklarını karış karış adımlıyor, sahaflarından eski kitaplar, belgeler topluyor, kütüphanelerine, arşivlerine giriyor, müzelerine gidiyor, kafelerinde dinleniyor, sonra yeniden kendimi o insan selinin içine atıyor ve her defasında İstiklal’den Galata’ya akıyordum.

Bir tutkuydu benim için Galata. İstanbul’a 20’li yaşların sonunda, yani biraz geç gelmiş biri olarak sonradan yaşanan her aşk gibi İstanbul da öylesine güçlü bir aşka dönüşmüştü benim için. İşimden ve ailemden kalan her zaman soluğu orada alıyor ve bir şey amaçlamadan, sadece büyük bir merakla her detayını araştırıp öğreniyordum.

Osman Hamdi Bey’in kayıp tablosu ‘Tekvin’

Ve bir gün bir internet gazetesinde Osman Hamdi Bey’in kayıp tablolarıyla ilgili bir haberde Tekvin’i gördüm. Bu, o tabloyu ilk görüşümdü ve ilk görüşte adeta içine düşmüştüm. Cami’ye benzer bir mekânda, mihraba oturmuş hamile bir kadın ve yerlere saçılmış eski kitaplar, el yazmaları ve savrulmuş sayfalar... Bunların dinî metinler olduğuna dair iddialar ise daha ilginç gelmişti bana. Bir anda Galata ve Beyoğlu’nu araştırmayı bırakıp tablodaki anlamı araştırmaya başladım. Tablodaki hamile kadın, vücudunun şekli, fonda dinî metinler ve sembollerle bezeli çiniler, yerde dumanı tütmekte olan bir buhurdan ve kadının yanında kocaman bir şamdan ve mum. Tablonun ismi yanlış bir şekilde Mihrap olarak biliniyordu. Araştırdıkça doğrusunun Tekvin (La Genèse) olduğunu öğrendim. Tekvin. Yani Yaratılış...

“Tabloyu gördüğüm an anlamıştım romanımı ne üzerine kuracağımı…”

O ana kadar Galata semtinde geçen bir roman yazmak istiyordum ve hikâyeyi nasıl kurgulayacağımı düşünüyor, bir türlü karar veremiyordum. Ama tabloyu gördüğüm an anlamıştım romanımı ne üzerine kuracağımı. Bunca araştırmamın sonunda Galata’nın bir romana dönüşebilmesi için gerekli hikâye bulunmuştu artık. Bu hikâye, o bölgenin tarihteki ilk belediye başkanlarından biri olan Osman Hamdi Bey’in şu anda kayıp durumda olan “Tekvin” tablosuydu.

“Peki, neydi Tekvin’i böyle gizemli kılan?”

Osman Hamdi Bey böyle bir tabloya neden Tekvin adını vermişti? Tablodaki sembollerle dolu ilginç kompozisyon bize ne anlatıyordu? Ben de herkes gibi bu soruların peşine düştüm ve böylece ‘Tekvin’ kavramını araştırmaya başladım.

Tekvin. Veya daha genel kullanımıyla Genesis. Anlamını öğrenmek için ne kadar çok kaynağa bakarsanız bakın karşınıza çıkan cevap hep aynı oluyordu: Yaratmak veya Yaratılış. Benimse bu cevapta içime sinmeyen bir şeyler vardı.

“Yolum yeniden Tevrat’la kesişmiş oldu…”

Atladığımız bir detay, gözden kaçan bir nüans olmalı diye hissediyordum. Daha derine dalıp araştırmalıydım. Böylece yolum yeniden Tevrat’la kesişmiş oldu. Tevrat’ın ilk bölümü olan Tekvin’e bakmaya karar verdim ve o derin metni defalarca kez yeniden okumaya başladım:

Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı’nın Ruhu suların üzerinde hareket ediyordu. Tanrı, “Işık olsun” diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve onu karanlıktan ayırdı. Işığa “Gündüz”, karanlığa “Gece” adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ilk gün oluştu.

Tuhaf bir histi bu. Binlerce yıl öncesinden bir metin, sanki doğrudan bana hitap ediyor gibi bir duygu kaplıyordu içimi. Ve hala ‘Tekvin’ kavramını anlamaya çalışıyordum. Uzun süren okumalar sonunda zamanla cevaplar zihnime ve gönlüme düşmeye başladı.

Tekvin, sıfırdan bir yaratılış değildi sanki. Yaratılmış bir şeyi anlamlandırarak anlamla yaratmak, bir anlam vermek, yeni bir ruh vermekle ilgiliydi. Yeryüzü vardı ama şekilleri yoktu. Yer boştu. Karanlıktı. Sular vardı ve kalan her şey onun ruhuyla doluydu. Ve onun bir “ol” demesiyle kâinat aydınlanıp, renklenip şekilleniyordu. İşte Tekvin böyle bir yaratmaydı. Tüm evrenin ve dünyanın anlamlanmasıydı.

Uzun süren bir araştırma ve felsefi bir dönüşümün ardından yazdığım satırlar benim için de yeniden anlamlanıyordu. “Tekvin” isminde bir roman yazıp, Osman Hamdi Bey’in ‘Tekvin’ tablosundan ve tekvin kavramından bahsediyordum, aynı zamanda tedavisini gördüğüm bir hastalıktan kurtulmaya ve hayatımı yeniden anlamlandırmaya çalışıyordum ve kendi kendimi tekvin etme, yeniden şekillendirme, dönüştürme halindeydim. Sonuçta ben romanı yaratıyordum roman bir yazar yaratıyordu ve “tekvin” bizzat benim hayatımda bir olguya dönüşüyordu.

Neden Tekvin romanını yazdım?

Bir yazara sorulan sorular içinde en basit gibi görünen ama aslında en zor olan sorudur bu.

2012 yılıydı. Daha “yolun yarısına” yeni yeni yaklaşmakta olduğunu hisseden genç ve sağlıklı bir adam olarak, o kadar da fazla zamanımın kalmamış olabileceğini öğrendiğim bir 19 Eylül günü, anlamıştım ki, bir daha hayatımdaki hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktı.

“Anlarsın ki, kendi tekvinin başlamıştır…”

Bazı anlar vardır, insan artık aynı insan olarak yoluna devam edemeyeceğini anlar. Kendi kendini yeniden yaratma zamanı gelmiştir adeta. Böyle anlarda insan, kendi içine yaptığı bir yolculukla var olan her şeyi yeniden anlamlandırır, kendisine hayatın içinde yeni bir anlam aramaya ve o anlama uygun bir rol biçmeye başlar. İşte bu, kendini yeniden yaratmaktır. Bedenin yine aynı bedendir. Ellerin aynı, gözlerin aynıdır. Hatta gözlerinin baktığı nesneler de aynıdır. Ama onlarda gördüklerin, işte bu, artık değişmeye başlamıştır. Bunu hissettiğin an anlarsın ki, kendi tekvinin başlamıştır.

Altı yılın sonunda romanı bitirip yayınlandıktan sonra da hayatımdaki tekvin devam ediyordu. Beni bir yazara dönüştüren “Tekvin” romanı, daha sonraki süreçte beni bir yazardan, çok okunan bir yazara dönüştürüyordu. Tekvin baskı üstüne baskı yapıyor, birbirinden değerli ödüller alıyordu. Hayatın içindeki tekvin, hiç bitmiyordu.

Roman yazma sanatı, kelimeleri kullanarak zihinlerde resimler yapma sanatıdır. Bense tersten gidip, yapılmış bir resmi, bir tabloyu kelimelere dökmeye çalışmıştım. Yeni bir yazar olarak farkında olmadan seçilebilecek en zor türü seçtiğimi şimdi anlıyorum. Bugün etrafımda oluşan sevgi dolu çemberi görünce, iyi ki de böyle yaptım diyorum.

Toplumun her kesimi tarafından kucaklanan bir yazara dönüşmüş biri olarak şunu çok iyi anlıyorum; bir gece yarısı genç bir adam bir roman yazmaya koyuldu. O gece Tanrı “ışık olsun” dedi ve ışık oldu…


Foto
: Teri Erbeş


*Arif Ergin

Endüstri Mühendisliği mezunu olan Arif Ergin; Ekonomi, İşletme ve Finans alanlarında yüksek lisans yaptı. Ergin halen iş hayatında; İklim Değişikliği, Sürdürülebilir Enerji, Döngüsel Ekonomi ve Çevreci Ekonomi alanlarında çok sayıda özel ve kamu kurumuna, belediyelere ve uluslararası projelere danışmanlık yapmaktadır. Uluslararası finans kurumlarının Türkiye’de finanse ettiği çok sayıda KOBI ve Çevre projesinde kilit uzman olarak görev almış ve bu projeleri hayata geçirmiştir. 

Danışmanlık faaliyetlerinin yanı sıra, STK’lara, üniversitelere ve lise-ilk öğretim kurumlarına yönelik olarak “İklim Değişikliği” ana başlığı altında sürdürülebilir bir ekonomi ve ekoloji ile ilgili farklı seviyelerde seminer, eğitim ve konuşmalar düzenleyen İklimBaba Platformu’nun kurucusudur. 

Özel hayatında da bir çevre ve dünya gönüllüsü olan Ergin, bilime ve bilinmeyene olan bitmek bilmeyen merakı ile tarih, felsefe, din, bilim ve mimari ile ilgili araştırmalar yapmakta ve romanlar yazmaktadır.

Kaynak

arifergin.com