ÜÇ KİTAP - ORTAK TEMA
Göç hangi koşullar altında olursa olsun çok zor; köklerinden kopmak, yeni bir ülkeye alışmak… Genelde “bir kuşak heba olur” sözü oldukça doğrudur. 1948’den 1967’deki Altı Gün Savaşı’na kadar Yemen, Cezayir, Fas, Tunus, Libya, Suriye gibi pek çok Arap ülkesinden 850 bin Yahudi göçe zorlandıklarında arkalarında hem kültürel, hem de maddi servetler bıraktılar.
İslam ülkelerinden göç eden Yahudilerin dramları ile ilgili pek çok kitap yazıldı. Ben bu kitapların arasından yaşanmışlıklara ışık tutan üç belgesel romana değineceğim. Mısır’dan Yeni Dünya’ya göç eden bir Yahudi ailesinin öyküsünü aktaran “Beyaz Köpek Balığı Derili Takım Elbiseli Adam”, İran’dan ABD’ye sığınmaya çalışan bir Yahudi, İshak Amin’in hikayesini anlatan “Şiraz’ın Eylülleri” ve Zaho’dan, yani Irak’ın Kürt bölgesinden göç eden Sabar ailesinin destansı yolculuğunun kaleme alındığı “Babamın Cenneti”…
İshak, İran’da Mossad ajanlığı ile suçlandı
“Değerli taş uzmanı ve kuyumcu İshak Amin İran’da Jaguar marka otomobiliyle gezinir, yazlık ve kışlık evleri, hizmetkarları vardır. İshak Amin, Şah ve İmparatoriçenin 1967’de gerçekleşen taç giyme törenine bile katılır. Birgün Devrim Muhafızları yaka paça onu tutuklarlar, zindana atılır…”
“Şiraz’ın Eylülleri”, doğduğu İran’dan ailesi ile ABD’ye on yaşında göç eden Dalia Sofer tarafından, kendi yaşam öyküsünden esinlenilerek kaleme alındı. Değerli taş uzmanı ve kuyumcu İshak Amin, İran’da Jaguar marka otomobiliyle gezinir, yazlık ve kışlık evleri, hizmetkarları vardır. İshak Amin, Şah ve İmparatoriçenin 1967’de gerçekleşen taç giyme törenine bile katılır.
Birgün, Devrim Muhafızları yaka paça onu tutuklarlar; zindana atılır. Mossad ajanlığı ile suçlanır. Bitmeyen sorgulara tabi tutulur; Siyonist bir casus olduğunu itiraf etmesi için zorlanır. Aslında tek suçu Yahudi olması ve Şah döneminde iyi bir yaşam sürmesidir. Eşi Farnaz, kocasının akıbetinden bihaberdir. İshak’ın birkaç yıl önce işyerine yönetici olarak atadığı ev işlerini gören Habibe’nin eşi Murtaza, Devrim Muhafızlarına katılmıştır. Murtaza, İshak’ın işyerini talan eder. Yazlık evini de devlet bir başkasına verir.
Günün birinde İshak hapishane koğuşunda gözlerini açtığında karşısında üç görevli görür. “Bizi izle” derler. Çıplak ayaklarındaki yaralar, beton zemine sürtündükçe acı içinde kıvranır. Kısa bir pazarlık sonrası tüm yatırımlarını görevlilere devrettikten sonra serbest bırakılır. Ne var ki, pasaportuna el konmuştur. Yine de İshak henüz sıfırı tüketmemiştir. Yurt dışı bankalarda az da olsa bir birikimi vardır. Oğlu Pervez çoktan ABD’ye göç etmiş ve evlenmiştir. İshak kararını verir. Kızı Şirin ve karısı Farnaz ile kaçacaktır. Farnaz her şeye rağmen ülkesini terk etmek zorunda kalmaktan üzgündür. “Gitmek istemiyorum ama başka seçeneğim olmadığını biliyorum” der. Aile önce bir kamyonun arkasında, sonra at üstünde sınırı geçip Türkiye’ye, oradan da Amerika’ya ulaşır. Gerçekten oldukça sarsıcı bir göç hikâyesi…
Mısır kralı; “4. kral benim”
“Mısır’da refah içinde yaşamakta olan Yahudiler için 26 Temmuz 1952’de Kral Faruk’un askeri darbe sonucu tahtan indirilmesinden sonra Amerika, Fransa, İsrail gibi ülkelere göç süreci başlar…”
Değinmek istediğim ikici kitap, Mısır’dan, önce Avrupa’ya, sonra ABD’ye bir göç serüveninin aktarıldığı ve Lucette Lagnado’nun kaleme aldığı otobiyografik bir eser; “Beyaz köpek balığı derili takım elbiseli adam”. Kitabın yazarı Lucette Lagnado’nun babası Leon Lagnado, 1950 yılları Mısır’ında itibarlı bir kişidir, pek çok yabancı dil bilmektedir. İngilizceyi İngiliz dostları ile onlar kadar iyi konuşur.
Leon Lagnado, gençliğinde poker hastasıdır ve bu oyun Kral Faruk’un da tutkularından biridir. İngilizlere olan yakınlığı nedeni ile ‘Kaptan Philips’ lakabı ile de anılan Leon birgün, Kahire’nin en gözde gazinosunda, poker oyununa katılmak üzere Kral’ın masasına davet edilir. Turların birinde Faruk’un üç papazına karşılık Leon’un elinde daha yüksek değerde olan floş vardır. Leon yerdeki paraları almak için uzanır fakat Kral elini tutar, elinde dört papaz bulunduğunu, karenin floştan iyi olduğunu söyler.
Leon hükümdarın eline bakar ve sadece üç papazı görünce bozulur, Kral ise kahkahayı basar ve paraları toplarken; “C’est moi le quatrieme roi!” diye haykırır - “Dördüncü kral benim!”
Mısır’da refah içinde yaşamakta olan Yahudiler için; 26 Temmuz 1952’de Kral Faruk’un ‘Müslüman Kardeşler’in de desteği ile askeri darbe sonucu tahttan indirilmesinden sonra Amerika, Fransa, İsrail gibi ülkelere göç süreci başlar. Nasır önderliğindeki diktatörlük rejiminin yükselişiyle Leon Lagnado elinde avucunda ne varsa kaybeder ve ailesi ile ülkeyi terk etmeye mecbur edilir. Fransa’ya vardığında cebinde tam 212 dolar vardır. Göçmen bürosu, yerleşecekleri ülke için doğru karar vermelerine yardımcı olur. Leon’un akrabaları İsrail’dedir ama o ABD’yi seçer.
Göçmen bürosundaki görevli memur, Leon’un oğlu Cesar ile Lucette’in ablası Suzette’ten memnundur ama Leon için raporuna: “Çok hasta, çok güçsüz, çok yenik, umutsuz” diye yazar. Gerçekten de ahşap bastonundan destek alarak yürüyebilen Leon, Mısır’dan ayrıldıktan sekiz ay içinde yavaş yavaş çöker. Sonuçta, New York’a yolculuk masrafının tümünün aile tarafından geri ödenmesi şartı ile ABD’ye göçleri onaylanır. ABD’ye vardığında Leon Lagnado bu kez, göçmenlerin Amerika’da ülkeye uyum sağlamalarından sorumlu hizmet görevlisinin Manhattan’daki ofisine yollanır. Görüşme adeta polis sorgusu şeklinde geçer; rapora bir kez daha; “Yaşından çok yaşlı gösteriyor, bacağındaki kırık yüzünden çok yavaş yürüyor” diye yazılır. Leon hiçbir zaman ABD toplumuna asimile olmayı kabul etmez. Gururu incinip sabrı tükendiği birgün görevliye; “Bayan Kirchener bizler Arabız” der.
“Pis Yahudiler” diye hakarete uğrar, hatta bu nedenle evinden tahliye edilir. Leon, umudunu yitirmez, perakende kravat satma işine girer. Kızına; “Loulou tu vas m’aider a vendre les cravates” (Bana kravat satmaya yardım edeceksin) der. O, Mısır’da kaybettiklerini geri kazanmaya çalışır ama başaramaz, yokluk içinde yaşamını yitirir. Çocukları ise, geldikleri ülke Mısır’da sıkı sıkıya bağlı oldukları dinî kimliklerinden uzaklaşırlar, Mısır çıkışını simgeleyen Pesah bayramı bile yaşamlarında bir ayrıntıya dönüşür.
Lucette Lagnado, Şalom Dergi’nin 6. sayısına (Ekim 2011) verdiği bir röportajda 2005 yılında köklerini aramak üzere Mısır’a döndüğünü, çocukluğunun geçtiği aile evinde yaşayan Mısırlının kendisini “Burası sizin eviniz” diyerek buyur ettiğini anlatır. “Bugün kendinizi hangi ülkeye ait hissediyorsunuz?” diye Lucette’e sorulduğunda ise o; “Hem Amerikalı, hem Mısırlı, belki ikisi de değil” yanıtını verir.
Farhud; “Irak Yahudilerinin sonunun başlangıcı”
“Farhud için; Irak Yahudi cemaatinin sonunun başlangıcı denildi. Yahudi olmak vatan haini olmakla bir sayıldı ve Yahudiler her şeylerini terk ederek mecburi göçe zorlandılar…”
Sözünü ettiğim üç kitap arasında en çok etkilendiğim “Babamın Cenneti” adlı kitaptır. Bu kitapta, Los Angeles’te yaşamakta olan Ariel Sabar, babası Yona Sabar’ın Zaho’da başlayıp ABD’de devam eden öyküsünü anlatmaktadır. Zaho, Musul’un kuzeybatısına altmış kilometre kadar uzakta, ıssız, kayalık bir bölgedir. Ve hikâyenin başladığı tarihlerde, yani 1930 yıllarında Zaho, Kürt bölgesinin Yahudi merkezi idi. Ancak bu, pek bir şey ifade etmiyordu. Pek çoğu Müslüman Kürtlerden oluşan kasabada Yahudilerin sayısı sadece 1.471 idi.
Genelde Irak Yahudilerinden bahsederken Babil Yahudileri kast edilir. Ancak ilginçtir ki, Babil Talmudu’nu yazan bu Yahudiler zamanla Aramiceyi terk edip Müslüman komşularının dili olan Arapçayı kullanmaya başladılar. Oysa Kürt bölgesine sürülmüş olan Yahudiler birkaç yüz kilometre uzakta bulunmalarına karşın diğer Irak Yahudileri’nden tamamen kopuk kaldılar. Adeta çok farklı bir gezegende yaşıyorlardı ve 3.000 seneye yakın bir zaman Aramiceyi canlı tutmayı başarmışlardı.
1941 yılının Şavuot bayramı sırasında, 1-2 Haziran günlerinde, Bağdat’ta başlayan olaylarda gecekondu mahallelerinden çeteler toplandı. Lise öğrencileri sopa, balta ve bıçaklarla silahlandırıldı. Arapça karşılığı ‘Farhud’ olan Yahudi soykırımında 175 Yahudi öldürüldü, malları yağmalandı, evleri, işyerleri harabeye çevrildi.
Farhud için; “Irak Yahudi cemaatinin sonunun başlangıcı” denildi. Yahudi olmak vatan haini olmakla bir sayıldı ve Yahudiler her şeylerini terk ederek mecburi göçe zorlandılar. 1951 yılına kadar, Irak’ın Yahudi nüfusunun yüzde 80’ini oluşturan 120,000 Yahudi ülkeden ayrılmak zorunda kaldı. Oysa Bağdat’tan uzakta, katliamlardan bihaber, yüksek dağlar ardındaki Zaho Yahudileri göç etmemekte direndiler. Onlar antisemitizm ile hiç karşılaşmamışlardı. Ancak kitabın yazarı Ariel Sabar’ın büyük büyükbabası, yani Yona’nın büyükbabası Ephraim de ailesi ile birlikte sonunda göç kervanına katılmak zorunda kaldı.
Ephraim, İsrail’de büyük hayal kırıklığına uğradı. Kendisi orada, dinî bütün bir cennet bulacağını beklerken; Şabat’ta sigara içen, kutsal dil bildiği İbranice lisanında küfür eden insanların yaşadığı laik bir dünya ile karşılaştı. 1950 yıllarının ortasında Kürt Yahudileri, göçmen kamplarındaki barakalardan Katamonim’deki dairelere yerleştirildiler. Altı çocuklu bir ailenin tek yatak odalı eve sığması zordu, fakat en azından tuvaletleri evin içindeydi.
Ariel’in büyükbabası, Yona’nın babası Rahamim yılmadı, direndi. İnşaat işine girmeye çalıştı. Aşağılanmaya o kadar alışmıştı ki, 1960’da iş ortağı Rothenberg ona iş yerinin kapandığını ve borcunu ödeyemeyeceğini söyleyince “Cehenneme kadar yolun var!” karşılığını verdi.
Ariel’in babası Yona ise erken yaşta gelişen kitaplara tutkusu ile beş küçük kardeşine örnek oldu. Beklediği Doktorasını tamamlama önerisi Yale Üniversitesi’nden değil, Yale kadar ünlü olmasa da yine ABD’nin sayılı üniversitelerinden bir olan UCLA’dan geldi; Yona,1965 yılında uçakla New York’a gitti. UCLA’da profesörlük makamının en üst kademesine kadar yükseldi. Kürt Yahudilerinin kültürünü belgeledi ve uluslararası bir üne sahip oldu.
Ancak ABD’de doğan oğlu Ariel Sabar babasından hep utandı. Şalom Dergi’nin 13. sayısında (Haziran 2012) yayınlanan bir söyleşide şöyle diyordu: “Onu baba diye çağırmaktan bile vazgeçmiştim. Tepkilerimin önemli kısmı yüzde yüz Amerikalı olma isteğimdendi ve önümdeki tek engel babamdı.”
Ancak Ariel hiçbir zaman babasına ondan nefret ettiğini, kötü saç kesiminden, giyim tarzından ve gülünç İngilizce aksanından utandığını söylemedi. Yona, Profesör olmayı başarmış ancak ilerlemeyi, ABD’ye intibak etmeyi başaramamıştı.
2004 yılında Ariel, Sun gazetesindeki işinden istifa etti ve babası ile ilişkilerini tamir etmenin en iyi yolunun birlikte atalarının toprakları Zaho’ya nostaljik bir seyahat düzenlemek olduğuna karar verdi. Ariel’in kimliğine sahip çıktığı, Yona’nın geçmiş ile bağını koruduğu, taşların yerine oturması anlamına gelen bu gezi 2005 yılında gerçekleşti.
Birkaç yıl önce Yona Sabar ve oğlu Ariel Sabar, Limmud etkinliği kapsamında İstanbul’a, Ulus Musevi Lisesi’ne, şeref konuğu olarak davet edildiler. Amram Oditoryumu’nda gerçekleşen kapanış oturumunda kıyafeti, duruşu ve İngilizcesi ile tam bir Amerikalı olan Ariel Sabar sahnede konuşmasını yaptı ve soruları yanıtladı. Babası Yona ise sahneyi bir baştan diğer başa adımlayarak sürekli ayakta konuştu. Aramice uzmanı dünyaca ünlü bilim adamı Yona’nın kıyafeti yine son derece ‘demode’ idi. Kostümü, üstünde sanki ödünç alınmış gibi durmaktaydı. Birden seyircilerden biri kendisine Aramice bir soru sorunca yüzündeki o heyecanı unutamam. Türkiye’de hala bu lisanı konuşanların varlığı onu şaşkına çevirmişti.
Bir ülkeden diğer bir ülkeye göç, yeni bir kültüre alışmak, hangi koşullar altında olursa olsun çok zor bir girişim. Nitekim Yona Sabar da 50 yıl kadar Amerika’da yaşamasına rağmen Zaho’yı yeniden ziyaret ettiğinde “Kökünden sökülmüş bir ağaç gibiyim” demekten geri kalmayacaktı.
Üç bibliyografik roman da gerek İran, gerek Mısır, gerekse Irak’tan göç etmek zorunda kalan Yahudilerin aynı zorlukları, aynı ezikliği yaşadıklarını ortaya koymaktadır. Hatta bu zorlukların sadece Yahudiler için değil günümüzde tüm Afrika ülkelerinden veya Ortadoğu’dan kaçan sığınmacılar için kat ve kat daha trajik olduğu açıktır.