BİR YAZAR / BİR KİTAP 

“Söyledim ve ruhumu kurtardım”
En Hüzünlü Eylül kitabına bu alıntıyla başlayan Osman Balcıgil eski bir gazeteci. İşi gereği masada ve sahada çalışırken teori pratiği, pratik de teoriyi beslemiş, bilgiler birikmiş. Gazeteciliği bırakınca yazmak için zaman artmış; Balcıgil pek çok araştırma, biyografi ve roman kaleme almış.
Kitapta 6-7 Eylül olayları iki aile ve Suzan ile Yorgo’nun aşk hikâyesi üzerinden anlatılıyor. Aileler Büyükada’da mutlu bir yaz geçirirken, felaket adım adım yaklaşıyor. Sıradan hayatlar süren, gelecek planları yapan bu iyi yürekli insanlar, kendilerini planlı-programlı bir cehennemin içinde buluyor. Ve büyük bir trajedi yaşamış herkes gibi onlar için ne neşe ne umut ne sevgi kalıyor.

Suzan ve Yorgo mutluluğu yakalayamadı. Ülke yakalamış mı?
65 yıl sonra, yağmadan eve yükte hafif pahada ağır ne bulduysa taşıyan, düşman bellediklerine zulmeden, katleden; üstelik bunlar olmamış gibi davrananların torunları mutlu mu? Ya onları sokağa salan kravatlılar? Yalandan mutluluk olmuyor ki. Türkiye, Birleşmiş Milletler Dünya Mutluluk Raporunda 156 ülke içinde 2017’de 69,1 2018’de 74,2 2019’da 79 ve 2020’de 93. sıradaymış.3

Biyografilerinizin kahramanları topluma katkıları olmuş, ancak değeri bilinmeyen, zor hayatlar yaşayan insanlar. Onları hatırlamak bugünü anlamaya nasıl yardımcı oluyor?
Kuşkusuz toplumlara katkılarda bulunan, kıymetleri yaşadıkları zamanlarda bilinmiş ve mutlu hayatlar yaşamış yazarlar, sanatçılar, bilim insanları da var. Öte yandan, dediğiniz gibi bunun tam tersi de söz konusu. Beni kendine daha çok çeken, bu tür “büyük hayatlar” oluyor. Belki de hayatım boyunca muhalif kalmak zorunda olmamdan kaynaklanıyordur.
Örnekleyecek olursam Yakup Kadri Karaosmanoğlu kötü bir insan mıdır, yazar mıdır, toplum önderi midir? Kuşkusuz hayır. Kurtuluş Savaşı’na denk geldiği ve Ankara Hükümeti’yle aynı görüşte olduğu için hem muhteşem bir hayat yaşamış hem de gayet güzel ürünler vermiştir. Ya da Yahya Kemal? Yazdıkları bugün de insanlarda hayranlık uyandırıyor. O da bir eli yağda bir eli balda yaşamış yazarlarımızdandır.
Peki, Nazım Hikmet, Suat Derviş, Sabahattin Ali sözünü ettiğim iki yazardan daha mı düşük kalibrededir? Bence fazlaları vardır, eksikleri yoktur. Seçtikleri yol, yaşadıkları zamanın muktedirlerinin yolundan farklıdır, o kadar. Bu da hayatlarının zindan olmasına yol açar, sonları da hepimizce malum…
Bütün dönemler için geçerli bir durum. Peki, bugün durum farklı mı? Bırakın kabiliyetli olanları, en ufak kültür ve zekâ pırıltısına sahip olmayanlar bile onurlandırılabiliyor, zenginlik içinde yüzebiliyor. Öte yandan zindanlar ağzına kadar yüksek kalibrede gazeteci-yazar dolu.
Evet, tam da sorunuzda belirttiğiniz gibi, geçmişte yaşananlar bugünü anlamamızı sağlıyor. Gelecekte ne olacağına dair de işaretler veriyor: Bugün Sabahattin Ali’yi Yakup Kadri Karaosmanoğlu’ndan daha çok okuyorsak, nedensiz değil.


Kitaplarınız, geçmişteki trajik karakterler kadar trajik olayları da anlatıyor. En Hüzünlü Eylül’de ‘düşmana/tehlikeye’ karşı birlik-beraberlik temasıyla başlayan propagandanın varacağı yeri son ana kadar kimse kestiremiyor. Propagandanın, tarafsızların gözünü bağlayan, kitleleri suça sürükleyen formülü nasıl işler?
Kitlelerin, kalabalıkların “sıradan insanlar”dan -bunu asla kötülemek, küçümsemek, aşağılamak için söylemiyorum- oluştuğundan hareket edecek olursak, aslında formülün nasıl işleyeceğini çözmek çok da zor değil: Ortak bir düşman yaratmak, kitlelerin anladığı dille konuşmak, yalan söylemekten kaçınmamak, akıllarda kalsın diye yalanı sürekli tekrarlamak, kendini güçlü ötekileri güçsüz göstermek…
Bu tür metotları kullanarak insanları bir fikre inandırmak mümkün mü? Pekâlâ mümkün. Zor olan, yeterli yaygınlıkta kitle iletişim aracına sahip olmanız ve toplumu manipüle etmek için söylediğiniz yalanların önüne geçmekle yükümlü devlet mekanizmasını ele geçirmek.

Kitaptaki karakterlerden biri, ‘sadece sıradan insanların gazetelere itibar ederek düşünce geliştirdiğini’ söylüyor. Siz de gazetecisiniz, İstanbul Valisi’ne söylettiğiniz bu cümleye katılır mısınız?
Yüzde yüz katılıyorum. Özellikle de o zaman dilimi için. Şimdi internet kullanımıyla birlikte alternatif kaynaklara ulaşım, görece kolaylaştı. Kitabım, sekiz, bilemediniz on gazeteyle tüm toplumun algısının belirlenebildiği dönemde geçiyor. Seslendiğiniz, sizinle birlikte hareket etmelerini istediğiniz insanlarsa, ne felsefe ne de tarih profesörü…

Araştırmamı yaparken gazete arşivlerine girdim. Özellikle de Kıbrıs olayları başladıktan sonra, neredeyse her gün, her gazetede anti Rum, anti Hıristiyan bir yazı, bir açıklama… Siyasal iktidarı elinde bulunduranların bu konuda ağızlarından çıkan her laf manşet…
Bir başka şekilde söyleyecek olursam, toplum, bir saatin zembereği kurulurcasına kuruluyor!
Az önce de dediğim gibi, bırakın interneti filan, televizyon yok henüz. Tek kitle iletişim aracı gazeteler ve gazetelerin kontrolü siyasal iktidarda. Muhalif gazeteci ve yazarların hepsi hapiste. Böyle olunca, insanlar düşüncelerini tabiatıyla gazeteler üzerinden geliştiriyorlar. Hoş, televizyon olsa farklı mı olacaktı? Ya da gerektiğinde internetin boğazı da kesilip bir kenara fırlatılmıyor mu?

Çetin karakterinin bir cümlesinden yola çıkarak: Çoğunluğun fikren katıldığı varsayılan “kritik” olaylarda/durumlarda, genelde fikri alınmayan azınlıkların veya muhaliflerin onayının sorgulanması, baskı gören gruplarda nasıl bir psikoloji yaratır?
Korkunç bir psikoloji yaratır! “Varsayılan” diyorsunuz bir kere… Bu son derece muğlak bir ifade… Öte yandan, birilerinin, size öldüresiye karşı olduğundan eminsiniz. Bir kere de olsa, bir kenti yıkılmadık sokak bırakmayacak kadar çok ve kararlı oldukları görülmüş üstelik.
6-7 Eylül Olayları’nda, komşularına sahip çıkan çok sayıda Müslüman-Türk var. “Azınlık”lar bunu biliyor. Kıymetli bir şey mi? Evet. Ama sadece “kıymetli bir şey” o kadar.
Sonuç olarak: Bizi koruyanların “iyi niyetli komşularımız” değil, devletin kendisi olması lazım. Tam da bu nedenle, hükümetler her türlü ayrımcılığa karşı politikalarını son derece açık bir biçimde dile getirmeliler.


O dönem yapılan sayıma göre İstanbul’da 110.000 Rum yaşıyordu, yani 14 kişiden biri Rum’du.

Her kitabınız için uzun araştırmalar yapıyorsunuz. 6-7 Eylül Olaylarının bıraktığı yıkımla ilgili birkaç veri alabilir miyiz?
Kaç yurttaşımızın öldüğü, yaralandığı, tecavüze uğradığını artık hepimiz biliyoruz. On kat fazla olsaydı ya da on kat az olsaydı, üzerinde konuştuğumuz konuyu daha mı az önemli hale getirecekti? Kuşkusuz hayır!
Ben asıl büyük yıkıma sosyal açıdan bakıyorum. İstanbul, benzeri olmayan bir kentti. Osmanlı’nın bütün etnik topluluklara ve dinlere saygıyla yaklaşması inanılması zor bir ayrıcalıktı. Aynı sokakta cami, kilise ve sinagogla, üstelik de barış içinde yaşamak dünyanın başka hangi kentine nasip oldu ki?
Kentimizin sekiz bin yıllık kültürel mirası da onu çok özel bir yerleşim/yuva haline getiriyordu. Düşünsenize, önce Paganların, sonra Hıristiyanların, ardından Müslümanların kontrolünde yaşamış, hepsinin nefes almayı sürdürebildiği bir kent… Türk, Kürt, Rum, Ermeni, Yahudi, Nasturi, Keldani, Süryani, Levanten… Alevi, Sünni… Ortodoks, Katolik, Protestan… En azından benim için, İstanbul bir şehir olmanın ötesinde, Babil Kulesi’ydi aynı zamanda.
Oturduğum sokakta Ermenice konuşulurdu, bir arkamızdaki sokaktan Rumların sesleri gelirdi. Geçerken gözüme, kapısından Süryanilerin girdiği bir Kilise ilişirdi. “Kimdir bu insanlar?” diye düşünür, araştırır dünyanın sadece bana benzeyenlerden ibaret olmadığını hissederdim… Mezecisi, balıkçısı, marangozu, kuyumcusu farklı kültürlerden süzülüp gelmişlerdi ve bunları işlerine yansıtırlardı.
Türk Sanat Müziği gökten zembille inmedi mesela, kökenlerinde Ortodoks Kilise Müziği yatar. Ermeni müzisyenlerin katkıları (Tatyos Efendi ve ötekileri saygıyla anıyorum) olmasaydı, Klasik Türk Müziği adını koymaktan gurur duyduğumuz müziğe ulaşılabilir miydi acaba? Bunları kitabımda uzun boylu anlattım. Daha doğrusu giriş sayfasında da söylediğim gibi “Söyledim ve ruhumu kurtardım”, huzura eriştirdim…
Evet, İstanbul bugün 6-7 Eylül 1955’ten daha kalabalık ve aynı ölçüde de kurak. Bu nedenle, meseleye nostaljik olarak değil kültürel olarak yaklaşıyorum.

Corona sonrası dünya için bir öngörünüz var mı? Bu olay kitap projelerinizi etkiledi mi?
Corona önümüzdeki birkaç yıl içinde sona erecekse de etkisi uzun yıllar sürecek. Ekonomide, kültürde, turizmde, insan ilişkilerinde yaratacağı tahribatın boyutlarının kavranması için daha epey zamana ihtiyacımız var.
Kitap projelerime çok etki yapmadı. Ofiste değil, evimde çalışıyordum, çalışmayı sürdürüyorum. Yayınevinden aldığım bilgilere göre, kitap sektörü galiba Covid belasından en az etkilenen sektör. Bu nedenle programımda da hayatımda bir değişiklik yapmadım.


Osman Balcıgil
Osman Balcıgil 1955’te İstanbul’da doğdu. Yazmaya 1975’te başladı. Ekonomi eğitimi gördü. İşletme iktisadı ihtisası yaptı. Dergi ve gazete sektörünün haber bölümlerinde muhabir, editör ve yönetici olarak uzun yıllar çalıştı. 1988’de Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, Güney Amerika’da yaptığı çalışmayı yılın röportajı olarak seçti. 2000 yılında gazeteciliği bıraktı. Tarih romanı Bilginin Efendisi üç haftada ikinci baskısını yaptı. Ela Gözlü Pars: Celile romanı 65 baskı yaparak 2016’nın en çok okunan romanı oldu. Osman Balcıgil’in 20 kitabı var.

Kaynak
1 https://www.sabah.com.tr/galeri/anasayfa/2017-dunya-mutluluk-raporu-aciklandi-iste-dunyanin-en-mutlu-ve-en-mutsuz-ulkeleri/23
2 https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-43405628
3 https://www.tr.undp.org/content/turkey/tr/home/presscenter/articles/2020/03/mutluluk-raporu.html