Nisan ayında pandemi sebebiyle ertelenen 39. İstanbul Film Festivali, filmekimi günlerinde, 9-20 Ekim tarihleri arasında yapıldı.



Nisan ayında pandemi sebebiyle ertelenen 39. İstanbul Film Festivali, filmekimi günlerinde, 9-20 Ekim tarihleri arasında yapıldı. Bu yazımızda 40 filmlik festival seçkisinin 4 filmini ele alacağız.

Dünya sinemasının en yeni örnekleri, usta yönetmenlerin en son filmleri ve yeni keşiflerin aralarında bulunduğu 40 filmden oluşan program iki sinema salonunda ve çevrimiçi (online) sinemaseverlerle buluştu. Yazıma sıra dışı bir Holokost fantezisi olan “Umudun Dili” ile başlıyorum

Umudun Dili
Sinemada Holokost hakkında her şeyin söylendiğini sananları, “Saul’un Oğlu” gibi özgün ve yaratıcı filmler yanılttılar. 39. İstanbul Film Festivalinde gösterilen, Ukrayna doğumlu Kanadalı-Amerikan yönetmen Vadim Perelman’ın “Umudun Dili / Persischunden”nin konusu toplama kampında geçen çok farklı bir Holokost dramını anlatıyor. Wolfgang Kohlhaase’nin romanından alınan Holokost dramı, beyazperdede temsili her zaman zorlu olan bu ağır meseleye yepyeni bir bakış getiriyor. Son derece başarılı ve ironik bir film olan “Umudun Dili” son dönemde izlediğimiz sıra dışı Holokost filmlerinden biri.
Filmin 1942’de başlayan öyküsünde, Anvers’ten İsviçre’ye kaçarken Gestaponun eline geçen Gilles’in (Nahuel Pérez Biscayart), kurşuna dizilen dindaşlarının arasında ölü taklidi yaparken fark edilmesini görürüz. Yakalanınca idamdan kurtulmak için Yahudi olmadığını, İranlı olduğu yalanını söyler. Bir Nazi subayı farsça öğrenmek istediğinde ise, filmin asıl ilginç yanı ortaya çıkar: Gilles, komutan Klaus Koch’a (Lars Eidinger) öğretmek için yeni baştan bir dil yaratmak zorunda kalır.

Klaus’un kimliği konusunda kurduğu tuzaklardan, zekâsı ve hafızası sayesinde kurtulan Gilles, mutfaktaki görevinden, komutanın odasında kampa getirilen Yahudilerin kayıt defterini işleme görevine getirilir. Bu isimlerde yaptığı küçük değişikliklerle uydurduğu lisana yeni kelimeler kazandırır. Uydurduğu kelimeleri hatırlamak zorunda olduğu için onları gece yatağında ezberlemeye çalışır.
Film toplama kampındaki esirlerin Amerikan birlikleri tarafından kurtarılmasından sonra, Gilles ile yapılan söyleşiyle başlıyor. Gilles tuttuğu (ve yakıldığı öğrenilen) kayıt defterine 25-30 bin Yahudi’nin adını yazdığını söyler. Final da bu sahneyle noktalanır.
Film, askerinden komutanına tüm Nazilerle dalgasını geçiyor. Bazı buluşları inandırıcı olmaktan uzak kalsa da film, “Bu bir fantezidir gerekçesine sığınıyor. Örnek vermek gerekirse, komutan Klaus’un gizli ajandasında, savaş sonrası Tahran’a gidip bir lokanta açmak vardır. Çok fakir bir aileden geldiği için aç geçen çocukluk günlerinin acısını lokanta sahibi olarak çıkaracaktır. Nazi subayı olarak biriktirdiği parayla açacağı lokanta, rüyalarını süslemektedir.
Film hafıza, dilbilimi ve kimlik gibi kavramların etrafında özgün yollar buluyor ve eğlendirici olmayı başarıyor. Metresinin, kamp komutanının cinsel organının çok küçük olduğunu ağzından kaçırması, bunu duyan Klaus’a şantaj yapma fırsatını doğuruyor. Sürpriz bir finalle doğrulanan film düzgün sinematografisi, kaliteli oyuncu kadrosuyla öne çıkıyor. Robin Campillo’nun Cannes’da Jüri Büyük Ödülü kazanan “Kalp Atışı Dakikada 120” filmiyle yıldızı parlayan Nahuel Pérez Biscayart’ın muhteşem performansıyla akıllara kazındığı filmde, deneyimli Alman aktör Lars Eidinger, komutan Klaus rolünün hakkını veriyor. 57 yaşındaki yönetmen Vadim Perelman, altı filmlik kariyerinin ilk filmi “Sisler Evi” (2003) ile Oscar’a 3 dalda aday gösterilmişti.

 

YABANCI
Filmekimi’nde gösterilen “Babam / Babai” filmiyle tanıdığımız, kendisi de Almanya’da yaşayan Kosova asıllı yazar-yönetmen Visar Morina bu ikinci uzun metrajlı filmi “Yabancı / Exile”da güncel sorunlara değiniyor. Göçmenlik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı gibi zorlu temaların hakkını veren film Almanya’nın yabancıları dışlaması üzerine ilginç şeyler söylüyor. Sundance Bağımsız Filmler Festivalinde dünya prömiyerini yapan “Yabancı” tek bir karaktere odaklanırken, senaryo travma geçiren bu baş karakterin çevresindekilerin de tahlillerini başarıyla yapıyor. Irkçılığa dair pek çok yankı taşıyan öyküsüyle film, tansiyonu hiç düşmeyen bir gerilim atmosferi içinde, ağır ağır harlanan bir ateşle tedirgin edici, paranoyayı akla getiren bir duyguyu izleyicisine bulaştırıyor.
Visar Morina, henüz ikinci filmini yapan 41 yaşındaki genç bir yönetmenden beklenmedik bir olgunlukla, Neo-Nazilerin hortladığı günümüz Avrupa’sında, göçmenlere zorbalığa varan şiddet uygulanmasına dikkatleri çekiyor. Birçok Avrupa ülkesinde aşırı sağın güç kazanması, göçmen karşıtı partilerin oylarının artırması, Nazi artıklarının eski parlak dönemlerinin özlemini çektiklerini ifade etmeleri gerçekleri üzerine Visar Morina etkileyici eleştiriler getiriyor. Bunu, kimlik krizi yaşayan, işinde başarılı, iyi aile babası kahramanı Cafer üzerinden yapıyor. Almanya’da saygın bir firmada kimya mühendisi olarak çalışan, Kosova doğumlu, Arnavut kökenli Cafer (Mišel Matičević) tadını kaçıran bazı olayların etnik kimliğiyle alakalı olduğunu fark eder ve bu fikir onu içten içe kemirmeye başlar.

Öncelikle iş yerinde sürekli aşağılanıp zorbalıkla karşılaştıkça yaşamının kontrolünü yitirecek bir kimlik krizine girer. Üç çocuklu ve doktorasını yapan Alman Nora (Sandra Hüller) bir banliyö evinde huzurlu bir aile hayatı olan Cafer, kökenlerinden dolayı yerleştiği yeni ülkesinde dışlandığını görünce bunu hazmetmekte zorlanır. Agresifleşen ve bunu aile hayatına da aksettiren Cafer ile Nora’nın hayatı kâbusa döner. Kendisini hiçbir zaman benimsemeyen kayınvalidesinin varlığı Cafer’i büsbütün zıvanadan çıkarır. Çalıştığı işyerinin laboratuvarında bolca bulunan farelerden nefret ettiğini öğrendiğimiz Cafer’in evinin kapısına, esrarengiz bir el bir fare ölüsü bırakır. Şirketindeki toplantı ve bildirilerin toplu mail listesinden çıkarılmak, yazacağı raporlar için gereken bilgilerin kendisinden gizlenmek, patrona karşı küçük düşürülmek, hatta kovulmasına yol açmak için türlü yöntemlere başvurmak, gizli bir düşmanın Cafer’den kurtulmak için seçtiği yöntemlerdir. Cafer’in kendisine komplo kuran kişinin iş arkadaşı Urs (Rainer Bock) olduğunu öğrenmesi bir faciaya sebebiyet verir. Film sürpriz bir finalle noktalanır.
Yazdığı, gözleme dayanan, müthiş detaylarla örülü senaryoyu bir polisiye gerilimi içinde perdeye aktaran, karanlık mizahı ve günceli yakalamadaki becerisiyle hayranlık uyandıran Visar Morina’nın “Yabancı”sı, bu yıl Saraybosna’da En İyi Film Ödülünü kazandı, Kosova’nın Oscar adayı oldu. Berlin doğumlu TV ve sinema oyuncusu Mišel Matičević (50) depresyona girip çok sevdiği eşini kaybetme tehlikesi yaşayan Cafer rolünde çok başarılı. Maren Ade’nin “Toni Edermann” (2016) başyapıtının unutulmaz oyuncusu Sandra Hüller, kocası ve çocuklarına bağlı ideal eş rolünde son derece inandırıcı.

MICKEY ve AYI
İlk uzun metrajlı filmi “Mickey ve Ayı / Mickey and the Bear” ile kalitesini ortaya koyan 27 yaşındaki Annabelle Attanasio, Amerikan Bağımsız Sinemasında umut vaat eden bir oyuncu-yazar-yönetmen. Film taşra hayatından, bol çatışmalı ama her anı hayat enerjisiyle dolu ilginç bir baba-kız hikâyesi anlatıyor. Irak’taki savaştan dönen, kanserli eşini kaybeden, hayata ayak uyduramamış Montanalı baba ile kızın arasında öykünün odağında, lise son sınıf öğrencisi 18 yaşındaki Mickey (Camila Morrone) var. Annesinin yokluğunu, sağlık sorunları da çeken işsiz babası Hank’e (James Badge Dale) hissettirmemek için elinden geleni papan Mickey’e erkek arkadaşı Aron (Ben Rosenfield) kötü davranınca, genç kız kendisine yakınlık gösteren, ağır başlı sınıf arkadaşı Wyatt (Calvin Demba) ile flört etmeye başlar.

Filmin asıl meselesi, bağımlılığa varan bir baba-kız ilişkisini genç bir kadının kendisini var etme mücadelesini nasıl etkilediği. Mickey yapayalnız kalma korkusu içinde olmasına rağmen kendisini istismar etmekten geri kalmayan babasına kızsa, iyi kalpli bir insan olarak yaşadığı çıkışsızlığı iyi niyetle sürdürmektedir. Babasının travmasını atlatma çabası ile tahsiline devam etme ve hayatına bir yön verme ikilemi içinde uğraş veren fedakâr evlat karakteri Attanasio’nun senaryosunda çok iyi işlenmiş. Genç denecek yaşta hayatın fişini çekmiş, bir baltaya sap olamamış, fedakâr kızının çabalarına nankörlükle cevap veren, alkol bağımlısı Hank karakteri de senaryoda iyi yazılmış. Kızının iki sevgilisine de kötü davranan, geçimsiz Hank’in gizli ajandasının olduğunu filmin çarpıcı sürpriz finalinde öğreniyoruz.
Son zamanların en çok övgü alan Amerikan bağımsız filmlerinden biri olan “Mickey ve Ayı”, az mekân, iki karakter ve sade bir senaryo ile perdeye ne kadar çok duygu yaratılabileceğini hatırlatan örnek bir film. Yönetmen Attanasio zayıf karakterli, mesuliyet duygusu taşımayan bir insanın, hayata tutunabileceği tek varlık olan kızının hayatını nasıl cehenneme çevirebileceğini mükemmel bir sinema diliyle anlatıyor. Karakterlerine eşit mesafede davranıp, duygu sömürüsü yapmaktan uzak üslubuyla, genç yönetmen hayranlığımızı kazanıyor. Mickey’de içten, inandırıcı ve olağanüstü bir performans sergileyen, 23 yaşındaki Los Angelesli aktris Camila Morrone’nin adını ilerde çok duyacağız.

 

YANKILAR
İzlanda’nın önde gelen yönetmenlerinden Rúnar Rúnarsson ilk uzun metrajlı filmi “Volkan” (2011) ile Cannes’a katılıp, şaşırtıcı bir büyüme hikâyesi anlattığı “Serçeler” (2016) ile dikkatleri çekmişti. Başkent Reykjavikli 43 yaşındaki yazar-yönetmen, 5. uzun metrajlı filmi “Yankılar / Bergmálda 56 sahnede günümüz İzlanda’sının gerçekçi bir portresini çiziyor. Bir Noel günü arifesinde ve bir Noel gecesinde yaşananları kamerasıyla tespit eden genç yönetmen, modern İzlanda’dan nefis insan manzaraları sunuyor. Belgeselden gelmenin avantajını bu son filminde kullanan Rúnarsson belgesel ve kurmaca sahnelerini aynı potada eritip harmanlamasından mükemmel verim alıyor.
Filmin merkezsiz, daldan dala atlayan yapısı baş döndürücü bir çekim yaratıyor. Noel öncesi İzlanda’nın adı belirtilmeyen bir şehrinde şarkı söyleyen bir çocuk korosu, alevler içinde yanan bir tarla, mezbahada kesim sırası bekleyen tavuklar... Birbirlerine ilgisiz gözüken sahnelerin toplamından, çeşitli sebzelerden yapılan “türlü yemeği” tadında lezzetli bir seyirlik çıkıyor. Sinema, Noel öyküleri anlatmaya pek meraklıdır. Birlikte yenen Noel yemekleri, aile bireylerinin birbirlerine ikram ettiği hediye törenleri, kimsesizlerin tek başına, evsizlerin sokak köşelerinde yaptığı kutlamalar, filmlere sık sık konu olur.

“Yankılar”, parçaların bütününün fazlası ettiği, hiç alışık olmadığımız bir “Noel öyküsü” anlatıyor. Sabit planlardan oluşan 56 sahnesinde bir Noel gecesinde tek başına, hazır yemek kabını ısıtıp şarap eşliğinde kutlayanı da var, kalabalık ailelerin masa etrafında bir araya gelip neşe içinde kutlayanı da. Annesiyle babasının kavgasından korkup Acil Durum polisini arayan 8 yaşındaki kız çocuğu, bir erkek uyuşturucu bağımlısının pansumanını yaptıktan sonra küçük bir hediye ile kendisini uğurlayan iki hemşire, onarım işinin pahalılığından annesinin evini yakmayı tercih edip prefabrik ev almayı planladığını anlatan adam, kiliseye sığınan iki kaçak göçmen, onları yaka paça götüren polis, olayı protesto eden halk...
Bu sahnelerin bütünü insancıl bir film olan “Yankılar”ı son derece etkileyici kılıyor. Kjartan Sveinsson ödüllü özgün müziğiyle, Sophia Olsson karlar altındaki güzel ülke İzlanda’nın kartpostal tadındaki görüntüleriyle, Rúnarsson’un mizansenine katkıda bulunuyorlar.