Kapak fotoğrafı: Emre Yunusoğlu


Ünlü yönetmen FERZAN ÖZPETEK, “Şans Tanrıçası” filmi ile Mayıs’ta İtalya’nın en önemli sinema ödülü David di Donatello’da en iyi kadın oyuncu ve en iyi orijinal şarkı ödüllerini aldı. Daha sonra Ağustos ayında Venedik Film Festivali’nde, 20 yıldır tüm ihtişamı, sıcaklığı, içtenliği ile İtalyan yaşamını anlatımını onurlandırmak için İtalyan Yazarlar ve Yayıncılar Derneği’nin “Özel Ödülü”nü aldı. İtalya Sanat ve Deneme Sinemaları Federasyonu (FICE), bu yılki ödülünü, 7 Ekim akşamı İtalya'nın Mantova şehrinde düzenlenen törende usta yönetmene verdi. Geçtiğimiz Mayıs ayında, satış rekorları kıran “Bir Nefes Gibi” romanı İtalya’da yayınlandı, Haziran sonu da Türkiye’de okuyucu ile buluştu. Oldukça yoğun bir gündemin içinde ve hayallerinin peşinde olan Ferzan Özpetek’le yaptıklarını ve yapacaklarını konuştuk…


Çok yoğun bir gündeminiz olduğunu biliyoruz; bugünlerde neler yapıyorsunuz?
Aslında her güne bir çalışmam var. “Cahil Periler”i Disney Hulu için hazırlıyorum. İlk başta çok basit bir projeydi ve sadece İtalyan Fox için yapılacaktı ama sonra Disney ile görüşüldü ve onu Hulu üzerinden 8 bölümlük bir dizi olarak yayınlayacaklarını bildirdiler.
Bu arada Warner için bir film yazıyorum. Ayrıca yeni çıkan kitabım “Bir Nefes Gibi” ile ilgileniyorum. Kitap pek çok ülkeye satıldı ve yaklaşık 180 bin baskı yaptı.
Şans Tanrıçası” filmim de birçok ülkede yayınlanıyor ve bununla ilgili söyleşilerim ve görüşmelerim oluyor. Filmi, Türkiye’de 6 ay önce BKM satın aldı, ancak bir platformda yayınlamayıp sinemada çıkartmaya çalışıyorlar. Onun için de bekliyorlar sanırım.
Bu arada bir tiyatro oyunu yaptım ve sahneye koydum. Oyun kapalı gişe oynandı ve hatta şimdi Kasım ayında tekrar açılıyor. Yani bu sene çok dolu dolu geçti. Bakalım daha neler olacak…

Bir filmi ya da kitabı nasıl oluşturuyorsunuz?
Hep kendi hayatımdan örneklerle yola çıkıyorum. Mesela, “Şans Tanrıçası”, kaybettiğim abimin çocuklarıyla ilgiliydi. Ama çok farklı bir olaydan farklı bir şey de çıkabiliyor.
Geçtiğimiz sene Napoli San Carlo’da “Madame Butterfly”ı yaparken bir telefon aldım. Arayanlar, Venedik Bineali’nde dünya çapında üç heykeltıraşın ve bir yönetmenin eserlerini göstermek istediklerini söyleyip, benden Venedik üzerine 5 dakikalık bir film yapmamı istediler. “Madame Butterfly”ın provalarıyla meşgul olduğumdan vakit ayıramayacağımı bildirdim. Bu kadar önemli bir teklifi reddetmeme çok şaşırdılar. Tam da o sırada aklıma bir fikir geldi ve filmi yapmaya karar verdim. Dinlenme günlerim olan pazar ve pazartesi çalıştık ve gerçekten çok güzel bir iş çıktı. Filmin ismi “Venetika” idi.

Filmlerinizde tercih ettiğiniz, sık kullandığınız oyuncular var. Bunun bir sebebi var mı?
Geçenlerde Amerikalılar, “Fellini hep Mastroianni’yi kullandı, siz de Stefano Accorsi’yi çok kullandınız?” diye sorunca, kendisiyle sadece 3 filmde çalıştığımı söyledim. Accorsi ile iyi bir ilişkim var ve tanıdığınız oyuncuyla çok daha rahat çalışıyorsunuz. Bununla birlikte tanıdık oyuncuların yanında yeni oyuncular da alıyorum. O yeni oyuncular da sonra ötekilerinin yerlerini alıyor. Yani bir tanışıklık oluyor ve bu çok önemli.

Şans Tanrıçası

Sanatsal veya duygusal açıdan sizi en mutlu eden filminiz hangisi?
Şans Tanrıçası”, “Bir ömür Yetmez”, “Kutsal Yürek”, “Karşı Pencere”. Bakın hepsini sayıyorum. Yani filmlerimin hepsi hoşuma gidiyor. Zaten filmleri, seyirci ile paylaşmak istediğimden yapıyorum. Kafamda, bu filmi benim zevkimde olan insanlar seyredecek diye düşünüyorum.

“Şans Tanrıçası” filmi ne anlatıyor?
Şans Tanrıçası” sinemada pek de anlatılmayan, ayrılma üzerine bir hikâye. On altı yıldır birlikte, ancak ayrılmak üzere olan iki adamın hayatlarına iki çocuk giriyor. Bir arkadaşları onlara, “10 gün sizde kalsın” diye iki cocuk getiriyor. Sonra olaylar gelişiyor ve ilginç bir hikâye çıkıyor ortaya.
İlginç olan başka bir şey de, Warner Brothers filmi geçtiğimiz Kasım ayında çıkartacaktı fakat daha sonra Noel’de çıkarmaya karar verdi. O dönemde, daha çok çocukların gittiği aile filmleri izlendiğini belirttiğimde, onlar filmin Noel’e çok uyacağını düşündüklerini söylediler. Hakikaten de film 9 milyon euro gibi inanılmaz bir gişe yaptı. Filmi izleyen büyükler, “Biz filmi seyrettik. Bir de çocuklar seyretsin istedik” diyerek ikinci kez çocuklarını getirdiler. Hoşuma gitti, çünkü anne baba olmak, sadece iki erkek ya da iki kadın, bir kadın bir erkek olmak değildir. Aynı zamanda sorumluluk ve sevgi de önemlidir. Film de bunu anlatıyor.
Bana bütün filmlerime aşkı, sevgiyi koyduğum söyleniyor. Ben de diyorum ki, ben koyuyor değilim başkaları onları koymuyor.
Sezen Aksu’nun bana bir lafı vardır. Türkiye’de “Cahil Periler” yayınlandığı zaman eleştirildiğimde, Sezen Aksu bana, “Ferzan sen hayatı anlatıyorsun, onu unutma” demişti. Çok doğru bir laftı…

“Bir Nefes Gibi” kitabı nasıl ortaya çıktı, bu konu neden film değil de kitaba dönüştü?
Ben onu ilk önce film olarak düşünmüştüm ve çok yakın dostum, ünlü İtalyan şarkıcı Mina’ya bahsetmiştim. Mina 45 yıldır İsviçre’de kimseye kendini göstermeden kapalı yaşıyor. Kendisine bu iki kadının hikâyesini anlattığımda çok güzel bir film olacağını söyledi. Bu arada Mondadori Yayınevi ile 3. kitap anlaşmam vardı. Onlara, “İstanbul Kırmızısı” ve “Sen Benim Hayatımsın”dan sonra, kafamdaki bu konudan bahsettiğimde, “Ferzan bunu kitap yapsana” dediler. Hemen onlara 10-15 sayfa gönderdim.

İki kız kardeşin veya anne kızın ilişkisi her zaman ilgimi çekmiştir. Bana göre kadınların ilişkileri derin, erkeklere göre çok daha karmaşık ve çok hoş olabiliyor. “Hamam” filminde iki kız kardeşin hikâyesi vardır. Kadın İstanbul’a gider çünkü kız kardeşinin kocasına âşıktır. Bu, aynı zamanda “Harem Suare”de de vardır, “Napoli’nin Sırrı”nda da…
Böylece yazmaya başladım. Bir gün on sayfa yazıyordum ardından bir hafta geçiyordu. Beş sayfa daha yazıp yayınevine gönderiyordum ve onlar biriktiriyordu. Sonra editörüm eve geliyor ve yazdıklarımı beraber okuyorduk. Kitap öyle doğdu.
Bitmeye yakın, kitabı bir gün Mina’ya gönderdiğimde, bunu niye film yapmadığımı ve kitap olarak yayınlayacağımı sordu. Ben de, ileride film olabileceğini, ancak bir kitap anlaşmam olduğunu söyledim.
Nihayet kitap olarak çıktı ve hiç beklemediğimiz bir şekilde gelişti. Kitap ilk hafta, “Özpetek’in kitabı” diye satılır ancak ikinci hafta iş öyle değildir. Kitap kulaktan kulağa yayıldı ve satışı büyük bir patlama yaptı, “top ten”de 1. sıraya yerleşti.
İtalya’da şimdilerde yazarlığım öne çıktı. Geçen gün bir yerde “Şans Tanrıçası”nı suyun üzerinde oynattılar ve beni ilk başta yazar, sonra yönetmen, sonra opera yönetmeni ve sonra tiyatro yönetmeni diye tanıttılar ve “yazarlığınız artık bizim için çok önemli” diye açıkladılar. Hayat tuhaf ama yazarlık, resim, sinema ve tiyatro hepsi zaten birbirine bağlı şeyler.

İstanbul-Roma / Türkiye-İtalya sizi farklı açılardan besleyen şehirler, ülkeler. Ne hissettiriyorlar size?
Bir şehire bağlılık tamamiyle sizin o andaki psikolojinizle ilgili bir şey. İstanbul’a tabii ki bağlılığım var ama İstanbul’a nostaljim de var, hasretim var. İçinde çocukluğum, gençliğim var. Ancak, bir de şehirde yaşayanlar da o şehri güzel yapar.
Örnek vermek gerekirse; bir festival için iki kez Kudüs’e gittim. Gerek şehirden gerekse İsraillilerden çok etkilendim. Biz Türklere çok benzediklerini fark ettim. Bizlere anlatılanlarla hiç ilgileri olmadığını gördüm ve çok güzel ilişkiler kurdum. “Karşı Pencere”yi yapmamın nedenlerinden biri de orada tanıştığım bir kadındır. Ben bir Holokost kurtulanı ile ilgili bir film yapıp burada yarışmaya katılacağım dedim ve filmi yaptım.

Karşı Pencere

Şehirler tabii ki çok önemli. Napoli’ye de çok bağlıyımdır. İtalyanlar beni takdir ediyorlar, “Türk asıllı İtalyan yönetmen” diyorlar benim için. Çok sıcak ilişkiler var İtalya’da. Sokağa çıktığımda mutlaka birisi beni durdurur, bir şey söyler ve sarılmak ister. Türkiye’de de durduruyorlar ama tabi İtalya gibi değil, çünkü İtalya’da yönetmen çok önemli. İtalya’da yönetmen bazen oyuncunun önüne geçiyor. Mesela bir filme giderken, Sophia Loren’in filmi değil de Ferzan Özpetek’in filmi diye gidiyorlar.

Çekim esnasında film yön değiştirebilir mi? Başka bir duyguya doğru gitmeye karar verdiğiniz olur mu?
O, olmazsa olmaz. Ana duygu, ana fikir kalıyor ama mutlaka bir sürü şey değişiyor. Benim “daha iyi oldu” demem çok önemli. Yani, bir gün çekime gidip de akşam eve geldiğim zaman benim mutlaka heyecan yaşamam ve mutlu olmam lazım. Montajda heyecanlanmam lazım. Şimdiye kadar “keşke yapmasaydım” dediğim hiçbir şey olmadı.

Film yönetmeni olmanıza sebep olan bir olay var mıdır?
Hayatımda 7 yaşında seyrettiğim ilk film “Kleopatra”... Ondan itibaren sinemaya karşı büyük bir aşk hissettim. Yedi yaşındaydım ama büyük beyazperdedeki o görüntü... O çok önemli bir duyguydu.


Fotoğraf: Emre Yunusoğlu


Filmlerinizde hep aşk var, sevgi var. “Serseri Mayınlar”daki büyükannenin söylediği gibi, “En kötü halinde, hatta ölmeyi istediğinde bile gülümsemeyi bil” ruh hali var. Bu siz misiniz?
Ben çok acı zamanlarda gülmeyi bilen, şaka bile yapabilen bir insanım. Ancak zamanla bu zorlaşıyor. Önce abimin ölümü; sonra da tam geçen sene iş hayatımın en önemli en güzel günlerinden birinde 20 yıllık arkadaşımı, İtalya’daki ailemi temsil eden insanı kaybettim. Bu olay bana çok ağır geldi, çok zorladı. Hala zorluyor… Yaptığım işlerde onu, abimi düşünüyorum. Bir de Bice diye gazete bayisi bir kadın arkadaşım vardı, 41 yıllık arkadaşımdı. O da gitti. Bir ödül alıyorsunuz ve aklınıza geliyor o insanlar. Yaş ilerledikçe gitgide ölüm ile hayat birbirine karışıyor. 

İzlediğim röportajlarınızda ekrana oyuncularınızın bazı sahneleri yansıtıldığında, sizin mimikleriniz ve yüzünüze yansıyan duygu aynı onların o anda oynadığı role ve duygu durumuna bürünüyor. Film çekilirken oyuncuları nasıl yönlendiriyorsunuz?
Ben onlara ne yapaklarını gösteriyorum. Mesela “Serseri Mayınlar”da oynayan ve bütün ödülleri alan Ilaria Occhini. Filmi çekerken ben kameranın yanında yüz ifadesini söylüyordum ve gösteriyordum. Başını şöyle çevir ve şu cümleyi söyle diyordum. Kadın aynısını tekrar ediyordu ve o şekilde yaptık filmi. Birçok oyuncuyu da öyle bir hazırlıyorum ki, tamamıyla olayın içine giriyor. Oyuncu ile ilişkim çok sıkı bir ilişkidir.

Sizce en büyük başarınız ya da film yönetmeni kariyerinizde sizi en mutlu eden an nedir?
Bir değil birçok var, ama özellikle İtalya’da hep dedikleri, hoşuma giden bir şey var: “Ferzan Özpetek’in dokunuşu”. Bu beni çok mutlu ediyor. Yani filmi beğenmemiş bir kritik bile “adamın dokunuşu” diyor. Bazen de bir oyuncu için, “sanki Özpetek dokunmuş ona” gibi bir şeyler diyorlar. Hoşuma gidiyor, çünkü çok önemli bir şey.

Yetiştiriliş tarzınızın yapıtlarınızı etkilediğini düşünüyor musunuz?
Mutlaka etkilemiştir. Annemle çok özel bir ilişkim vardı. Ayrıca çocukluğumda teyzelerim dediğim annemin arkadaşlarıyla da ilişkim vardı. Ben kadınlara yapılan şiddetin ardında da, mutlaka bir erkeğin aşağılık duygusunun saklı olduğunu düşünüyorum çünkü erkek kadının çok daha kuvvetli, çok daha başarılı, çok daha kafalı olduğunu hissediyor, o yüzden de bir kıskançlık oluşuyor. Bana göre şiddetin arkasında tamamıyla kadınların üstünlüğü var.
Bence ressam / müzisyen ya da yönetmen olarak doğuluyor. Bu, içinizde olan bir şey. Onu geliştirip geliştirmemek size bağlı ama onunla doğuyorsunuz. Ben, 3-4 filmimden sonra bunun farkına vardım. Bazı şeyleri tamamıyla içgüdüsel olarak yapıyorsunuz. Ama şunu da eklemeliyim ki, filmlerimde hep bir şeyleri bekliyorum. Gelen periler var, “film perileri”. Çekim sırasında havada bir şey oluyor veya bir şey kırılıyor. O kırılınca onu oraya koyamıyorsunuz ama yerine başka bir şey koyuyorsunuz. O zaman, “periler geldi” diyorum ben.

Sizin için bir filmi iyi yapan şey nedir?
Heyecan vermesi. Seyirciye heyecanın geçirilmesi. Yani bir bakışın, bir sözün veya bir davranışın heyecanı ve bu duyguyu hem bana hem seyirciye vermesi.

Sizi en çok etkileyen yönetmen kimdir?
Oyuncularla çok güzel ilişkisi olan Vittorio De Sica, “Narciso Nero”yu yöneten Michael Powell ve diğerleri. Türkiye’de de birçok yönetmen var. Mesela, “Son Kuşlar” çok sevdiğim bir filmdir ve beni çok etkilemiştir çünkü aşkın kazanmadığı bir filmdir. Yönetmeni Erdoğan Tokatlı olan bu filmde Ediz Hun ve Selma Güneri oynar. Ayrıca Lütfi Akat ve Memduh Ün de etkilendiğim yönetmenler arasındadır.

Bu mesleğe başlayan gençler için bir tavsiyeleriniz nedir?
Bence en önemli şey nasıl ve neyin öğrenileceği değil, tutkuyu devam ettirebilmektir. Karşınıza öyle zorluklar çıkabilir ki, tutkunuz olsa bile onu yok edebilir. Amaç her şeye rağmen tutkuyu beslemektir.