Bakırköy’de büyüyorum, 10 yaşlarımda olmalıyım, geçerken kilisede girip bir mum yakayım dedim. Girmemle yerime mıhlanmam bir oldu. Tam ortada açık bir tabut ve siyahlar içinde bembeyaz suratlı yaşlı bir kadın. Nasıl kaçtığımı hatırlamıyorum bile!
Cenazelerimizin, tabutlar açık kaldırıldığı yıllar… Ailemizdeki ilk ölüm dedem, onu da tören süresince açık tabutta anımsıyorum, ama ondan sonra, sanırım 60’lar sonrası, Amerika’dakilerin aksine, devletin getirdiği yasak uyarınca, artık Türkiye’de açık tabutla cenaze kaldırılması âdeti kalktı. Eskinin, üst kademedeki Ortodoks patrik veya despotlarının tahtlarında ve oturur durumda gömülme âdetlerinin ise, halen bazı yerlerde uygulandığına hayretle şahit olunabiliyor.
Garip bir duygudur ölüm, ilk kez karşılaşıldığında. Ürpertici bir bilinmeyen korkusu… Hatırlıyorum, ilk kez gittiğim bir arkadaşımın evinde oturuyoruz, “Şu karşı divanda babaannem ölmüştü benim” dediğinde bile, irkilmiş, rahatsız olmuştum. Sonra, hayat işte, kayınpederim ölürken kapıda (içeri girmeye korktum) dua ede ede ve kalbim güm-güm atarak son nefesini vermesini seyrettim, annemin ölüsüne yaklaşamadım bile, babamın ise çenesini bağlamak bana düştü! Kademe kademe mi alıştırdı evren beni ölüme? Gerçi alışığız, boy-boy paşa dedelerinin (paşa olması şart J) fotoğraflarını duvarlarında sergilemekten gurur duyanlara ama, o resimler hiç değilse kişiler hayatta iken çekilmiş diyoruz, ya aşağıda size anlatacaklarım!!!


Kraliçe Victoria yasta

Kraliçe Victoria dönemi
19. yüzyıldan 20. yüzyıl başlarına kadar ölüm her yerdeydi. Sanayileşmenin başlaması ile hızlı kentleşmenin yol açtığı kalabalık şehirlerdeki aşırı kirlilik nedeniyle 1800’ler itibariyle kızıl, tifo, tüberküloz, difteri ve kolera gibi salgın hastalıklar hızla yayıldı. İnsanların hijyen konusunda bilinçsiz olması ve yetersiz sağlık uygulamaları sonucunda ölüm vakaları çok yaygın ve adeta rutin bir hal almıştı. Özellikle de Kraliçe Victoria döneminde, bebek ve çocuk ölümleri son derece yüksekti. 1849’da 5 yaşın altındaki çocuklar için ölüm oranı Londra’nın bazı bölgelerinde %33’e ulaştı. Yetişkinler için ise ortalama ömür 40 yıldı! 
Her an ölümle iç-içe, yan-yana yaşamaya başlayan insanlar, kendilerini buna hem zihnen hem ruhen hazırlayan birtakım yas ritüellerini, cenaze âdetlerini benimsemeye başladılar. Bu duygu, yas takıları da dâhil olmak üzere maddi kültürün diğer formlarına kadar uzandı.

Yas ritüelleri
Ölümün acısını vurgulamak, yas tutmak, ölüleri insana yakın tutmanın bir yoluydu. Bu nedenle yaygın motifler arasında haç, çiçek ya da inci tutan bir el, hatta ölen yakınlardan fiziksel hatırlatıcılar (mesela bir saç tutamı) eklemek bile yaygındı.

Saç tutamlı yas broşu

Siyah giymek…
Yas tutanlar özel yas kıyafetleri giyiyor, belli bir süre de sosyal faaliyetlerden uzak kalıyorlardı. Asiller sınıfı ile tarihin birleştiği nokta, birtakım yas tutma kuralları çok önce başlamış olsa da siyah giymenin, Kraliçe Victoria ile başlayıp moda olduğudur. Nitekim 1861’de eşi Albert’i kaybetmesi ile ömrü boyunca siyahları çıkarmayan İngiltere Kraliçesi Victoria’ya “Widow of Windsor” denilmiş. Yas olarak siyah giymek, saray dışına da taşarak ülke çapına, oradan da (unutulmaz Gone With the Wind - Rüzgâr Gibi Geçti filminden de anımsayacaksınız) önce Amerika’ ya, sonra da muhtelif ülkelere yayıldı.
Müteveffanın yakınları, altı ay boyunca parlak olmayan kumaşlardan, tamamen siyah giyiyor, ikinci altı aydan itibaren parlak kumaşlara, sonrasında ise leylak, inci grisi veya siyah-beyaza geçiyordu. Bütün bu ölümle yüzleşmek, her an gelebilecek ölüme alışmak amaçlı sayısız ritüellere, 1840 itibariyle çok yaygın ve bugün bizi ürperten bir akım, Ölüm Sonrası Fotoğrafçılığı denilen bir trend eklendi: Post Mortem Photography.

Ölüm Sonrası Fotoğrafçılığı
Yüksek ölüm oranları sonucu ölümle neredeyse iç içe yaşayan toplum fertlerinin, hayattayken fotoğraf çektirme imkânı bulamamışlarsa, sevdikleri ile ebediyen ayrılmadan, onlara anılarında ölümsüzlük mü kazandırmaktı maksatları?
Bebeleri ölmüş anneler, acı gerçekle yüzleşmektense onların huzur içinde uyur görüntüleriyle mi avunuyorlardı?
Bugün bizi rahatsız eden, hatta irkilmemize yol açan bu fotoğrafları kınamaktansa, onları dönemin gereği ve gerçekliği penceresinden değerlendirmeli bence. Yitirdikleri ile aralarındaki bağı canlı tutan, bu hayata tutunma yöntemleri, kayıplarına duydukları sevgi ve saygı sembolü olarak onlar için çok değerli birer malzeme haline geldi. Bu görüntüler, ölen kişinin ailesi veya arkadaşları tarafından sevgiyle karşılanacak, ev ortamında sergilenecek ve sevdiklerinden özel bir hatıra olarak saklanacaktı...



Fotoğraf makinesinin icadından önce, maddi imkânları olan aileler yağlı boya tablolar veya heykellerle ailelerini ölümsüzleştirmeye çalışmışlardı. Ancak “daguerreotype” denilen ve fotoğrafçılığın öncüsü olan buluş sayesinde, fotoğraf ve “Ölüm Sonrası Fotoğrafçılığı” daha düşük sosyoekonomik sınıflarca da ulaşılabilir oldu. Fotoğrafı yaratmak için dagerreotipçi, önce gümüş kaplı bakır bir plakayı ayna gibi parlatmalıydı. Sonra, yüzeyini ışığa duyarlı hale getirmek için birtakım kimyasallardan geçirip kameraya yerleştirirdi. Poz süresi ışığın gücüne göre artar veya azalır, son bir banyo sonrası fotoğraf hazır hale gelirdi.


Ceset katılaşmadan…
Görüntülerin gerçekleşmesi safhası ise başlı başına bir işti. Muhafazasının da zor olduğu o şartlarda, fotoğrafın öncelikle, ceset, rigor mortis (ölüm katılığı) denilen faza girmeden çekilmesi gerekiyordu.
Ustalıkla düzenlenmiş dekor, kıyafetler, kişilerin o dekorun içine yerleştirilmesi, çürüme efektleri veya ölümün hızlandırdığı camsı bakışların gizlenmesi gibi çok fazla çaba ve hassasiyet gerektiren ayrıntılar dikkate alınmalıydı.
Ölüler ya yaşıyormuş gibi ya da huzur içinde uyurmuş gibi görünmeliydi. Bazı durumlarda, cesetlere canlılık kazandırmak için yanaklarını rujla renklendirmek veya sanatçı yeterince yetenekliyse, klasik ölüm belirtilerinden olan ‘çökük göz’ görünümünden kurtarmak için, kapatılan göz kapaklarına açık göz resmi çizmek gerekebilirdi. Gel gör ki, ölümü güzel gösteren her fotoğrafa karşılık, bir düzine de yanık ciltler, çökük gözler sergileyen ve ölümün gaddarlığını ön planda tutan rezil görüntüler de mevcuttu.

Gözler göz kapaklarına boyanmış

Böylece “Post Mortem Fotoğrafçılık”, hayatın tek kontrol edilemez ve kaçınılmaz tarafı olan ölümün kontrol edilebilecek bir tarafını keşfetmişti. Fotoğrafçıların tespitlerince, ölüme karşı evliliklerin oranı üçe birdi. Ölülerini bu yolla anma ritüeli, onların cansız vücutlarını ölümün ürkütücü görünümünden güzel bir görünüme kavuşturdu ve eş zamanlı olarak ölümle iç içe yaşayan toplumların yaslarının birçok ve değişik safhalarında yatıştırıcı oldu.
Neredeyse 20. yüzyıla kadar Avrupa, Amerika, hatta Avustralya kültürlerinde bir yas ve anma yöntemi olarak memnuniyetle benimsenen bu fotoğraflar, her ne kadar ilk bakışta marazi, rahatsız edici gibi görünseler de sadece Victoria dönemi sanat formları olarak değil, belki toplumumuzun da ölmekte olanlara, ölüme, ölülere nasıl yaklaştığını yeni bir pencereden değerlendirmesine yardımcı oluyordur?



Değişmeyen tek şey değişim

1860’larda “Post Mortem Fotoğrafçılık”, hareket kazanıyor. Artık ölüler yatmıyor, uyumuyor, aksine sandalyelerde oturuyor, oyun oynuyor. 1859 tarihli bir fotoğrafta, elinde çıngırağıyla koltukta oturan çocuğun arkasındaki bir ayrıntı, orada onu dik tutmakta olan birinin varlığına işaret etmekte aslında.
1870’ler itibariyle, Amerika ve Avrupa’da bir dinsel ayaklanma hareketi başlıyor. Ölümsüzlük hakkındaki geleneksel argümanlar, özellikle orta ve yüksek sınıflar arasında önemini kaybetmeye başlıyor. Bu dönemin ölümleri, artık eski zamanların dindarlığını ve ruhsal coşkusunu taşımıyor.
Resimlerdeki yüzler artık Latin Amerika, Doğu Avrupa işçi sınıfları... Belki de daha derin dinî inançları olduğundan? Derken, fotoğrafların daha önceki stoacılığı (vakar), yerini keder performansına bırakıyor. Artık cesetler yok, ölenlerin ardından yas tutanların fotoğrafları var, ellerinde mendil, pencereye dönük ağlayan yüzler veya tabutlar, mezarlıklar... Düz ve mutlak ölüm!

Ölüm görüntüleri anlamını yitirdi
Bazen posta kartları üzerinde dünyayı dolaşan bu fotoğraflardaki yasa en büyük hakaret, posta damgası idi. 1920’lerin ortalarına gelindiğinde, Kodak’ın, enstantane fotoğrafçılığı tanıtmasıyla fotoğrafçılık o kadar sıradan hale geldi ki, ölüm görüntüleri anlamını yitirdi, hatta bu tip fotoğraflar artık edebe aykırı sayıldı.
1930’ların Amerika’sında “post mortem” fotoğrafçılığın II. Dünya Savaşına kadar sadece kişiye özel olarak daha çok kırsalda, orta sınıf veya zenciler arasında devam ettiğini görüyoruz. Bunun ötesinde, sağlık alanındaki geniş çaplı yenilikler, insan ömrünün bugün artık 75 yaş ortalamasına çıkması, çocuk ölümlerindeki azalmanın ardından bir de enstantane fotoğrafçılık, ölümün uygarlık önünde diz çökmesine mi neden oldu dersiniz?

“Post Mortem” fotoğraflar da neymiş?
İnsanların zaman zaman öyle garip, öyle marazi diyebileceğimiz beklentileri var ki, kısa bir anekdotla, yarattığım kasvet havasını dağıtayım:
Bir arkadaşımızın Fransız eşi Valérie’nin, bize çokça garip gelen düşünceleri arasında, vefatında crémation yöntemini seçmek istediğini, küllerini de özel olarak yaptıracağı minik cam haznelere koydurtup altın kolye olarak en yakın arkadaşlarına, anı olarak dağıtılmasını vasiyet edeceğini söylediğinde amiyane tabirle şapkam uçmuştu! Düşünsenize, ben ve boynumda Valérie’nin külleri!
Antropolog Nigel Clark boşuna dememiş, “Bu inançsızlık çağında ölümün, hafızadan başka gidecek yeri kalmadı” diye!