Arif Ergin


Dünya bugüne dek en az 5 kez büyük buzul çağı geçirmiştir. Büyük buzul çağların arasında ısınan iklim, en az yirmişer kez mini buzul çağları ile kesintiye uğramıştır. 1,6 milyon yaşında olduğu tespit edilen bugünün modern insanına dair elimizdeki kayıtlı tarihî belgeler ise sadece 5-6 bin yıl öncesine kadar gidebilmektedir.

Bilim insanlarının hesaplamalarına göre son buzul çağı 12 bin yıl önce bitmeye başlamış, 10 bin yıl kadar önce tarım devrimi yaşanmış ve cilalı taş devri başlamıştır. İlk mızrağı yapmamızla akıllı telefon üretmemiz arasında geçen sürenin sadece 10 bin yıl sürmüş olması, en az 1,6 milyon yıllık karanlık geçmişimizde kurmuş olma ihtimalimiz olan medeniyetlerin kaç buzul çağı ile silinmiş olabileceğini düşündürmektedir insana.

İlk olarak Hindistan’da bir mağarada bulunan, daha sonra Asya’nın farklı köşelerinde de keşfedilen duvar resimleri, bundan yaklaşık 20 bin ila 12 bin yıl öncesine tarihleniyor. Resimleri ilginç kılan şey ise disk benzeri araçlardan inen astronot kıyafetli insanlar. Resmedilenler dünya dışı tuhaf yaratıklar değil, başlarında fanus olan, tulum giymiş insanlar ve bir mekikle dünyaya geri geliyorlar.

Geçmişin nerede başladığı, geleceğin nerede bittiği belirsizleşirken, her şeyin birbirine karıştığı bir düşünce sarmalında insan kendine sormadan edemiyor;

Ey insan. Kimsin sen?

Geçmişte veya gelecekte bir gün…
Mila ile mülteci kamplarına bakan bir tepede oturmuş, batmakta olan günün son renklerini seyrediyorduk. Hemen altımızdaki kampa her an yeni mülteci grupları getiriliyor, çamur içindeki yerleşke tıka basa insanla dolmaya devam ediyordu. Biz ise karşıdan mor ve turuncu halkalar halinde batmakta olan güneşi seyrediyor, hiç konuşmasak da o an sadece birbirimizi ve belirsiz geleceğimizi düşündüğümüzü biliyorduk. O güne dek bu evlilik için uygun görünen koşullar bir anda tepe taklak olmuş, zaten zorlaşan hayat şartlarına bir de arası bozulan babalarımızın durumu eklenmişti. İlk defa yaşamaya başladığım kaybetme korkusu, ufukta belirmeye başlayan somut bir ihtimale dönüştükçe ruhum acıyla doluyor, sonsuza dek Mila’yla geçirdiğimiz o anın içinde donup kalalım istiyordum.

Dakikalarca tek kelime bile konuşmadan oturduktan sonra bakışlarımızı birbirimize çevirdik. Onun gözlerine baktığımda dizlerimin nasıl titrediğini bugün bile hala hatırlıyorum. Gözlerinin içindeki yeşil, sarı ve mavi desenler, morarıp solmakta olan gökyüzünün pastel renklerine inat, sanki yeni yaratılmış capcanlı bir kâinat gibi beni içine çekiyor, daha önce başka insan ayağı değmemiş sonsuz uçurumlardan dipsiz boşluklara yuvarlıyordu. Aşağıdan gelen bir çığlık sesiyle irkilip kendime geldiğimde, Mila’nın titreyen gözlerinin içine hapsolmuş yansımamı gördüm. Ne güzel bir yerdeydim. Yeniden hayallere kapılıp, Tanrı’dan o gözlerin hiç kapanmamasını, veya kapanacaksa beni de içine hapsetmesini, böylece onunla bir ve tek olarak sonsuzluğa ulaşmayı diliyordum.

Mila’nın “Bize ne olacak?” diyen sesiyle daldığım bu renkli kâinattan pastel dünyaya geri döndüm.

“Bilmiyorum” dedim omuzlarımı silkerek. “Babalarımızın arasındaki şu problemin bize daha fazla yansımamasını diliyorum sadece.”

Mila gözlerini devirip bakışlarını yeniden ufka çevirdi. Her tedirgin olduğunda yaptığı gibi, baş parmağıyla sürekli olarak ona verdiğim ve gözleriyle aynı renkteki safir taşlı yüzüğü çeviriyordu. “Seni üzmek istemiyorum, ama babanın psikolojisinin son zamanlarda bozulduğu söyleniyor. Arası herkesle bozulmuştu, en son babamla da tartışmışlar. Artık konseydeki görevinden de kovulacağı söyleniyor.”

“Biliyorum Mila. Babamı son zamanlarda ben de tanıyamaz oldum. Sanki bütün dünyanın yükünü tek başına omuzlarında taşıyor gibi yorgun, bezmiş ve öfke dolu. Mültecilerin Mars projesinin başına geçtiğinden beri bütün dengesi alt üst oldu adamın.”

“Bugün bütün yetkilerini kullanıp kendi projesini durdurmaya yeltenmiş. Mülteci işçileri Mars’ta inşa edilen fabrikalara taşıyacak gemileri büyütüp güçlendirmekten ve kurtarabildiğimiz kadar çok sayıda insanı gemilere doldurup uzaya göndermekten bahsediyormuş.”


Ne diyordu bu kız böyle? Bunu daha önce hiç duymamıştım. Ama sanki kendi işlediğim bir suçun ayıbı yüzüme vuruluyormuş gibi mahcup, elimi omuzundan yavaşça indirip, üşüyormuşçasına kendi omuzlarımı sıvazladım. Bir anda esen serin rüzgâr yüzümü yalarken, gözlerimden süzülmekte olan yaşların da bahanesi olup imdadıma yetişti. Yeniden susup yıldızların belirmeye başladığı engin gökyüzüne ve her geçen saniye parlaklığı daha çok artan dolunaya çevirdik bakışlarımızı. O günkü son mülteci otobüsü de kamptan ayrılırken, çökmekte olan akşamın alacası, aşağıdaki insanların arasında çıkan büyük kavga ve yağmayı örttüğü için, sanırım bir anlığına dünya daha yaşanabilir bir yer gibi gelmişti ikimize de.

Ara sıra Mila, babamın son zamanlardaki tuhaf hareketlerinden bahsetmeye devam ediyor, her şeye itiraz eden tavrı nedeniyle babama, onun sıkça kullandığı itiraz kelimesi olan “noah”ın, lakap olarak takıldığından bahsediyordu. İçimde kopan fırtınaları derin bir iç çekip oflayarak dışarı vurunca, Mila bunun beni ne kadar üzdüğünü görüp sustu ve sımsıkı sarıldı boynuma. Yeniden sessizliğe gömüldük ve ömrümüzün en uzun, en kısa, en renkli, en solgun, en aydınlık ve en karanlık akşamını bir süre daha seyredip evlerimize döndük.

O akşam, babamın omuzları düşmüş bir şekilde eve geldiği o anı hiç unutmuyorum. Ülkenin en önemli kurumlarından birinin başında, popüler ve sevilen bir mühendis ve bilim insanıyken bir anda deli muamelesi görerek meslektaşlarınca dışlanmasını o zamanlar ne annem, ne kardeşlerim, ne de ben anlayabilmiştik. Yüzünde yine son zamanlarda görmeye alıştığımız o bozguna uğramış ifadeyle kapıdan girer girmez çantasını masanın üzerine fırlatır gibi bırakıp, kocaman açılmış titrek nemli gözlerle önce bana ve kardeşlerime baktığını, sonra onun bu yıkılmış haline bakakalan anneme sımsıkı sarılıp dakikalarca o şekilde durduğunu hatırlıyorum.

Gelip yanımıza oturdu, ama gözleri sürekli pencereye, sanki yaklaşmakta olan tehlikenin nereden geleceğini anlamaya çalışır gibi gökyüzüne bakıyordu. Yorgun sesiyle konuştu: “Kimseyi hiçbir şeye ikna edemedim.”

Annem, buz gibi bir yüz ifadesiyle yanıtladı onu: “Çok doğal değil mi bu? Yani ikna etmeye çalıştığın şeyi düşünürsek?”

“Neden? Neden bu kadar zor,” diye yalvarırcasına sordu babam.

“Konu nedir?” diye soran küçük kardeşime şefkatle baktı ve hep birlikte masaya oturmamızı istedi bizden. Çantasından bir sürü belge çıkararak masaya yaydı ve anlatmaya koyuldu.

“Küresel ısınma ve eriyen buzullar nedeniyle yaşam alanlarımızın yarısını kaybettik. Milyarlarca insan, gezegenin küçücük bir coğrafyasına sıkışmış durumdayız. Artık bunu durdurmak imkânsız. Sular giderek yükseliyor. Bu ay dört ülke daha tamamen sular altında kaldı ve vatandaşları mülteci olup diğer ülkelerin sınırına yığıldı. Yiyecek yemekleri, içecek temiz suları yok, her gün yeni bir salgın hastalık patlıyor. Savaşlardan ve anarşiden ölenlerin sayısı ise salgını bile geçmiş durumda. Milyonlarca insan zaten daralmış coğrafyalarda mülteci konumuna düşünce Mars görevini hızlandırmıştık. Bütün üretim tesislerini ve işçileri Mars’a taşıyıp dünyanın yükünü elli yıl içinde hafifletmeyi düşünüyorduk. Ama öyle görünüyor ki artık buna zamanımız yok. Felaket çok hızlı gelecek! Büyük bir fırtına geliyor!”

“Aynen efsanelerde olduğu gibi, sular altında mı kalacağız yani?” diye yeniden sordu kardeşim.

“Evet, bütün dünya su ile kaplanacak, en çukur bölgelerden en yüksek zirvelere kadar.”

Annem ise hala itiraz ediyordu, “İyi ama başkanlığını yaptığın Küresel İklim Konseyi ısrarla şehirlerin dağlara taşınırsa güvende olacağı çağırısında bulunuyor. 500 metreden yüksek yerlerin ne olursa olsun su altında kalmayacağını, en şiddetli yağmurlar da yağsa, yer altındaki bütün sular da taşsa suların belli bir yüksekliğe ulaşamayacağını siz söylemiştiniz! Dağlara şehirler kurulmaya başlandı bile!”

“Söyledik biliyorum. Ama yanıldık. Bizi yutacak olan su sıvı formda değil, buz formunda olacak.”

“Nasıl yani?” diye araya girdim. Kulağa çok çılgınca gelen bu teori karşısında ben de daha fazla susamamıştım. Babam kim bilir kaçıncı kez aynı şeyleri konuşmaktan bezgin bir sesle anlattı:

“İklim değişikliği yüzünden denizler ısındı ve okyanuslar arası sıcak-soğuk su akımları durdu. Böylece mevsimleri oluşturan rüzgarlar da artık durmuş oldu. Soğuk geliyor, oğlum. Aşırı ve ani bir soğuk. Geride kimseyi bırakmayacak. Her yer metrelerce kar ve buzla kaplanacak. Bir insanın tahammül edemeyeceği kadar şiddetli bir soğuktan bahsediyorum. Birkaç saat içinde donarak camdan heykellere dönüşecek binalardan bahsediyorum. Köprüler, barajlar, elektrik direkleri, her şey önce donacak ve sonra şiddetli bir fırtınayla kristal heykeller gibi tuzla buz olacaklar. Yeni bir buzul çağı bu. Soğuklar yaklaşık 800 yıl sürecek. Bu sürede dünyadan uzakta bir yerlerde olmak zorundayız. En azından 100 milyon insanı alabilecek sayıda uzay mekiğimiz var. Mars görevi için inşa edildiler. Onları kullanabiliriz! Ama kimseyi ikna edemiyorum!”


“Bu söylediklerin,” diye yutkundu annem, “çok üzgünüm, ama kulağa gerçekten delice geliyor.”

Kardeşim çocuksu düşünceleriyle herkesten mantıklı bir soru sordu o an. “Baba, peki diyelim bu gerçekleşti ve biz de uzaya çıktık. Ama buzul çağı yüzlerce yıl sürecekse dünyaya geri dönemeyiz, Mars şehirleri henüz bitmediği için oraya da gidemeyiz. Peki uzay boşluğunda ne yapacağız? Uzayda bir geminin içinde öleceğime dünyada şansımı denemeyi tercih ederim doğrusu.”

Babamın gözlerinin içi gülümsedi ve kardeşime sonsuz bir şefkatle baktı. Çantasından bir çizim daha çıkarıp masaya koydu. Kağıtlara Mars görevi için inşa edilen gemilerin daha büyük modelleri çizilmişti. Heyecanla anlatmaya başladı.

“Bunların motorlarını güçlendirebilir ve fırtınayı yararak atmosferi aşmayı başarabiliriz. Zaten elimizde bir tane prototip var.”

Masaya bir fotoğraf koydu. Büyük bir diski andıran kocaman bir uzay gemisiydi. Ayna gibi parlak bir yüzeyi vardı ve köşesine kocaman harflerle geminin adı yazılmıştı: Exodus-III. Parmağını fotoğrafın üzerinde gezdirerek heyecanla anlatmaya devam ediyordu.

“Bu motorlar ışık hızının 3’te birine ulaşabilir. Öyle hızlı gidip geri geliriz ki, biz uzay boşluğunda 1 yıl geçirdiğimizde dünyada 900 yıl geçmiş olur. Tufan bitmiş, buzlar erimeye başlamış olur. İşte o zaman dönüp her şeye yeniden, sıfırdan başlarız.”

Babamın izafiyet teorisi kimseyi ikna edememişti. Üstelik takip eden bir hafta boyunca havalar babamı haksız çıkaracak kadar sakin ve sıcaktı. Aile içinde hepimiz tam olarak ikna olmasak da, babam gece gündüz çalışarak Exodus-III’ü bu işe hazır hale getirmeyi başarmıştı. Mekiğin içinde Mars’ta kurulacak koloni için önceden hazırlanmış olan geniş kapsamlı bir gen bankası vardı. Tropik canlılardan, yük hayvanlarına, kedi köpek gibi evcil hayvanlardan, kümes hayvanlarına, kuşlara ve amfibi hayvanlara kadar neredeyse bütün canlıların DNA zincirleri küçük tüpler halinde büyük bir soğuk hava odasına yerleştirilmişti. Babam bunun da dünyaya geri döndüğümüzde işimize yarayabileceğini düşünüyordu.

Sekizinci gün, hiç beklenmeyen bir şey oldu. Ani bir soğuk hava dalgasının tüm Okyanusya’yı vurduğu, bir gün içinde Yeni Zelanda’nın kar ve buz altında kalarak donduğu haberleri yayıldı dünyaya. Milyonlarca insan donarak camdan birer bibloya dönüşmüş, çıkan tufanla tuz buz olmuştu. Soğuk hava birkaç saat içinde Avustralya sahillerine ulaşmıştı. Bölgeden büyük panik haberleri gelirken, babama deli muamelesi yapan İklim Konseyi her şeyi örtbas edip, dünyaya işlerin kontrol altında olduğunun mesajını vermeye devam ediyordu.

Dokuzuncu gün, babamın, “Bu akşam çıkıyoruz,” cümlesi evde adeta bir ses bombası etkisi yaratmıştı. Birkaç saat sonra bu dünyaya veda edip sonunun ne olduğunu bilmediğimiz bir yolculuğa çıkacaktık. Benimse aklımda Mila’dan başka bir şey yoktu. Ne pahasına olursa olsun onu ikna edip buraya getirmeye karar vermiştim. Bunun için sadece dört saatim vardı.

Mila’nın evine varmam çok zamanımı almış, dönüş yolunu da düşününce onu alıp gelmem için birkaç dakikadan fazla zamanım kalmamıştı. Kapı aralığından onun güzel yüzünü görünce “Mila!” diye haykırdım. “Babam haklı çıktı!”

Bana sus işareti yaptı. “Evet, biliyorum, bizimkiler de sessiz sedasız hazırlığa başladılar.”

“Ne yani, siz de mi geliyorsunuz?” diye sevinçle fısıldadım. Ama gelmiyorlardı. Uzay gemilerinin içine yiyecek depolayıp soğuk havayı ve kar fırtınasını gemilerde karşılayacaklardı. Nükleer reaktörlerin bütün gemileri yıllarca ısıtabileceğini hesaplıyorlardı. Mila’ya buzul dönemin asırlarca süreceğini anlatmaya çabalıyordum. Belki bana hak veriyordu, belki vermiyordu, bunu bilmiyorum, ama bildiğim şuydu ki ailesinden asla ayrılmayacaktı.

Ben “Bizimle gel,” diye yalvarırken kapı aralığından dışarı çıktı, ıslanınca daha da can yakan, ona verdiğim yüzüğün safir taşıyla aynı renge bürünen gözleriyle gözlerimin içine baktı ve bana sımsıkı sarıldı. O an anlamıştım bana veda ettiğini. Gözlerimizi sımsıkı kapatınca taşan göz yaşlarımız birbirimizin omzuna damladılar. Bu son sarılmanın her anını zihnimize ve ruhumuza kaydederken ellerimiz son kez tuttu birbirini, parmağındaki yüzük avcumun içine battı ve parmaklarının ucu parmaklarımın ucundan kayıp gitti.

Bizimkilerle sözleştiğim gibi, tam dört saat sonra uzay istasyonuna vardığımda Exodus-III uzay gemisinin motorları çalışmaya başlamıştı bile. Aralıklarla sıralanmış onlarca uzay gemisi vardı ancak çağrıya uyan kimse olmamıştı. Artık yapacak bir şey yoktu, gemiye binerken, merdivenlerinden son bir kez dünyaya dönüp baktığımızda, her şeye rağmen buranın bir cennet olduğunu anlamıştık. Hırslarımız, umursamazlığımız, ancak insanoğluna yakışır ahmaklığımızla onu nasıl bir cehenneme çevirdiğimizi çok geç anlamanın verdiği hüzünle dünyadan son adımımızı da attık ve gemideki yerlerimizi aldık. Geri sayım biter bitmez gemi kuvvetle sarsılıp fırladı ve kendimizi birkaç saniye içinde dünyadan binlerce kilometre uzakta bulduk. İnsanoğlunun o güne dek ulaşabildiği en yüksek hızlara ulaşıp bir yılın sonunda dünyanın yörüngesine geri döndük.


Dünya hala bembeyaz bulutlarla kaplıydı ve bu seviyeden yeryüzünde neler olup bittiğini anlamamız imkansızdı. Atmosferin alt tabakalarına yaklaşmadan yeryüzüne ilk dronu gönderdik. Gönderdiğimiz “Kuzgun” isimli dron geri dönmemişti. Aklımda Mila’dan başka bir şey yoktu. Onun o zor koşulları gemide atlatıp hayatta kalmış olmasını umuyordum. Bir ay sonra dünyaya geri döndük ve atmosferin içine ikinci dronu gönderdik. Bu kez kamerası olan, daha dayanıklı ve “Güvercin” isminde bir drondu. Güvercin geri dönmeyi başaramasa da bir süre sonra bize ilk görüntüleri göndermeye başlamıştı. Fırtına dinmişti. Her yer buzla kaplı olsa da bazı yerlerde bitki ve ağaca benzer yeşillikler belirmişti. Buzlar eriyordu! Ailecek sevinçle birbirimize sarıldık. Aşağıda bizi ne bekliyor bilmiyorduk. Erimenin başladığı yüksek tepelerden birine gemiyi zor da olsa indirdik. Exodus-III, bir yıl süren görevini tamamlamış, yorgun motorlarını derin bir uykuya yatırmıştı. Dışarı çıktığımda aylardır ilk kez güneşi görüyor, doğal oksijeni içime çekiyordum. Etrafta ağaçlar ve ıslak topraktan başka bir şey yoktu. Annem, “Neredeyiz?” diye sordu. “Ararat” dedi babam. “Anadolu’nun en doğusunda, Ararat Dağındayız.”

Şaşkındık. Yaşam yine aynı yerde, tarih kitaplarında hayatın başladığı yerlerden biri olarak öğrendiğimiz Anadolu’da başlamıştı. Etrafta bizden başka kimsecikler yoktu. Güvercin’i sık sık etrafa yolluyor, bizden başka yaşayan var mı diye civardaki her yeri tarıyorduk. Ne başka bir insan izi, ne de en ufak bir medeniyet kalmıştı geriye. Biz ise halen gemide yaşamaya devam ediyorduk ama dışarda da hummalı bir çalışmayla ağaçlardan bir kulübe inşa edip, mısır yetiştirmek için bir tarla açmıştık bile. İşlerden kalan zamanlarda Mila’nın ailesiyle bindiği diğer Exodus gemisini arıyordum. Umudum, babamın yanılmış olması ve büyük fırtınayı gemilerin içinde atlatabilmiş olmalarıydı. Artık aramaktan umudumu kestiğim bir gün, birkaç kilometre ilerde uçmakta olan Güvercin’den onlarca Exodus uzay gemisinin yan yana yığıldığı görüntüler gelmeye başladı.

O an her şeyi bıraktım ve kar motosikletine atlayıp birkaç dakika içinde kendimi en başta duran Exodus-X gemisinin yanında buldum. İçeri adım attığımda neredeyse havasızlıktan boğulacak gibi olmuştum. Büyük bir heyecanla komuta odasını geçtim ve kamaraları tek tek kontrol etmeye başladım. Çok geçmeden, bir odanın zemininde yerde boylu boyunca uzanmakta olan birini fark ettim. Bu Mila’nın annesi olmalıydı. Beyaz saçları yere yayılmış, bedeni sanki bir kuş gibi küçücük kalmıştı. Yanına yaklaşıp çömeldiğimde, uzun zaman önce öldüğünü anladım. Bir kafatası ve lime lime olmuş kıyafetlerin sağından solundan çıkan birkaç parça kemikten başka bir şey kalmamıştı geriye. Şaşkınlıkla ellerinden geri kalan kemiklere baktığımda, incecik kemiklerin arasında safir yüzüğü gördüm.

Bu Mila’ydı!

Ayağa kalkmayı denedim ama sendeleyip geriye yuvarlandım. O an anlamıştım, Mila ve ailesi uzun yıllar bu mekiğin içinde yaşamayı başarmışlar ve Mila, buzla kaplı şu koca gezegende yapayalnız yaşlı bir kadın olarak ölmüştü. Kim bilir kaç asır geçmişti üzerinden. Ellerimi yüzüme kapattım. Öylesine tuhaf bir andı ki bu, ağlayamamıştım. Çekinerek Mila’ya yaklaştım, parmağındaki yüzüğü yanıma aldım ve gemiden ayrıldım.

Kapının önünde durup merdivenlere baktığımda, az önce gemiye gelirken karda bıraktığım izlerin büyük oranda silindiğini fark ettim. Koşarcasına inip kar motosikletine doğru yürümeye başladım. Kar yağmaya ve rüzgâr şiddetlenmeye başlamıştı. Attığım her adımla karlara gömülüyor, birkaç saniye sonra ardıma baktığımda yerdeki izlerimin rüzgârla yok olduğunu görüyordum. Elim cebimdeki yüzüğü okşuyor, eşyanın sonsuzluğu karşısında insanın gelip geçiciliğine, geçmişte bıraktığı kendi izlerini bile takip edemediğine şaşırıyordum. İşte o gün tüm olan biteni, babam Noah’ın hikâyesini yazmaya ve bizden sonrakilere bir ibret olarak bırakmaya karar verdim. Son bir kez Exodus’a baktım, yazacağım satırları zihnimde toparlamaya başladım. Mila’yı ise yazmayacak, onu sonsuza dek kendime saklayacaktım.

 
***


Noah's Ark (1846), Amerikan folk ressamı Edward Hicks

Tanrı Nuh’a, “İnsanlığa son vereceğim” dedi, “Çünkü onlar yüzünden yeryüzü zorbalıkla doldu.”
Kendine bir gemi yap. İçine kamaralar yap. Yeryüzüne tufan göndereceğim.
Göklerin altında soluk alan bütün canlıları yok edeceğim.
Oğulların, karın, gelinlerinle birlikte gemiye bin.
Her canlı türünden bir erkek, bir dişi olmak üzere birer çifti gemiye al. 
Yanına hem kendin, hem onlar için yenebilecek ne varsa al, ilerde yemek üzere depola.” 
Nuh, Tanrı’nın bütün buyruklarını yerine getirdi.
Sular öyle yükseldi ki, yeryüzündeki bütün yüksek dağlar su altında kaldı
Yeryüzünde yaşayan bütün canlılar yok oldu;
Yalnız Nuh’la gemidekiler kaldı.
Sonra sular yeryüzünden çekilmeye başladı
Gemi yedinci ayın on yedinci günü Ararat dağlarına oturdu.
Onuncu ayın birinde dağların doruğu göründü. 
Nuh yapmış olduğu geminin penceresini açtı. Kuzgunu dışarı gönderdi.
Kuzgun sular kuruyuncaya kadar dönmedi, uçup durdu.
Nuh suların yeryüzünden çekilip çekilmediğini anlamak için güvercini gönderdi. Güvercin konacak bir yer bulamadı, çünkü her yer suyla kaplıydı.
Yedi gün daha bekledi, sonra güvercini yine dışarı saldı.
Güvercin gagasında yeni kopmuş bir zeytin yaprağıyla akşamleyin geri döndü. O zaman Nuh suların yeryüzünden çekilmiş olduğunu anladı.
İkinci ayın yirmi yedinci günü toprak tümüyle kurumuştu. 
Tanrı Nuh’a, “Karın, oğulların ve gelinlerinle birlikte gemiden çık” dedi, “Kendinle birlikte bütün canlıları, kuşları, hayvanları, sürüngenleri de çıkar. Üresinler, verimli olsunlar, yeryüzünde çoğalsınlar.” 
Nuh karısı, oğulları ve gelinleriyle birlikte gemiden çıktı.
Nuh 950 yıl yaşadı.