GÜNSU ÖZKARAR
Nihan Atalay Türkiye’nin ilk barok flütçüsü. Eğitimine İstanbul’da başlayan Atalay, daha sonra Fransa’da ve İsviçre’de yaşayarak kariyerine devam etmiştir. Bugün halen Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda öğretim üyeliği görevini sürdürmektedir. Birçok sanatçı ile çalışmış, birçok kayıtta yer almış Nihan Atalay’a dünden bugüne müzik yaşamını sorduk.
Müziğe nasıl başladınız?
Aslında çok klasik bir cevap vereceğim. Neredeyse herkes yani tüm müzisyenler gibi ben de müziğe çok küçük yaşlarda başladım ve hatta tüm oyuncaklarım enstrümanlardı, diyebilirim. Çünkü babam çok seyahat ediyordu ve her gittiği yerden bana enstrümanlar getiriyordu. Orglar, düdükler, silofonlar, kemanlar...
Ailede profesyonel müzisyenler de var mı?
Evet var. Ailede hem profesyonel hem de amatör müzisyenler var. İkinci kuşak kuzenlerimden biri İzmir’de piyano eğitmeni. Büyük kuzenim Devlet Tiyatroları’nda oyuncu. Rahmetli babaannem akordeon çalarmış. Babam Askeri Bando’da trompetçiydi. Hatta trombon da çalıyordu. Ben de hem müzikle hem sanatla iç içe büyüdüm diyebilirim.
Neler dinliyordunuz? Bunların kulak geliştirdiğini düşünüyor musunuz?
Tabii. Ben her şeyi dinlerdim. Ajda Pekkan’dan Beethoven’a… Çok zengin bir seçkim vardı ve tüm vaktim müzik dinleyerek geçiyordu.
Flüt çalmaya nasıl başladınız?
Flütten önce gitar ve piyano çalıyordum. Ama konservatuvar girişinde hocalar bana sormuşlardı, “Ne çalmak istersin?” diye. Ben de çocuk aklımla ‘flüt’ demiştim nedense. (Gülüyor.)
Mimar Sinan’da okudunuz diye biliyorum. Kimlerle çalıştınız?
İstanbul Senfoni Orkestrası’nın kurucularından Mükerrem Berk ile çalıştım. İlk hocamdı. Tam bir İstanbul beyefendisiydi. Hem babacan hem de vizyonu çok geniş biriydi. Bizi lisedeyken Fransa’da Nice’de bir workshopa yollamıştı. Arkadaşının yaz kampıydı, benim için çok heyecanlı geçmişti.
Ardından Fransa’da yaşadınız. Fransa’da kimlerle çalıştınız?
Beş yıl Fransa’da yaşadım. Lyon’da sınıfından sadece virtüözler çıkan bir hocayla çalıştım. Birçok başka ünlü isimle de çalıştım. Kimisi çok iyi şef olan, kimisi pedagog, kimisi senfoni baş flütçü olan ya da barok ustası pek değerli müzisyenlerle yolum kesiştiği için çok şanslıyım. İsim vermek gerekirse; José Daniel Castellon, Philippe Bernold, Frederic Berteletti, Serge Saitta, Marc Hantai, Pierre Boulez. Bir de kapılar açık ders yapılırdı. Benim de dinlemediğim ders kalmamıştı.
Fransa ve Türkiye’deki eğitim arasında farklar var mıydı? Neler gözlemlediniz?
Benim dönemim için şu an çok farklı. Bizim dönemimizde enstrüman ve nota sıkıntımız vardı. Yurtdışından alıyorduk bunları. Şimdi artık internet çağı. Resmen çağ atladık. Bu yüzden artık yurtdışından herkesle rahatlıkla iletişim kurabiliyoruz ve notaları vs. tedarik ediyoruz.
Tabii bir de Fransız Ekolü her daim külttür, onlardan aldığımız çok şey var.
Orada çalıştığınız hocalardan duyup, unutamadığınız bir söz var mı?
“Müziği her şeyin önüne koyun” dedi bir hocam. “O kadar severek çalacaksın ki, gözünün kenarından ışık çıkacak.” Ne kadar güzel bir imge. Biz müzisyenler olarak müziğin aracısıyız. “Sen” diye birşey yok yani, Bach var ya da kimi çalıyorsan o besteci.
İsviçre geçmişiniz de var…
Evet. Cenevre Orkestrası’nda üç yıl ikinci flüt olarak çalıştım. İsviçre’de müzik pedagoji de okudum. Stajlara gittik. Dersler verdik. İsviçre’nin de bana katkısı bu oldu. Hala derslerimde oradan öğrendiklerimi kullanıyorum.
Siz de hocalık yapıyorsunuz. Yeni başlayan öğrencilere neler çalıştırıyorsunuz?
Yeni başlayan her öğrenci benim için çok kıymetli. En çok teknik oturtmayı önemsetiyorum. Mesela, “Dili, ağzı rahat bırak” deriz, bu ne demek. Her çocuğun anlama şekli farklı. Hepsine farklı yaklaşmak gerekiyor. Ama benim öğrencilere her daim tavsiyem çok müzik dinlemeleri, meraklı olup, devamlı gözlemlemeleri… Biz yurtdışında nasıl yaptık, aynısı… Müzik dinlemek yemek yemek gibi çünkü, kültür meselesi.
Pandemiden dolayı ertelenmiş de olsa gelecek projeleriniz neler?
İspanya’dan davet almıştım. Hala bekleyen bir hocalık davetim var. Pandemi koşulları rahatlarsa Erasmus’la hem Sevilla’ya, hem de Kyoto’ya gideceğim.