“Nomadland” aldığı 3 Oscar Ödülüyle “yılın filmi” sıfatına hak kazandı. Pandemi nedeniyle 93. Oscar Ödülleri töreni 25 Nisan’a ertelendi. Bu yazımda Amerikan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi tarafından seçilen 8 adaydan bahsedeceğim.

N O M A D L A N D”
Venedik’te Altın Ayı Ödülünü kazandıktan sonra Altın Küre’de En İyi Film ve En İyi Yönetmen (Chloé Zhao) ödülleriyle ayrılan “Nomadland”, yılın en çok ödül toplayan filmi olarak Oscar’da da 6 adaylık aldı. Bunlardan üçünü ödüle çevirdi: En İyi Film, En İyi Yönetmen (Chloé Zhao), En İyi Kadın Oyuncu (Frances McDormand). 40 milyon yoksul ve 600 bin evsizin yaşadığı ABD’de göçebe hayat tarzını seçen insanların öyküsünü anlatan film, Jessica Bruder’in aynı adlı romanından Çinli Zhao (39) tarafından senaryolaştırılmış. “The Rider”deki gibi yine Amerika’nın batı bölgelerinden şaşırtıcı insan hikâyeleri anlatmayı sürdüren Zhao bu kez Nevada’da çalıştığı küçük yerel şirketin batması ile karavanıyla yollara düşen dul Fern’i (Frances McDormand) odağına alıyor. 2008’deki ekonomik krizden sonra yoksullaşan, yeni bir yaşam tarzı oluşturan orta sınıfa mensup bazı Amerikalılar karavanlarına binip kısa süreli işler bularak yaşamlarını sürdürmek zorunda kaldılar. Chloé Zhao da (yanına F. McDormand’ı alarak) bu modern zaman göçebelerinin hayatlarını gözlemlemiş. Özgürlük, hayata tutunma, dostluk, fedakârlık ve sevgi temaları üzerine insancıl mesajlar veren bu minimalist, belgesel tadındaki film 2020’ye damgasını vurdu. Bakışlarıyla, gözleriyle oynayarak duyguları aktarmadaki becerisini sergileyen McDormand yaşayan en önemli karakter oyuncularından biri olduğunu kanıtlıyor.


“M A N K”
Hollywood’un bilinmeyen bir dönemini aydınlatan “Mank” filmi “Yurttaş Kane / Citizen Kane” başyapıtının senaryo yazarı Herman Mankiewicz’e saygı duruşunda bulunuyor. Bizleri 1940’ların Hollywood’una götüren film, son derece zeki, güçlü, özgüven sahibi bir medya imparatoru üzerinden, dönemin siyaset, iktidarla ilişkiler, sermaye ve medyası üzerine ilginç şeyler söylüyor. Kariyerinin bu ilk siyah-beyaz filminde David Fincher, babası Jack Fincher’in 30 yıl önce yazdığı senaryoyu mükemmel bir sinematografi eşliğinde beyaz perdeye taşıyor. Filmin merkezinde ünlü yönetmen Joseph Mankiewicz’in ağabeyi, Yahudi asıllı NY’lu tiyatro ve senaryo yazarı Herman Mankiewicz var. Kendisi Orson Welles tarafından “Yurttaş Kane”in senaryosunu yazması için davet edilmiştir. “Mank” diye anılan bu alkolik ve sorunlu yazar, dönemin güçlü stüdyo patronlarından Louis B. Mayer’e ve onun desteklediği basın imparatoru William Randolph Hearst’e kafa tutarak senaryoyu tamamlar. Sinema tarihinin en iyi filmi olarak bilinen film, 9 Oscar adaylığından sadece birini ödüle çevirebilir. Bu En İyi Senaryo Ödülü’dür. Mank bu ödülden 11 yıl sonra, henüz 55 yaşındayken alkolizme bağlı komplikasyonlar neticesinde hayatını kaybeder. Oscar ödüllü Gary Oldman bu aykırı kişiliği perdeye ustalıkla taşıyor.



ŞİKAGO YEDİLİSİNİN YARGILANMASI”
Senaryo dalında Oscar ve Altın Küre Ödülleri sahibi Aaron Sorkin, “Şikago Yedilisinin Yargılanması / The Trial of Chicago 7” ile Amerikan Adalet Tarihinin kara bir sayfasına ayna tutuyor. 1968’de “Şikago Yedilisi” olarak anılan, Vietnam Savaşı karşıtı protestocu gençler tutuklanmış ve ertesi yıl yargılanmıştı. Amerikan yargı sisteminin zaaflarını eleştiren film, bunu sanıklara karşı olan antipatisini gizlemeyen, politik görüşünü yargıçlık görevine aksettiren bir yargıç üzerinden yapıyor. Filmin tamamına yakını tek bir mekânda geçse de, Aaron Sorkin özenli mizanseniyle filme tempo ve dinamizm katmayı başarıyor. Kendisine görkemli bir oyuncu kadrosu destek veriyor. Aralarındaki Sacha Baron Cohen kısa bir süre önce “Borat” ile Altın Küre Ödülü kazanmıştı; şimdi de aynı filmle senaryo dalında, “Şikago” ile oyuncu dalında Oscar’a aday gösterildi. Aaron Sorkin Kara Panter hareketi taraftarı 7 gencin katıldığı protesto gösterilerini geriye dönüşlerle aktararak, bazı sanıkların özel hayatlarından ilginç detaylara yer vererek mizansenine tempo ve dinamizm katıyor.



“PROMISING YOUNG WOMAN”
Genç İngiliz yönetmen Emerald Fennell (36) ilk uzun metrajlı filmi “Umut Vadeden Genç Kadın / Promising Young Woman” ile En İyi Yönetmen ve En İyi Senaryo dallarında Oscar’a aday gösterildi. Bu kara komedi gerilim filmin odağında acıklı bir olay yüzünden Tıp Fakültesini bırakan ve endişeli ebeveynleriyle yaşayan Cassie (Carey Mulligan) var. Okuldaki en iyi arkadaşı Nina’nın sınıf arkadaşı tarafından tecavüze uğramasından sonra Cassie dayanışma adına Nina ile okulu bırakmış ve bir kafede çalışmaya başlamıştır. İkili hayat yaşayan genç kadın geceleri yolunun kesiştiği erkeklerden intikam almaktadır. Gece kulüplerinde sarhoş taklidi yaparak erkekleri tuzağa düşüren Cassie, Nina’ya tecavüz ettikten sonra hayatına mutlu mesut bir şekilde devam eden tacizcisinin peşine düşer. Filmin finalinde kurduğu tuzaktan sonra anti-kahramanımızın kazanan taraf olduğuna inandığımız bir anda, E. Fennell izleyicisini ters köşeye yatırıyor. Ve En İyi Orijinal Senaryo Oscar’ını hak ediyor. Altın Küre’den sonra Oscar’da da En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülüne aday gösterilen Carey Mulligan filmde kariyerinin en başarılı performansına imza atıyor.


SOUND OF METAL”
En İyi Film, Senaryo, 2 Oyunculuk dâhil 6 dalda Oscar adayı “Sound of Metal” sağır olmayı öğrenmek durumunda kalan bir müzisyenin hayata tutunma çabalarını anlatıyor. Henüz 2. uzun metrajlı filmini gerçekleştiren bir yönetmenden beklenmedik bir olgunlukla Darius Marder sessizlik, bağımlılık ve yüzleşme üzerine başarılı bir dram yapmış. Kolaylıkla melodrama kayabilecek bir konuyu duygu sömürüsü tuzağına düşmeden işlemeyi başarmış. Filmde Ruben ve kız arkadaşı Lou karavanlarıyla dolaşıp, gittikleri yerlerde konser veren iki heavy metal müzisyenidir. Lou mikrofon başındayken Ruben bateri çalar. Ruben’in hayatı bir gün, sadece boğuk bir vızıltı duymasıyla alt üst olur. Doktor kendisine işitme kaybı yaşadığını ve bir süre sonra sağır olacağını söyler. Sessiz geleceğiyle yüzleşmek zorunda kalan Ruben, hayatını nasıl şekillendireceği konusunda karar vermek zorundadır. Ruben kendisi de sonradan duyma yetisini kaybeden Joe’nun yöneticiliğini yaptığı bir işitme engelliler okuluna yerleşir. Kaderine isyan eden genç müzisyen işaret dilini öğrenirken hayat ile yüzleşip orta yolu bulmayı başarır. Hollywood’un yükselen yıldızı Riz Ahmed inandırıcı ve pürüzsüz bir performans ile filmin tüm yükünü omuzlarında taşıyor. Filmin kahramanlarının yaşadığı işitme kaybının farklı aşamalarını seyirciye aktaran (Oscar adayı) 5 teknisyenden oluşan ekibin mükemmel ses tasarımı Marder’in mizansenine katkıda bulunuyor. 6 dalda Oscar’a aday olan filmde, gerçek hayatta anne-babası işitme engelli olan Paul Raci rolünde çok inandırıcı.



“JUDAS AND THE BLACK MESSIAH”
Shaka King’in “Judas and the Black Messiah”ı 1960’ların sonlarında Chicago’da Kara Panter Partisinin Illinois Başkanı Fred Hampton’ın (Daniel Kaluuya) FBI muhbiri William O’Neal tarafından ihanetini konu alan biyografik bir drama filmi. Aktivist bir genç olan Fred, siyah topluluğun özgürlüğünü kazanması ve siyahların katledilmesine son vermek için savaşan Kara Panter’lerde öne çıkar. Polisin eline düşen arkadaşı William, FBI tarafından partinin içine sızıp bilgi vermesi karşılığında hapse girmekten kurtulur. Film bu ihanetin öyküsüdür. FBI’ın uzun yıllar Siyah Amerikalılara karşı yürüttüğü savaşta ünlü başkanı Edgar J. Hoover’in (Martin Sheen) talimatıyla, Fred hamile karısının yanında uyurken katledilmişti. Olay günü Fred’in içkisine uyku hapı atan, sonraları Federal Tanık Koruma Programı aracılığıyla California’da gizli bir kimlikle yaşamını sürdüren O’Neal, cinayetten 15 yıl sonra muhbir olduğunu itiraf etmişti. Ancak ben, iyi anlatılmasına, iyi oynanmasına rağmen, filmi siyahi liderlerin katlini anlatan benzer filmler seviyesinde bulmadığım için pek sevmedim. Aklımda kalan tek şey canlandırdığı karaktere benzemek için bol kilo alan İngiliz oyuncu Daniel Kaluuya’nın mükemmel performansı. Nitekim, En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Oscar’ını kimseye kaptırmadı.



“THE FATHER”
Parisli romancı ve tiyatro yazarı Florian Zeller (42) The Guardian’ın “son 10 yılın en iyi oyunu” olarak nitelendirdiği, 2012’de sahnelenen “Baba / Le Père”, yazarın aile yapısını incelediği üçlemenin 2. ayağı idi. Oyunda 4 yıl önce kaybettiğimiz efsanevi aktör Robert Hirsch harikalar yaratmış ve TV filminde de aynı rolü üstlenmişti. Bağımsızlığına bir hayli düşkün, yalnız yaşamayı seçen, Alzheimer belirtileri gösteren 80 yaşındaki bir adam, kendisine bu zorlu koşullarda yardımcı olmaya çalışan kızının tüm tekliflerini reddeder. Film yaşı ilerledikçe sevdiklerini yanından uzaklaştıran bu adamın yaşadıklarına ve kızının çıkmazlarına odaklanıyor. Film demans belirtileri gösteren bir adamın zihninin içine girerek yarattığı atmosfer ile izleyicisine empati kurduruyor. Sinemada ilk deneyimi olmasına rağmen Florian Zeller güçlü mizanseninin sağladığı hiç düşmeyen gerilim tansiyonuyla bu kara komedide başarıyı yakalıyor. Zeller’in Broadway’de de sahnelenen bu oyununun sinema versiyonunda, senaryo yazılımına Oscar Ödüllü Christopher Hampton’u ortak etmesi çok iyi netice veriyor. 6 dalda Oscar adaylığı alan filmde, Hampton’un dışında Anthony Hopkins ve Olivia Colman da 2. bir heykelcik alma ümidiyle yarıştılar. Hopkins bu filmle 2. ödülünü alırken Florian Zeller - Christopher Hampton En İyi Uyarlama Senaryo Oscar’ını kazandılar.



“M İ N A R İ”
Zor hayat şartları sebebiyle her yıl 30 bin Koreli ABD’ye göç ediyor. “Minari” Amerikan Rüyası’nı gerçekleştirmek için göç eden ve burada hayatın zorluklarıyla yüzleşmek zorunda kalan 5 kişilik bir ailenin ayakta kalma savaşını anlatıyor. Son derece durgun bir tempoda başlayan filmde, Arkansas’ta bir çiftlik kurmak üzere gelen aile reisi Jacob’u, eski işini sürdürebilecek olan eşi Monica’yı, çocuklara bakacak olan onun annesi Soonja’yı, kalbi delik 6 yaşındaki David’i, ailenin aklı başındaki sağduyulu kızı Anne’ı tanıyoruz. Her şey yoluna girmek üzereyken felç geçiren büyükannenin sebebiyet verdiği bir olayla film başka bir kulvara taşınır. Koreli bir göçmenin oğlu olan Lee Isaac Chung’un senaryosunu yazıp yönettiği film, yaşanmışlık kokan konusuyla, göçmenlerin yeni bir hayata atılmadaki güçlükleri anlatıyor. Ancak bu son derece durgun tempolu, renksiz filme, Yabancı Dalda En İyi Film Altın Küre Ödülünü almasına ve 6 dalda Oscar’a aday gösterilmesine rağmen ben bir türlü ısınamadım.