Skandal yaratmada sinema tarihine damgasını vurmuş sayısız film var. Yaratıcı yönetmenlerin elinden çıkmış skandal filmler arasında yaptığım seçkide çok zorlandım. Bu yazımda, sinemaya ayrılan yerin müsaade ettiği nispette, ünlü 6 skandal filminden bahsedeceğim.
1– PARİSTE SON TANGO
İki Oscar Ödüllü İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci’nin parlak kariyerindeki en akılda kalıcı filmi olan “Paris’te Son Tango / Ultimo Tango In Parigi” (1972) sinemada skandal denimce akla gelen ilk film. Film evlilik arifesindeki bir genç kızın ileride oturabileceği bir ev ararken yaşça kendinden büyük gizemli bir Amerikalı erkekle karşılaşıp yaşadığı büyük aşkı anlatır. “Paris’te Son Tango” vizyona girdiği günden bu yana, filmde yer alan tereyağlı tecavüz sahnesi nedeniyle tartışmaların odağında oldu. Cüretkâr cinsellik içeren sahneleriyle film İtalya’ da yasaklandı ve Bertolucci’ye 5 yıl yurttaşlık haklarından mahrumiyet cezasını getirdi. Marlon Brando ile Maria Schneider arasında Paris’in boş bir apartman dairesinin zeminindeki bir şilte üzerinde gerçekleşen bu tecavüz sahnesi çok konuşuldu.
Maria Schneider 2007’de bir İngiliz gazetesine verdiği mülakatta, filmdeki “tereyağlı tecavüz” sahnesinin kendisine önceden haber verilmeden çekildiğini ve “kendisini aşağılanmış ve gerçekten tecavüze uğramış gibi hissettiğini” söyledi. Senaryoda olmayan bu sahne tamamen Marlon Brando’nun fikriydi ve Bernardo Bertolucci sessiz kalmasıyla bu sahneyi onaylamış oluyordu. Film çekilirken 19 yaşında olan Maria Schneider sonradan uyuşturucu bağımlısı olmuş ve intihar girişimlerinde bulunmuştu. Yaşadığı bu sinirsel çöküşle kariyeri başladığı yerde biterken, 2011’de hayatını kaybedene dek Bertolucci ile görüşmemişti. Bertolucci, Brando’nun partnerine tereyağ kullanarak tecavüz ettiği sahne fikrini, çekim sabahı aktör ile birlikte bulduklarını itiraf etti. Ancak kendisinden ölüm haberini aldığında özür diledi. Çok kişi çekim sırasında genç aktrisin gerçekten tecavüze uğradığını iddia etti.
2– OTOMATİK PORTAKAL
Anthony Burgess’in kült romanından Stanley Kubrick’in senaryosunu yazıp yönettiği “Otomatik Portakal / A Clockwork Orange” (1971) Oscar’lı dahi yönetmenin en akılda kalıcı başyapıtı. Şiddet yanlısı bir grup gencin kurduğu çeteye İngiliz kara mizah anlayışıyla yaklaşan Burgess’in romanından uyarlanan film, sinema tarihinin, edebiyatla sinemanın buluştuğu en başarılı uyarlamalardan biridir. Film şiddet bağımlısı gençlerden kurulu bir çetenin, çevrelerine saçtığı dehşet ve korkuyu işleyerek bir korku imparatorluğunun resmini çizer. Binbir hileyle evlere girip hane halkına dehşet yaşatan çetenin lideri 15 yaşındaki Alex, işler çığırından çıkınca yakalanır. Ama hapse atılmaz; cezası bir şiddet deneyiminde kobay olarak kullanılmaktır. Bu deney insanoğlu ve şiddet kavramı arasındaki ilişkiyi koyma amaçlıdır ve deneyi yapanlar Alex kadar acımasız ve vahşidir.
Suçlunun devlet aliyle ıslah edilme biçimi en az Alex’in çetesinin yöntemleri kadar vahşet içerir. Alex rolünü müthiş bir inandırıcılıkla canlandıran Malcolm McDowell sinemada şiddet denilince akla gelen ilk karizmatik aktördür. Bu distopik film, döneminin toplum yapısını şiddet yanlısı bir karakter aracılığıyla eleştirildi. Burgess’in eseri bir distopya olsa da kitapta yaratılan dünyada gerçeküstü olaylar yer almaktadır. Kendine has atmosferiyle, kin ve nefret dolu anlatımlı kitap abartı sanatının başyapıtları arasındadır.
3– VE ALLAH... KADINI YARATTI
Roger Vadim’in senaryosunu yazıp yönettiği ve kariyerinin ilk filmi olan “Ve Allah... Kadını Yarattı / Et Dieu... Créa La Femme” (1956), 22 yaşındaki Brigitte Bardot’ya bir seks tanrıçası olarak uluslararası ün kazandırdı. Kadın karakterleri için müthiş senaryolar yazmakla ve sayısız kadın oyuncuyu parlatmakla tanınan Roger Vadim, bu filminde Brigitte Bardot’yu bir masanın üstünde yalınayak dans ettirdiği sahne ile tüm sinema tarihinin en erotik sahnelerinden birine imzasını atmıştı. Kadınların şiirsel güzelliğini ön plana çıkaran filmlerin en akılda kalıcı olanı olarak “Ve Allah… Kadını Yarattı” yaşadığı kasabanın erkeklerini peşinden koşturan alımlı ve seksi 18 yaşındaki Juliette’in öyküsünü anlatır. Brigitte Bardot’nun canlandırdığı bu kız, yetimhanede büyümenin verdiği serbestlikle erkeklerle yakın ilişki kurmaktan çekinmez. Bir aile tarafından evlatlık alınan Juliette’in kalbi, Jean-Louis Trintignant ve Curd Jurgens’in canlandırdığı, kendisine deli gibi âşık 2 kardeş arasında gidip gelir. Kadın bağımsızlığının ve cinsel özgürlüğün sembolü olan Brigitte Bardot sinema tarihinin en ünlü “femme fatale”lerinden biri oldu. Başta kendisini üne kavuşturan Roger Vadim olmak üzere sayısız erkekle fırtınalı aşklar yaşadı. Simone de Beauvoir tarafından 2. Dünya Savaşı sonrası Fransa’nın ilk ve en özgür kadını ilan edildi. Şarkıcı olarak ve 47 filmde başrolü oynayarak kendisine verilen Légion d’Honneur ödülünü almayı reddetti. “Skandalların Kadını” 1973’te şöhretinin zirvesindeyken sinemayı bıraktığını ilan edip, hayatını hayvan hakları savunuculuğuna adadı.
4– DUYGU İMPARATORLUĞU
Japon usta Nagisa Oshima’nın senaryosunu yazıp yönettiği “Duygu İmparatorluğu / L’Empire Des Sens” (1976) sinema tarihinin ilk pornografik özellikli başyapıtlarından biridir. Erotizm sınırlarını görülmedik bir biçimde zorlayarak, eski bir geyşanın, çalıştığı lokantanın eski sahibini baştan çıkarmasını anlatan film, konusunu gerçek hayattan almış. Türlü erotik oyunlar geliştiren iki sevgilinin doymak bilmez sevişme sahneleriyle dolu film birçok ülkede yasaklanmıştı. Japonya’da ise 6 yıl süren bir davadan sonra aklanabilmişti. 19. yüzyılın sonlarında bir Japon köyünde geçen konusuyla film çürümüş bir aşkın yarattığı dehşet ve suçlulukla bezeli karanlık bir masal. Filmin kazandığı büyük başarıyla Nagisa Oshima 2 yıl sonra “Tutku İmparatorluğu / Empire Of Passion”u yaptı ve filmiyle Cannes’da En İyi Yönetmen seçildi. Eğitimsiz kırsal köylü ile işçi sınıfının cinsel hayatına eğilen, tutku dolu, erotizm yüklü film ilki kadar pornografik değildi. Ruhsal bir çöküşün öyküsü olan “Duygu İmparatorluğu”, izleyicinin yavaş yavaş içine işleyen bir dram. Özgürlükçü düşünce tarafında saf tutan, cinsel tabular, şiddet ögeleri, geleneksel toplumdaki baskı unsurlarını filmlerinde başarıyla işleyen Japon sinemasının ünlü isimlerinden Oshima, sinemada sanatsal pornografi denilince akla gelen ilk isim.
5– BÜYÜK TIKINMA
Skandalları kovalayan İtalyan yönetmen Marco Ferreri’nin yönettiği ve senaryosu kendisinin de içinde bulunduğu üçlü bir ekiple yazılan “Büyük Tıkınma / La Grande Bouffe” (1973) kendilerini ölümüne yemeyi planlayan bir grup erkeğe odaklanan bir film. Cannes’da dünya prömiyerini izlediğim bu hazmedilmesi zor, mideye taş gibi oturan filmin yarattığı ilk şoka yerinde tanık olmuştum. Tüketici topluma karşı hicivsel ve şiirsel bir dışavurumu olan film, orta yaş krizine giren 4 erkeğin çatlayana kadar yemek yiyerek intihar girişimini anlatıyordu. Seks, lüks yaşam ve yemek zevki üzerinden, materyalist tüketim toplumunu eleştiren film, Ferreri’nin metaforlarla dolu üslubuyla, kara mizah sanatının en iyi örneklerinden biri sayılıyor. Günümüzde insanlığın etik olarak çöküşünü simgeleyen, gastronomik bir dekadans anlayışının çok daha ötesinde bir anlamı olan film, bugün hala sosyolojik eleştirileriyle sinema tarihindeki yerini koruyor. Burjuvazinin çürümüşlüğünü gözler önüne seren “Büyük Tıkınma”, grotesk yapısı, rahatsız edici üslubuyla, sinemaseverlere uzun süre unutamayacakları bir deneyim yaşatıyor. Her daim muzip, şakacı ve hınzır gülümsemesiyle Cannes festivallerinde gördüğün Marco Ferreri’yi bu filmle kazandığı FIPRESCI ödülünden sonra yaptığı basın konferansında şaklabanlıklarını sürdürdüğünü bugün gibi hatırlıyorum. Yanında kahramanlarını canlandıran Marcello Mastroianni, Michel Picolli, Philippe Noiret, Ugo Tognazzi ve filmin tek kadın oyuncusu tombul Andréa Ferréol vardı.
6– MAVİ EN GÜZEL RENKTİR
Abdellatif Kechiche’in iki genç kadının tutkulu, ihtiraslı aşkını anlatan “Mavi En Güzel Renktir / La Vie d’Adèle” (2013) başyapıtı Cannes’da Atın Palmiye kazanırken, jüri bu başarıya filmin iki oyuncusu Léa Seydoux ve Adèle Exarchopoulos’u ortak etmişti. Cinselliğe cesur ve gerçekçi bir tavırla yaklaşan, ateşli sevişme sahneleriyle bezeli, erotizm ve hard porno arasında gidip gelen, sansür heyetlerini zora sokan kadın cinselliği sekanslarıyla izleyiciyi sarsan film, hayatımda izlemiş olduğum aşk filmlerinin en güzeli. İki sevgilinin lezbiyen olması durumu değiştirmiyor. Cinselliğe çekincesiz yaklaşımı ve gerçekçiliğiyle, biri lise öğrencisi, diğeri mavi saçlı bir sanatçı olan iki kadının yıllara yayılan birliktelikleri üzerine film, yaşam ve aşkı sorguluyor. İlk görüşte aşk, kıskançlık, aşkı dolu dolu yaşamak, ihanet, terkedilmek, ölümüne aşk acısı gibi temaların hakkını veren film, üç saatlik süresine rağmen düşmeyen temposuyla izleyicisini avucunun içine alıyor. Entelektüel alt yapısı sağlam, derinlikli karakter tahlilleri, iyi yazılmış diyaloglar içeren senaryoyu, Kechiche samimi, içten, gerçekçi ve inandırıcı bir sinema diliyle işliyor. İkili arasındaki (oldukça uzun süreli) üç sevişme sekansında yakın planın büyüsü, izleyiciye iki sevgili arasındaki tutkulu ilişkiyi doğallığıyla aktarıyor.