Sanatçı Melis Birder, beş yıl boyunca arkeolojik bir kazı çalışması benzeri çektiği belgeselde Yahudi ve Sabetayist geleneklerindeki umut kıvılcımlarını yakalamaya çalışıyor. Amsterdam, Kudüs, Selanik, Tel Aviv, Atina ve Girona’da çekimler yaptığı aile öyküsünden oluşturmakta olduğu belgeseli “Başka Bir Yer”in hak ettiği ilgiyi göreceği inancıyla…
Yaklaşık 5 yıldır “Başka Bir Yer” adını verdiğiniz bu belgesel için çalışıyorsunuz. Nedir, Neresidir “Başka Bir Yer”?
Ailem Sabetayist köklere sahip. Ben bu cemaat içinde büyüdüm fakat bunun kimliğim üzerindeki etkilerini yıllar sonra kızım doğunca daha net fark ettim. Gizlilik ilkesi ile birlikte çift kimlikli bir yaşam sürdüm. Aslında çift kimlikli bile değil. Sabetayist kimliğime ait taraf hayalet bir varlık gibiydi. Çocukluğumdan itibaren yaşamımda içten içe hüküm süren bir bilinmezlik bir sessizlik.
Bu elbette sadece Sabetayistlere ait bir travma değil. Türkiye’de özellikle kadınlar ve azınlıklar bir şekilde bu sessizliği taşıyor. Bu sessizlik sizi boğuyor ama çığlık atamıyorsunuz. Hep “mış gibi” yapıyorsunuz. Ne yaparsanız yapın tam anlamıyla özgür olamıyorsunuz hem içten, hem dıştan bir çerçeveye uymak zorunda kalıyorsunuz. İşte ben bu filmi bir çığlık olarak atmak istedim. Çok içgüdüsel, çok yabani bir çığlık. Kelimeler yetmiyor ideolojiler, inançlar kifayetsiz kalıyor ya. Size kalan tek çıkış yolu bu çığlık.
Dillendiremediğimiz sınırları olmayan “Başka Bir Yer”de var olma hayalini kurma zamanı diye düşünüyorum.
Melis Birder
Bir tür ütopya sanki?
Krizleri çözmekte yetersiz kalan siyasi ideolojiler, yozlaştırılmış din anlayışı ve kapitalizmin insanı içine hapsettiği kafes; dünyanın içinde bulunduğu bu distopyaya karşı ancak yeni mitolojiler geliştirerek, yeni hikâyeler anlatarak, yeni rüyalar görerek ve kurarak mücadele verebileceğiz. Tabii ki, ütopya da bir ideoloji. Ve eninde sonunda distopyaya dönüşmeye mahkûm aslında. Ama benim rüyam çok da saf. Sınırların olmadığı, insanların kendileri olarak var olabildiği yeni bir düzen. Bu biraz mesianik zamanları da hatırlatıyor. Belki de bu rüya benim genlerimde var. Yani mesianik zamanlara inanış. Geçmişin ve geleceğin olmadığı, tarihin ötesinde var olabildiğimiz sosyal transformasyon zamanları. Tabii, bu başka yere nasıl ulaşabileceğimizle ilgili net bir haritam yok. Böyle büyük rehberlikler yapmak haddim de değil. Ben bu gizi taşımaya başladığımda 9 yaşındaydım.
Annem ve kızım
Filmde kızım da 9 yaşında. Ve belgesel, benim ona bu cemaat ile ilgili anılarımı anlatmamla başlıyor. 9 yaşında küçük bu kızın bilinci ve kalbi aslında bir ütopya ve ben bu hikâyeye bu saflıkla bakmaya çalışıyorum. Bana ait bir geçmişin üstündeki toprağı kazarak Yahudi ve Sabetayist gelenekteki umut kıvılcımlarını yakalamaya çalışıyorum. Bu Kabalistik de bir anlayış. Ama etnik veya dinsel bir üstünlük taslamak veya tam tersi bir utanç duymak değil amacım. 9 yaşında bir kızın merakı, yaşama sevinci, hissettikleri ve o saflığından yola çıkıyorum. Küçük bir kızın 40 yıl önce soramadığı soruları bugün soruyorum. Hem içerden, hem dışardan sessizleştirilen dilini bugün oluşturmaya çalışıyorum.
Bu aynı zamanda feminist bir film mi?
Sanırım. Dediğim gibi, küçük kızların dünyasından hayatı yeniden tanımlama, olmayan/kaybolan ninnilerimizi, türkülerimizi, masallarımızı hatırlama çabası belki. O ninniler ile sadece kadınlar değil hepimiz şifalanalım istiyorum. Ben şefkati temel almak istiyorum. Ama bu, öfkeli değilim anlamına gelmez elbette.
Sabetay Sevi de zaten ilk feminist hahamdı. Mesihlik başkaldırısının en önemli taşıyıcıları kadınlardı. Karısı Sarah (daha sonra Ayşe oluyor) 1660’lı yıllarda Amsterdam’dan Mısır’a tek başına seyahat etmiş, Sabetay Sevi’yi bulup onunla evlenmesi gerektiğin söylemiş özgür ruhlu bir kadın. Fahişe diye tanımlanıyor tabii tarih kitaplarında. Bunun yanında kadınlar ilk kez onun sinagogunda yüksek sesle Tevrat okuyabilmiş. Bunlar işin bir yüzü, diğer yüzü ise hiç parlak değil. Bu geleneği sürdüren en güçlü unsur kadınlar ama galiba en çok yara alanlar da onlar. Belgesel, Sabetayizm’e anneanne, anne ve kızın penceresinden bakıyor.
Siz de Sarah gibi Amsterdam’dan Kudüs’e kadar seyahat ettiniz. Nelerle karşılaştınız?
Ailenin ve bu inanışın geniş bir coğrafyaya yayılmış bir hikâyesi var. Ben de bu hikâyenin ayak izlerini sürmeye çalışıyorum. Önce İspanya’dan Osmanlı topraklarına zorunlu göç, İzmir Portekiz Sinagogu’nda başlayan ve Avrupa’dan Afrika’ya kadar yayılan büyük mesianik hareket. Sabetay Sevi'nin liderliğinde Yahudi dininden ayrılma ve İslam’ı kabul etme ve Sabetay Sevi’nin müritlerinin bu iki dinin arasında Selanik’te bir “yeraltı” cemaatine dönüşmesi. Osmanlı’nın çözülüşü ve Balkanlar’ın kaybıyla Selanik’ten İstanbul’a göç.
Ben bugüne kadar yurtdışında bu tarihî bağlamda Amsterdam, Kudüs, Selanik, Tel Aviv, Atina ve Girona’da çekimler yaptım.
"İsrail’in ikinci başkanı İzak Ben Zvi’nin kurduğu tarih enstitüsünde de Sabetay Sevi ve Sabetayistlere ait çok ilginç bazı belgeler bulunuyor"
Kudüs çekimlerinizden bahseder misiniz, oraya sadece arşiv materyalleri çekmeye mi gittiniz yoksa bir kimlik arayışı da var mıydı?
İsrail’de Sabetay Sevi ve Sabetayistlerle ile ilgili araştırma yapan çok değerli akademisyenler, bu konuyla ilgili her yıl basılan onlarca roman ve bilimsel kitap var. İsrail’in ikinci başkanı İzak Ben Zvi’nin kurduğu tarih enstitüsünde de Sabetay Sevi ve Sabetayistlere ait çok ilginç bazı belgeler bulunuyor. Zaten Ben Zvi’nin tarihçi olarak bu konuya ilgisi çokmuş. Bunun yanında Ulusal İsrail Kütüphanesi’nde bulunan yine Sabetay Sevi ve onun yarattığı hareketle ilgili çok önemli çalışmalar yapan düşünür ve tarihçi Gershom Sholem’e ait notlar ilgimi çekiyordu. Ben esas olarak bu belgeleri çekmeye ve oradaki kurumların ve bilim/sanat insanlarının bu konuya ilgilerinin temelini anlamaya ve belgesel tamamlandığında oradaki gösterim imkânlarını araştırmaya gittim.
Bulduklarınızın filme katkısı nasıl olacak?
Her gittiğim yerde filmin tarihsel bağlamıyla ilgili arkeolojik kazı yapıyormuş gibi hissediyorum. Örneğin Ben Zvi Enstitüsü’ndeki Sabetayistlere ait 800’e yakın türkü ve ilahinin el yazmaları beni çok etkiledi. Bu sadece bu cemaate ait bir zenginlik değil, bu topraklara ait bir hazine. Sarılıp, okşayıp, sahip çıkmak varken haklı haksız korkularımızın, şüphelerimizin kurbanı olmuş, susturulmuşuz.
Amsterdam Portekiz Sinagogu’nun içindeki Ets Haim kütüphanesi
Amsterdam’da ise Bart Wallet adlı bir tarih profesörü bana 1666’lı yılların Avrupası’ndaki Sabetayistlerin hikâyesini, o yılların gazetelerinden, el yazmalarından, mektuplarından örnekler göstererek saatlerce anlattı. 1666 yılında Aboab da Fonseca gibi Avrupa’nın önde gelen hahamları Sabetay Sevi’nin mesih olduğunu kabul eden bir mektuba imza atıyorlar. Bu mektup hala Amsterdam Portekiz Sinagogu’nun içinde Ets Haim diye bir kütüphane var, orada saklanıyor. Bu kütüphane dünyanın en eski, hala faaliyet gösteren Yahudi Kütüphanesi. Hem bu kütüphanede hem de Amsterdam Üniversitesi’ne ait Bibliotheca Rosenthalina’da çekimler yaptık. Her ne kadar birçok belge, Sabetay Sevi Mehmet Efendi olunca yok edilip yakılsa da hala pek çok belgeye ulaşmak mümkün. Böyle büyük bir beklentinin ardından Mesih’in Müslüman olması bana biraz Woody Allen filmlerindeki komedi unsurunu da hatırlatıyor. Bu o kadar katmanlı bir hikâye ki...
İzmir Portekiz Sinagogu’nun bulunduğu mahallede tanıştığım yüz yaşına yakın fırıncı Hüseyin Amca
Akademik bilgilerin ötesinde aslında bu yolda tesadüfen karşıma çıkan kişiler, hikâyeler ve dostluklarla da çok ilgiliyim. Sadece akademik bilgi ilgimi çekmiyor, bu konu etrafında dönen her şey beni heyecanlandırıyor. Sabetay Sevi’nin mesihliğini ilan ettiği İzmir Portekiz Sinagogu’nun bulunduğu mahallede tanıştığım yüz yaşına yakın fırıncı Hüseyin Amca bana Havra Sokağı’ndaki yaşamı öyle güzel anlattı ki, sanki kendisi Sabetay Sevi zamanlarında yaşamış gibiydi. Selanik’te bir seminerde tanıştığım Yunan Devrimci İşçi Partisi liderlerinden Savvas Matsas ise Sabetayizm ile ilgili daha önce hiç düşünmediğim “Liquid Identity” gibi kavramları düşünmeme yol açtı. Yahudilik ile Müslümanlık arasında bir yerlerde duran Sabetayistler’i daha çok devrimsel bir inanç yaratmış ve keskin kimlikler dışında akışkan bir kimliği benimsemiş bir grup olarak görmemi sağladı. Tabii bu yapı yıllar geçtikçe yozlaşmış ve Ortodoks bir inanca dönüşmüş ama çıkış noktası ile ilgili bu teori bana ilginç geldi. Ateist bir Romaniot Yahudisi olan Savvas’dan Yahudi olmanın ne demek olduğu ile ilgili aldığım tüyolar da çok kafa açıcı idi. Bu Ortodoks bir din anlayışının dışında tanımlanmış daha çok kadim bilgelik geleneği ile örtüşen Yahudilik beni çok heyecanlandırdı.
Bu kazılardan ortaya nasıl bir şey çıkacağı sanırım kurgu sürecinde belli olacak. Ama hayalim bu dağılmış taşlardan dinler ve kültürler arası var olan bir köprüyü yeniden kurmaya çalışmak. Kendimizi yeniden tanımlamamıza yardımcı olmak; hem ağlayarak hem gülerek…
Sabetay Sevi’ye ait bir şey buldunuz mu?
İsrail’de Sabetay Sevi’nin imzasının olduğu bir mektup ile ona ait olduğu iddia edilen bazı kemikleri çektim. Şunu söyleyebilirim ki, Sabetay Sevi İsrail’de çok ilgi gören tarihsel ve dinî bir kişilik. Olumlu ya da olumsuz... Resmî din kitaplarında sahte mesih olarak adlandırılırken belli çevrelerde devrimci, reformcu ve ermiş bir lider olarak kabul ediliyor. Her iki görüş de bugüne kadar geldiğine göre yarattığı hareketin Yahudi dünyasındaki etkisi tartışılmaz.
Türkiye de ise durum farklı. Sabetay Sevi ve takipçileri hep komplo teorilerinin öznesi olmuş. Hem Müslümanlar hem Yahudiler hem de diğer azınlıklar için. İşte dediğim gibi İsrail’de okul kitaplarında Sabetay Sevi, “Sahte Mesih” olarak okutuluyor. Türkiye’de eskisi gibi olmasa da nerde varsa bir karalama ihtiyacı, “Sabetayist” sıfatı yapıştırılıyor.
Demek ki, hâlâ bir tehdit olarak algılanıyor. Demek ki, Sabetay Sevi’nin önemli bir çekim alanı varmış. Günümüzde hala Sabetay Sevi konuşuluyorsa bir şekilde, demek ki oldukça etkin bir hareket olmuş. Ayrıca Sabetay Sevi’nin, bu şekilde bir kült yaratmak istediğini düşünmüyorum. Kurallar ölümünden sonra yorumlanmış. Belgeselimde Sabetay Sevi’yi daha evrensel bir değer olarak kendi anladığım şekilde yeniden tanımlamak istiyorum.
Filminize nasıl destek sağlıyorsunuz?
Ben bağımsız belgeselciyim. Bu, hiç bir kuruma bağlı olmadığım ve sanatsal kontrolün tamamen elimde olduğu anlamına geliyor. Amerika’da 3 Türk arkadaşımla kurduğumuz dostluk ve belgesel aşkına dayanan bir ortaklığımız var. Onlarla devam ediyorum. Fakat bu bağımsızlığın bir şekilde bir bedeli oluyor. Bundan evvelki belgesellerimi genelde Avrupa ve Amerika’dan desteklerle tamamlamıştım. Fakat “Başka Bir Yer” daha önce başvurup fon aldığım bütün kurumlardan ret aldı. Onlar daha güncel ve acil sosyal içerikli konulara genelde fon veriyorlar. “Başka Bir Yer” biraz niş bir konu. Hem çok kişisel hem de galiba daha çok bizleri ilgilendiren tarihsel bir hikâye. Ben elbette buna evrensel bir çerçeveden bakıyorum ama dünyadan öyle büyük karmaşalar yaşanıyor ki bugünlerde, bizim hikâyemiz sanırım biraz marjinal kaçıyor.
Bugüne kadar desteklerin çoğu hem bireysel hem kurumsal olarak Türkiye’den çıktı. Yeni Film Fonu, İstanbul Hollanda Başkonsolosluğu ve Sivil Düşün projenin destekçilerinden. Beş yıldır maddi manevi bu belgesele bir yatırım yaptım. Ama kafamdaki belgesele ulaşmak için elbette maddi destek şart. Hem 500 yıllık bir tarihin ve hem de kendi kişisel tarihimin arkeolojisini yapıyorum.
Özellikle bu ülkede bu mücadeleyi vermek zor. Etrafımda beni destekleyen harika bir çekirdek grup var ama bazı prodüktörler “Benim bakmakla yükümlü olduğum bir aile var, böyle bir konuya giremem,” dediler. Haklı bir endişe.
Bizler Türkiye’de nefret söylemine ve komplo teorilerine en fazla maruz kalan guruplardan biriyiz. Zaten yüzyıllar boyunca yaşanan zorunlu göçlerin yarattığı travmalar var. Bunları hep birlikte birbirimize sarılmadan nasıl atlatacağız?
Komplo teorilerinin öznesi olmaktan nasıl kurutulacağız? Hep saklanarak, hep susarak, hep korkarak kaçarak devam edemeyiz. Bu cemaatin kendi içinde müziğiyle, yemeğiyle, inancıyla, diliyle yarattığı zengin bir kültür de yok olup gidiyor. Bu belgesel Türkiye’nin aile albümünün eksik fotoğraflarına katkıda bulunacak ve her şekilde de tamamlanacak. Buna inanıyorum.