SİNE-YORUM - Neşe Binark*


“Mathilda ben! İçinden acı geçen kadın. Sevdim, değersizleştirildim. Güvendim, ihanete uğradım. Ailemi yok eden adamı öldürdüm ama katil olmadım. Kadınım, güçlü ve Yahudi bir kadın…”

Bir kadın, ne zaman içine döner ve bakar, orada kalır? Kaç kez tükenir, kaç kez sırtından vurulur ve kaç kez yaralarını kendi sarar? Ruhundaki can kırıklarını kendi mi temizler yoksa kalbindeki sırça köşkte fanusun altına mı süpürür?

“Hey! Mathilda! Mathilda! Mathilda! She take my Money and run Venezuela. Once again now!” Harry Belafonte’nin bu şarkısı 1955 yılında kulaktan kulağa gezerken, İstanbul’da bir Sefarad Yahudisi kadın Mathilda, on yedi senelik hapis hayatını afla geride bırakarak, ruhu yara bere içerisinde topluma döner. Ailesine ihanet eden, aşkını ayaklar altına alan ve hepsinden önemlisi Yahudi kimliğini değersizleştiren bir adamı, karnındaki çocuğun babasını öldürür ancak kendi gözünde katil olmaz. O güçlü bir kadındır, güçlü ve Yahudi bir kadın…

Dijital yayın platformu Netflix’in Türk yapımı yerli dizisi “Kulüp” birinci sezonun altı bölümlük ilk kısmı ile yayına girdi. Hemen ardından analizler, eleştiriler yayınlanmaya başladı. Bakış açılarına bağlı olarak farklı pencerelerden ama hep aynı yöne bakıldı. Haklı övgüler aldı. Takılın sözcüklerime, sizi rengârenk bir balona bindireyim, dizinin geçtiği zamana götüreyim. Dizinin hikâyesi içinden bakalım; “Film ekibi nasıl çalışmış, senaryo, oyunculuk, yönetmenlik, ses, ışık, dekor, kostüm, aksesuar, danışmanlık, figürasyon nasıl yapılmış.” Hazır mısınız? Buyurun öyleyse!

 

Mathilda ben!

“Yıl 1955. Toplum içinde azınlıklara karşı 1930’lu yıllarda başlayan ve 1942’de Varlık Vergisi ile taçlanan bir ötekileştirme varken, bu insanların duygularını içine akıtmaları kadar doğal bir şey olamaz.”

Diziyi görmeden önce fragmanını gördük. Fragman bizi neden etkiledi? Açılış sahnesinde, yetimhaneye varan ışıklı yoldan bakıyoruz hikâyeye, gözümüze oynayan çocuklar, aralarında yürümekte olan yöneticiler belki, ama hepsinden önemlisi ellerini ardında bağlamış kadın bir öğretmenin çocuklara kibirli üstten bakışını anlık görüyoruz. Yetimhanedeki çocuklar hangi koşullarda hayata hazırlanıyor, bir an sorguluyoruz, ki ikinci sahnesinde yetimhanenin müdür odasına geçiyoruz. Solda Raşel (Asude Kalebek) oturuyor, sağda Mathilda (Gökçe Bahadır) ayakta duruyor. Gözlerimiz sahneyi bir bütün olarak algılayıveriyor. Camlar vitray, kepenkler açık, koyu renk perdeler kenara çekilmiş (savaş yılları geride kalmış) camdan giren gün ışığı, başarıyla seçilmiş dönem objeleriyle döşeli odaya doluyor. Raşel’in karşısındaki boş sandalyeyi aydınlatıyor. Boş, çünkü oturmaya cesaret edemeyen Mathilda ayakta duruyor. Donuk, gözlerini devirmiş iki eliyle sıkı sıkı tuttuğu çantasına bakıyor ve şöyle diyor; “Mathilda ben!” Fragmanda duyduğumuz ilk cümle, belli ki her şeyin göbeğinde Mathilda var, aklımızda tutuyoruz. Ladino dilinde “Ben senin annenim” diyor ve yakın çekimde yüz hatlarını görüyoruz. İçinden acı geçerken kızına hafif gülümsemeye çalışmasını, küpelerinin ışıltısını Gökçe Bahadır’ın görünmez oyunculuğunda yükseliyoruz, sahneye yabancılaşıyoruz. Ne kadar epik, ne kadar başarılı bir oyunculuktur bu! Raşel’in yüzünün düşmesinden, ana kızın arasında fersah fersah mesafeler olduğunu anlıyoruz. Mathilda’nın dokunmak isteyişi kızının var gücüyle “Dokunma bana” diye haykırışıyla algımız pekişiyor. Diğer sahnelerden kesitlerin bağlanışı ve döşenen müziğin etkileyiciliğiyle bizi 1955 yılına, Mathilda ve Raşel’in hayatına çekiyor yönetmen Zeynep Günay Tan, maharetle, heyecanlandırıp meraklandırarak... Yönetmenin sihirli gözünü keşfediyoruz ve diziyi sabırsızlıkla bekliyoruz. Oyunculuklar hakkında tuhaf eleştiriler var; “Donuk oynuyorlarmış, duyguyu seyirciye geçiremiyorlarmış.” Bu eleştiriyi yapanlar oyunculuktan zerre kadar anlamıyorlar. Nasıl bir duygu beklediklerini bilmiyorum ama tüm oyuncular, figürasyona kadar, olması gerektiği gibi oynuyor. Ne bir eksik ne bir fazla.

Yıl 1955… Toplum içinde azınlıklara karşı 1930’lu yıllarda başlayan ve 1942’de Varlık Vergisi ile taçlanan bir ötekileştirme varken, bu insanların duygularını içine akıtmaları kadar doğal bir şey olamaz. Dramaturjisi iyi çıkartılmış, oyunculukları çok çalışılmış, oyuncular oynamadan oynuyorlar. Alkışlıyorum. Yeri gelmişken Orhan karakteri (Metin Akdülger) de başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Efendiler, karşınızda annesi tarafından zorla asimile edilmiş, çocukluğunda dolaba kapatılarak, zorla, Niko olan adı unutturulmuş, Orhan ismi ezberletilmiş bir insan var. Başarısı değersizleştirilip göz önünden çekilmeye çalışılan, travmaları ile yaşayan ve oğluna travmatik bir hayat yaşatan Mevhibe Hanım’ın (Suzan Kardeş) bedel ödettiği, kendisinin de demans ile bedel ödediği bir yaşamın insanı Orhan...

 

Ben katil olmadım, ben aileme ihanet eden adamı öldürdüm.

“Trüksüz hikâye hikâye değildir diyerek acaba biraz şirazeyi mi kaydırdık? Yoksa senaryoda ipin ucunu kaçırdığımız bir boşluk mu oldu? Her ne olduysa azıcık fark ediliyor, çok değil ama azıcık…”

Güzel bir senaryo, böylesine doğru işlenirken, sular seller gibi akıp giderken sanki gözüme bir kıymık battı. Aklımdan çıkartmaya çalıştım, görmemeye çalıştım ama işte bendeki de kötü bir huy, görmesem olmazdı. Affınıza sığınıyorum, dayanamadım yazdım.

Bir düşünelim! Mathilda 17 yıl önce işlediği cinayet nedeniyle hapse giriyor. Hapse girdiğinde 17 yaşındaydı, peki. Yani Mathilda cinayetini 1938 yılında işliyor. Sevgilisi Mümtaz’ın (Enes Atış) karşılığında yüklü bir para alarak ihbar ettiği ve Varlık Vergisi nedeniyle ağabeyi ile babasının Aşkale’ye çalışma kampına götürüldüğünü söylüyor. Burada bir dakika duralım. Varlık Vergisi 1942’de çıktı. 1938’de ne kamp, ne de vergi vardı. Vergi çıktığında Mathilda hapishanedeydi. Dizinin üçüncü bölümünde ise “Raşel Salomon Aseo” Apartmanı’nın önünde Mathilda kızı Raşel’e şunları söylüyor: “O sene senin yaşlarındaydım (17) Varlık Vergisi çıktığı zaman.” (Pardon! 1942’de mi 17 yaşındaydı, o zaman1938’de cinayeti işlediği zaman 13 yaşında mıydı? O yaşta mı katil oldu? O yaşta mı çocuk doğurdu? Bu olayı 1955’te anlatıyor. Devam edelim Mathilda’nın söylediklerine… “Babam, payımıza düşen vergiyi ödediği halde hakkınızda ihbar var dediler sonra da ağabeyimle babamı tutuklayıp sorgusuz sualsiz Aşkale’ye gönderdiler. O gece son kez gördüm onları. Orada ölümüne çalıştırdılar. Orada öldüler.” Şimdi burada dizideki tarihler bir kum saati marifetiyle öylece akıp gidiverdi mi yoksa Mathilda’ya özellik katmak isterken trük mü yapılıverdi? Her ne olduysa azıcık fark ediliyor, çok değil ama azıcık…

 

Bahar mezarına gömsünler sizi…

Bundan sonra kavga edeceğin bir hayalet mi olacağım yoksa tanımak için şans vereceğin kötü şeyler yaşamış bir arkadaş mı?”

Fıstık İsmet (Barış Arduç) 1955 yılının şımarık, gözü tek başına dünyayı dolaşmakta olan, serseri, flörtöz şoför karakterini başarıyla canlandırıyor. Keşke biraz daha az bıçkın olsa, sesi içine içine kaçıyor, sözcükleri yuvarlıyor. Oyuncu koçuna bir hatırlatma olsun bu! Bir de İngilizce konuşurken daha güvenli olsa daha iyi olmaz mı? İsmet’in babası Ali Şeker’den gördüğü erkek modeli; kadına şiddet uygulayan, hayırsız erkek. Olmak istediği de bu sanki. Raşel’e tokat atması, kızı şehirden uzak yerlere arabasıyla (pardon Pakize ile) götürüp götürüp orada bırakması, kızın o kadar yolu tek başına dönmesine göz yumması nedir? En güzeli, Dört Mevsim’in ruh bulmuş hali, Fazıl Say bestesi ve Serenad Bağcan’ın yorumu ile Cemal Süreya şiirini dinlememiz oldu. Ayrılık bu denli güzel mi müzikleştirilir? Bu kadar mı yerinde kurgu yapılır. Bu etkileyici sahne için tekrar tekrar tebrik ediyorum, emeği geçenleri. Yasmin Levy’nin “Adio kerida - Hoşça kal sevgilim” şarkısı da öyle güzel yerini bulmuş ki! Dinleyip de gözleri yaşarmayacak bir izleyici, hissetmeden bakıyor demektir.

 

Yeşilçam ön yargılarını yıkan dizi “Kulüp”

Böylesine emek verilerek çekilmiş, hizmet ettiği alanda ilk olan, muhteşem bir dizide gözümüze takılan ufak tefek şeyleri tolere mi etmeliyiz acaba? Ufak tefek dedim ama…

Yeşilçam’da Öteki Olmak isimli Dilara Balcı’nın kitabında yazdıklarından çıkarımlar yaparak şunları söyleyebiliyoruz; Yeşilçam’da Ermeniler, Rumlar, Yahudiler karakter olmaktan çok birer figür halinde filmlerde yer aldılar. 1950’lerden sonra bütün Rum kadınlar fahişe, Rum erkekleri ihanet faaliyetleri içinde, Yahudiler kuyumcu, sarraf, Ermeniler pansiyon işletmecileri şeklinde gösterildi. Gayrimüslim oyuncular Türkçe isimler almak zorunda kaldıkları tiyatrolarda ve sinemada bozuk Türkçeleriyle kendilerine bir komedi unsuru olarak yer bulabildiler. Gayrimüslimlerin evleri, ibadet yerleri, kutsal günleri, dinsel figürleri sinemada gösterilmedi. Bu bilgilerin ışığında “Kulüp” dizisi tüm bu ön yargıları, klişeleri yıkan bir dizi olarak tarihte hak ettiği yeri alacak. Dizide oyuncu ve danışman olarak yer alan İzzet Bana ve diğer danışmanlarla, Ladino dilinin yaşatılması ve doğru kullanılması adına titiz çalışmalar gerçekleştirildiği aşikâr. Ladino dilinde okunan şarkılar, figürasyonun ve yardımcı oyuncuların arasında Yahudilerin olması, oluşturulmak istenen ortamın gerçekliğine büyük hizmet ediyor. Dönem kostümleri, makyajları, aksesuarları ince elenip sık dokunarak seçilmiş. Barış Arduç’un içtiği sarı filtreli sigaralara gelen eleştirileri anlayamıyorum, Fıstık İsmet yarı zamanlı olarak Amerikan Konsolosluğu’nda çalışıyor. Amerikalı sevgilisi vasıtasıyla yabancı sigaraları ediniyordur muhtemelen. Böylesine emek verilerek çekilmiş, hizmet ettiği alanda ilk olan, muhteşem bir dizide gözümüze takılan ufak tefek şeyleri tolere mi etmeliyiz acaba? Ufak tefek dedim ama…

 

Toksik anneler grubu iş başında

“Mathilda başında kızına annelik yapmak ve aradaki boşluğu kapatmak için kızını aramıyor, yanlış anlaşılmasın. Kızını nezarethanede gördüğünde çaresizliğini, yalnızlığını gördükten sonra onu korumak istiyor.”

Mathilda karakterinin varoluş gerçeği üzerine biraz düşünelim. Doğurduğu kızını Mösyö David’e vererek (Murat Garipağaoğlu) sürdürmekte olduğu on yedi senelik hapishane hayatında, ibadetini aksatmayan, ömür boyu hapis cezası yediği için hapisten bir daha hiç çıkamayacağını düşünen bir kadın, afla salıverildiğinde ilk kızını bulmayı düşünür değil mi? Mathilda da kızını bulmak istiyor, evet, ancak biriktirdiği bir miktar parayı kendisine ulaştırabilmek için bunu istiyor. Kendi ifadesiyle kimsenin düzenini bozmadan yoluna devam etmek istiyor. Zaten Raşel’i görmek istememesi, İsrail’e gidecek gemi için bilet alması da bu yüzden. Bildiğimiz aile kavramını tersten okuyoruz burada. Mathilda başında kızına annelik yapmak ve aradaki boşluğu kapatmak için kızını aramıyor, yanlış anlaşılmasın. Kızının nezarethanede çaresizliğini, yalnızlığını gördükten sonra onu korumak istiyor. Yine mesafeli, yine kendini kaptırmadan... Kulüp’de çalışmak da Mathilda’nın kendi iradesiyle istediği bir iş değil, Çelebi tarafından mecbur bırakıldığı için çalışıyor. Bir süre sonra Raşel ile bir arada yaşamaya başladığında ise tipik anne histerilerini kızına göstermeye başlıyor. Nerede kaldın, kimleydin, İsmet ile görüşmeyeceksin gibi. Raşel zaten hiçbir zaman ailesi olmadığı için kendi kararlarını kendi veriyor. Dizide bir “toksik anneler grubu” var. Selim Songür’ün annesi oğlunu değersizleştiren bir anne, Orhan’ın annesi travmatik ezici bir anne, Fıstık İsmet’in annesi Ali Şeker’den şiddet görmesine rağmen ezilmeyi kabullenmiş bir anne, Mordo’nun annesi egemenlik kurucu bir anne…

 

Güvercinler, Çelebi ve Raşel’in beni

“Mümtaz kötüydü, korkaktı ama sen hastasın Aziz Somuncuoğlu.”

Güvercinleri ve uçuşmalarını ilk kez birinci bölümün açılış sahnesinde gördük. Genç Mathilda’nın (Selin Hasar) sevgilisi Mümtaz’ı (Enes Atış) titreyen ellerindeki silahla öldürme sahnesi, öfke ve hayal kırıklığı dolu. Soğukkanlı. Cinayetin işleniş anını güvercin kafesinin ardından görüyor olmamız, uçuşan güvercinlerin ve asılı beyaz çarşafların huzuru ve barışı simgeliyor olması ve ölüye baktıktan sonraki ilk işinin güvercin kafesinin kapısını kapatmak olması; güvercinleri yuvasız bırakmak değil, kendini cezaevine kapatmaktır. Kafesin tahtasına oyulmuş m ve m harflerinin içine kazındığı kalptir onu özgürlüğünden eden… Bu sahneyi defalarca görüyoruz. Sanki biraz daha az kullanılsaydı daha mı etkili olurdu? Aziz Somuncuoğlu, nam-ı diğer Çelebi. Fırat Tanış’ın sindire sindire oynayarak yükselttiği kötücül karakter. İstanbul’a geldiğinden beri önce Mümtaz tarafından eziliyor, hor görülüyor, sonra da çaycılık yaparken Aseo Denizcilik’te zenginleri gördükçe kanayan egosunun derdine düşüyor. Önce Mathilda’nın babasının kasasını soyuyor, hapse giriyor, sonra da İstanbul’un gece hayatında yaralı egosunu iyileştirip şişiriyor. Tırtıklamaya, çalmaya devam ederek tabii… Ne kadar çok para o kadar seviye artışı. Mathilda’ya âşık mı ne? Bir yandan da geçmişteki eziklenmelerinin cezasını Mathilda’ya ödetme derdinde. Mathilda ile bir yarış içinde sanki… Özgürlüğü karşısında Fatma’dan alıp, hayat kadınının kulaklarına taktırdığı Mathilda’nın elmas küpelerine bakıp ona sahip olması, derdinin sadece Mathilda’ya değil, onun sahip olduğu her şeye sahip olmak olduğunu bas bas bağırıyor. Mathilda’nın sözleriyle; “Mümtaz kötüydü, korkaktı ama sen hastasın Aziz Somuncuoğlu.” Raşel’in göğsündeki ben, Fıstık İsmet’in sevdiği hani! Mordo’nun farkına dahi varmadığı hani. Raşel’e aşkı değil de ters köşe yaptırıp güven duyduğu Mordo’yu seçtirecek kadar can acıtan bir nokta oldu. “Senin hata dediğin şey benim varlık hikâyem, ben sen gibi olmayacağım” dediği annesinden vedasız ayrılıp İsrail’e giden gemiye bindirten bir nokta…

 

Hayalleri iğdiş edilmiş, hevesi terbiye edilmiş sıkıcı bir şarkıcı istemiyorum.

Bir 03 Medya yapımı “Kulüp” dizisinin ikinci kısmı dört bölümüyle birkaç hafta içinde seyirciyle buluşacak. Şu sıralar senaryosu yazılmakta olan Kulüp’ün ikinci sezonu da çekilecek. Göğsünüzdeki güvercinleri hazır tutun, kafesin kapısı açılmak üzere.

Selim Songür, bir sahne dehası, yenilikçi, cesur, gösterisine aşkla bağlı, annesini babasını mühendis olmayıp hayal kırıklığına uğratmış, onların tabiriyle bir soytarı. Orhan ile arasındaki güven ve hayal ortaklığının desteğiyle sahnede devleşen bir sanatçı. Muhteşem oyunculuğunu İBB Şehir Tiyatrosu’ndan bildiğim, Şark Dişçisi’nde onu yedi kez izlediğim Salih Bademci. Sahnede dans etmek ve şarkı söylemek için yaratılmış sanki, öyle içinden, öyle şevkle oynayan bir oyuncu. Asude Kalebek de çok başarılı. Bir 03 Medya yapımı “Kulüp” dizisinin ikinci kısmı dört bölümüyle birkaç hafta içinde seyirciyle buluşacak. Şu sıralar senaryosu yazılmakta olan Kulüp’ün ikinci sezonu da çekilecek. Göğsünüzdeki güvercinleri hazır tutun, kafesin kapısı açılmak üzere.

*Neşe Binark: Tiyatro ve sinema eleştirmeni