Fotoğraflar: Aslıhan Karay Özdaş


Viyana’ya defalarca gittim. Her gittiğimde daha çok sevdim 7 kere üst üste dünyanın en yaşanabilir şehri seçilen Viyana’yı.

İlk gidişlerim uzun zaman çalıştığım Amerikan ilaç firması MSD’nin kurumsal bünyesinde iş amaçlı ziyaretlerdi. Toplantılardan kalan az ama değerli zamanlarımda şehrin lokantalarını, müzelerini keşfetmeye çalışıyordum.


Kaldırım taşları Mozart, Haydn, Beethoven, Brahms, Schubert, Liszt, Strauss’un melodilerinin notaları ile döşenmişti. Klimt’in, Schiele’nin, Hundertwasser’in, Loos’un renklerini, çizgilerini buluyordum baktığım yerlerde.

Sanat seven herkesin çok sevdiği Viyana’da, içinde bulunduğumuz zaman diliminden kaçmak öyle kolaydı ki, bu şehri sevmemin en belirleyici öğesi bu olmalı, diye sık sık düşünürüm.

“Evkaftaki memuriyetimden” istifa ettikten sonra da her sene Viyana’ya gitmeye, giderken de sevdiğim yakınlarımı yanına alıp, bu güzel şehri onlara tanıtmaya devam ettim.

Aziz Stephan Katedrali
Araç trafiğine kapalı güzel caddeler Kärtner, Graben’ın metro duraklarından birinden yeryüzüne çıkmak ve Stephansdom Meydanı’nda, 1147 senesinde inşa edilmiş, şehrin en önemli simgesi görkemli Aziz Stephan Katedrali ile karşılaşmak güzeldir. Hele mevsimlerden kış ise, hava buz gibiyse ve kar atıştırıyorsa; katedralin arka sokaklarında dolaşırken Amadeus Mozart ile rastlaşmak ya da bir Schubertiade’den dağılmış grupla yürüyen soğuktan gözlükleri buğulamış Franz Schubert’i yanında dostlarını görmek ihtimaliniz hayli yüksektir.

İlk defa Topkapı Saray’ında izleme şansı bulduğum Mozart’ın Saraydan Kız Kaçırma’sında, piyanoda çalmayı en sevdiğim eserlerden Türk Marşı’nda, Stephansdom’un cephesinde, çok özel ve köklü bir butiğin ambleminde, şık bir kahve kutusunun deseninde, ayrı bir yazı konusu olacak kadar fazla Osmanlı Türk izine rastlamak mümkün.

Gündüzleri şehrin merkezinde bu büyü, nefis kahve kokularını ve vitrinlerindeki şekerlemeleri, çikolataları ile bizleri kendine dayanılmaz bir cazibe ile çektiği pastaneler ile devam eder. İstersek 1786’da açılmış Demel’de oturup kahve içeriz, menekşe şekerlemeleri alırız… Belki Sacher Otel’in hem şık hem zarif kafesinde oturup, Franz Sacher tarafından 1832’de Viyana’daki Prens Metternich için yapılmış çikolatalı Sacher Torte yeriz.



Museums Quartier
Merkezdeki caddelerdeki incelikli, nostaljik dükkânlar: kırtasiyeler, gümüşçüler, pastaneler, butikleri seyreder ve 17. yüzyılda inşa edilmiş barok saray, Albertina Müzesi’ne geliriz.

Albertina Müzesi’nde Habsburglara ait eşyalar, sayısı yüz bine yaklaşan gravür, çizim, Monet, Picasso eserleri yer alıyor. Müze gezisinden sonra hemen Hofburg Sarayı bahçelerinde dolaşıp, art nouveau stilde inşa edilmiş sera Palmenhaus veya müzenin tam karşındaki Cafe Mozart sık sık gittiğim yerler. Kış günlerinde güzel bir et suyu çorbası, buğday birası eşliğinde şnitzel ya da yazları dondurmalı apfelstrudel… Canımız hangisini çekerse.

Müzelerden açılınca konu, bu müzeler şehrinde hemen soluğu Museums Quartier’de almalıyız. Gezmesi bir güne sığmayan bu bölgede, ben ilk tercihimi her zaman, keyifli bir yürüyüş ile ulaşılan Kunsthistorisches, Sanat Tarihi Müzesi’nden yana kullanırım. 1871-1891 seneleri arasında karşılıklı olarak inşa edilen iki şahane binanın biri Antik Yunan, Antik Roma, Mısır uygarlıklarının eserlerine ve Raphael, Bruegel, Valasquez, Titian, Klimt ile dünyanın en önemli ressamlarına ev sahipliği yapıyor. Bu müzede aynı zamanda, benim için dünyanın en güzel kafesi var. Görkemli bir kubbe altına yerleşmiş mekân, siyah beyaz zeminde bordo kafile koltuklara oturup bir “melange” içerek etrafı seyretmek ve plastik sanatlara hayran olmak için eşi benzeri bulunmaz bir unutulmaz nokta. Müzenin bir de harika hediyelik eşya dükkânı var ki, ben burada hep kendimi kaybederim. Güzel Sanatlar Müzesi’ne doymak mümkün olmasa da, yine zamanımızın kısıtlı olmasından dolayı sıra diğer müzeleri gezmeye geliyor. Öğle yemeğini müze içinde yemeği tercih edebilir veya benim gibi dışarıdaki seyyar büfeden çok lezzetli sosisli sandviç yiyip yanında bira içebilirsiniz. Hatta sandviçler çok güzel olduğu için, eminim bir tane ile yetinmeyeceksiniz. Ve epey fotoğraf çektikten sonra, müzenin tam karşısındaki ikiz binaya girmek için ise sabırsızlanacaksınız: Doğa Tarihi Müzesi’ne.



Doğa Tarihi Müzesi hem büyükler hem de çocuklar için heyecan verici bir yer. Doğal taşlar, meteoritler, çeşit çeşit fosiller, doldurulmuş kuşlar, balıklar... Evrim tarihini, dünyanın oluşumunu anlatan interaktif ve eğlenceli uygulamalar var. Hele bir salonda çok ama çok büyük, hareket eden ve sesler çıkaran dinozor var! Ben doğal taşları, mineralleri çok sevdiğim, renklerini ve dokularını incelemek için vaktimi en çok bu bölüme ayırıyorum. İki müzeyi üst üste görmek çok yorucu, tam olarak da haklarını vermek olanaksız; ben her gidişimde ziyaret ettiğim için koridor koridor ezberimdeler, diyebilirim.

Cafe Landtmann
Dinlenmek ve hoş bir akşamüstü yemeği için benim adresim, çok da uzun bir yürüyüş mesafesinde olmayan Cafe Landtmann.

Franz Landtmann, 1 Ekim 1873’de bu kafeyi açtığında, şehrin en zarif ve şık mekânını yarattığını biliyormuş. Açılışından 148 sene sonra içeride aynı havayı bulmak mümkün. Ben ne zaman Cafe Landtmann’a gidip otursam, arka masalardan birinde Freud gazetesini açmış, okuyormuş gibi hissederim. Kış veya yaz fark etmez, sizlere de kapalı kısımda oturmanızı, vitrinden pastanızı kendinizin seçmesini öneririm. Menüdeki yemeklerin ise hepsi lezzetli. Beyaz kolalı örtüler, peçeteler, ahşap bölmeler, güzel avizeler ve aplikler ile çok lezzetli zaman geçireceğinizi biliyorum.



Viyana ve klasik müzik
Viyana, klasik müziğin başkenti. Buraya sadece opera, konser ve bale izlemek için de gittiğim zamanlar oldu. Opera binasının güzelliği dillere destan. Sadece içini gezmek için bir tura da katılınabilir. Pek çok opera ve bale izledim Viyana Opera Binası’nda: Roberto Alagna’lı Tosca, Dame Sarah Conolly’li Ariodante ve aralarda içilen şampanyalar unutulmazlarım arasında. Opera binasının çok hoş bir de kafesi var. Gece otele dönerken, bir kadeh şarap veya kahve için sıkılıkla uğradığım bir yer.

Şehrin merkezinde Mozarthaus’u ziyaret etmek, bu büyük dâhiye daha da yakın hissetmek ve Hofburg İmparatorluk Sarayı’nda aristokratik bir ruhla dolaşmak şehrin ‘mutlaka’ları arasında yer alıyor.

Bu civarda şnitzeli ile ünlü Figlmüller var ancak fazla turistik, servisi gereğinden hızlı olduğu için ben bu lokantayı pas geçiyorum ve yerine Franz Joseph’in ve benim en sevdiğim yemeği yapan Plachutta’yı öneriyorum. Kış günlerinde içimizi ısıtacak çorba, yanında isteğimize bağlı yan yemekler ile Taflapitz. Yine beyaz kolalı örtüler, masada çiçekler ve çok özenli servis. Beklerken bir kadeh “sekt” de keyfin cabası.

Küçük ve özel temalı müzeleri seviyorsanız, oyuncak bebek müzesini ve saat müzeleri görmeye değer. Vaktimiz az, büyük müzelerle devam edelim derseniz, yine Museums Quartier’e dönmeliyiz. Barok ve Modern tarzda inşa edilmiş yan yana binalarda bulunan Leopold Müzesi ve Modern Sanatlar Müzesi (MUMOK) ile sanat ile dolu bir gün daha geçirebiliriz.



Sanatçılar ve Saraylar
Hepimizin ruhuna daha yakın gelen ressamlar vardır. Benim ressamlarımın başköşesine Schiele oturur. Bu sebepten dolayı, henüz 28 yaşında, İspanyol gribi pandemisinde hayatını kaybeden, üstün yetenekli, dışavurumcu, ayrılıkçı ve aykırı ressam Schiele’nin pek çok eserinin sergilendiği Leopold Müzesi’nde her zaman gözler yaşlı çıkarım. Sık sık aklıma, Leopold Müzesi’nin sergi salonlarından birinin duvarında okuduğum ve Schiele’nin, ‘Ben daha iyi nasıl çizebilirim üstad?’ diyerek danıştığı ve sanat camiasına girmesi için çok desteğini aldığını Klimt’in, ‘Oğlum sen zaten benden iyi çiziyorsun’ sözleri gelir. Schiele’nin, Albertina Müzesi’nde ilk defa gördüğüm, ölüm döşeğindeki fotoğrafını düşünürüm. 28 yaşına 3.000 çizimden ve 300’den fazla resim sığdıran büyük ressamı. Ve çok genç sonsuzluğa kavuşan Mozart’ı, Schubert’i…

Aslında, Viyana ile en fazla özdeşleşen ressam Klimt ve resim de ‘Viyana art nouveau’su, ‘Jigebdstil’in ikonu: “Öpücük” olmalı. Bu resmin orijinalini görmek ve muhteşem bir bahçe içine yerleşmiş sarayı dolaşmak için Belvedere Sarayı ziyaret edilmeli.

Saraylardan bahis açılınca, vaktiyle Avusturya Kraliyet Ailesi’nin ikamet ettiği Barok Schönbrunn Sarayı’nı ve benim çok sevdiğim bahçesini gezmemek, kudretli Maria Theresa, güzeller güzeli Sisi ve I. Dünya Savaşı’nın çıkmasına sebebiyet veren İmparator Joseph’in dünyasında kaybolmamak imkânsız. Ayrıca hemen yakınındaki hayvanat bahçesini de, elimizde kocaman bir dondurma ile dolaşmak ve çocukluğumuza dönmek isteyebiliriz.

Peki, başka müzeler yok mu? Olmaz mı!

Viyana’da Uygulamalı Sanatlar Müzesi, Mobilya Müzesi, Viyana Müzik Evi, Freud Evi, Teknoloji Müzesi…



Stephansdom’un hemen yanından fayton kiralayıp, ilk yapıldığı halinin zarafet ve görkeminden hiç taviz vermeden korunmuş binalar, saraylar, meydanlar arasında dolaşabiliriz.

Akşam yemekleri için iki sevdiğim İtalyan lokantası pek neşeli ve muhteşem pizzaları ile Danieli ya da daha ciddi ortamı ve zarafeti ile iyi bir seçenek olacak, trüf mantarlı raviolisini unutamadığım Cantinetta Antinori’dır.

Yerel mutfak
Madem Avusturya’dayız, yerel mutfak ile devam edelim dersek gastronomi yolculuğuna, masalsı adını çok sevdiğim, Viyana’nın en eski ve Sacher turtasının yaratıcısı Franz Sacher’in ilk restoranı Beyaz Baca Temizleyicisi “Zum Weissen Rauchfangkehre”ne gitmek ve geleneksel Avusturya yemeklerini yemek çok keyifli olabilir.

Hikâyesi de şöyle bu güneş yerin:

Bir baca temizleyicisinin, bir fırıncı kızda gözü varmış. İşini bitirince simsiyah olan üstü başı, fırıncı kızın evinden çıkarken bembeyaz unlar ile kaplanırmış. Çok susamış olduğu için hemen yakındaki lokantaya gider, bir şeyler içermiş. Viyanalılar da beyaz unlarla kaplı fırıncıyı sık sık gördükleri bu lokantaya, Beyaz Şömine Temizleyicisi’nin Yeri adını vermişler. Sadece adının masalsı hikâyesi için bile gidilecek lokantalardan!



Şarap içmeyi seviyorsak, Viyana’da Grinzing bölgesi tam bizler için tasarlanmış bir vaha. Ufacık Barok detaylarla süslü Heurige denilen sıcak, sevimli şarap evlerinde geleneksel yemeklerle değişik şaraplar tatmak çok eğlenceli!

Benim çok eğlenceli bulduğum bir başka yer de 1766 senesinden beri gezme, eğlence bölgesi olan ve lunaparkındaki dönme dolapla tüm şehri ayaklarınızın altında hissettiğimiz Prater. Mozart’ın, müstakbel eşi Constanze ile buraya geldiğini ama müstakbel kayınvalidesinin de onları baş başa bırakmamak için peşlerine takıldığını bildiğimden, ne zaman Prater’e gitsem, bu hikâyeyi gözümde canlandırıp eğlenirim.

Birbirinden güzel kafelerin, pastanelerin başkentinde 1876 senesinde açılmış, Cafe Central’de, kuyruklu piyanodan gelen melodiler eşliğinde kahve içip, pasta yerken, sahip çıkmadığımız Markiz’imizi, Lebon’umuzu, Tokatlıyan’ımızı, İstanbul’umuzun koruyamadığımız dokusunu düşünür, üzülürüm.

Güzel sanatları, müziği, tarihi, yemeği, içmeyi, geçen zaman içinde bozulmamış tertemiz bir kentte dolaşmayı seven herkesin bayıldığı, bayılacağı bu güzel şehirde yazamadığım nice mücevher nokta, duyurmanın imkânsız olduğu nice gizli nota saklı…

Gelecek günlerde, pandemi sonrası günlerde, yolu güzel Viyana’dan geçmiş büyük ressamların, mimarların, bestekârların, pastacıların izlerini beraberce keşfetmek ve paylaşmak dileğiyle…