Çocukluğum, İstanbul’un iki yakasında Esentepe ve Kadıköy merkezinde, bir yandan Rumeli Caddesi ve İstiklal Caddesi, bir yandan Mühürdar Moda arasında ve Bağdat Caddesi’nde geçti. İstanbul’u böyle tanımaya başladım, böyle sevdim.

 

Büyükbabamın idareciliğinde kurulan mahalle, Matbuat Sokak, 33 numara

İlk hatıralarımda, büyükbabam Refik Halid’in kurucuları arasında yer aldığı ve sokaklarının isimlerini kendi verdiği Gazeteciler Mahallesi’nde, ön cephesi Matbuat Sokak, arka cephesi Hikâye Sokak’ta hâlen oturduğumuz evimiz vardır. Ne renkli bir mahalle idi o zamanlar, kimler kimler yoktu ki sakinleri arasında: Cevat Fehmi Başkut, Acar Başkut, Burhan Arpad, Halit Kıvanç, Sadun Tanju, Rakım Çalapala, Prof. Dr. Jale Baysal, Tarık Buğra, Dr. Mehmet Abut, Jerfi Fıratlı, Orhan Vedat Sevinçli, Çelik Gülersoy, Erkin Koray, Hıfzı Topuz, Necati Zincirkıran, Meftun Olgaç… ve daha nice sanat, edebiyat, spor, müzik, eğitim alanına adını yazdırmış değerli insan tanıdım, ya da onlara dair hikâyeler dinledim. Ailelerimiz kadar bize yakın teyzelerimiz, amcalarımız vardı: Neriman Teyze, Aliye Hanım Teyze, Belma Teyze, Mahmut Amca, Hüceste Teyze ve hikâyeleri pek çok yazıya konu olabilecek Mefharet Teyze… Evlerine misafir oldum küçücük yaşımda, dimağım, gönlüm açıldı. Dünyadaki belki de en güzel kokan mahalleydi o zamanlar; rüzgâr, Arı Bisküvi Fabrikası’ndan evimizin içine vanilya, portakal, tarçın, şeker aromaları taşırdı.


Ev içi sevinçlerimde, henüz okuma yazma bilmediğim zamanlarda Akbank Çocuk Sineması’nın Tom & Jerry resimli biletlerini görünce havalara uçtuğumun neşeli hissi yer alır. Annem ile Emek Sineması’nda izlediğim filmler arasında yediğim Alaska Frigoları ve sonrasında hayatımda gittiğim ilk self servis lokanta olan Bap Kaferterya’da tepsime enginar aldığımı, tüm iştahsızlığıma rağmen buralarda iştahımın açıldığını pek iyi hatırlarım. Gel zaman git zaman İstiklal Caddesi’nden hayata uzanacağım, İstanbul’u, özgürlüğü buradan başlayarak keşfedeceğim belli imiş sanki… Babamın bizi Çiçek Pasajı’na götürdüğünü, oradaki fıçıların etrafında oturduğumuzu, midye yediğimizi, henüz bira içemeyecek yaşta olduğumu ama imrendiğimi… Galatasaray’daki diş doktorumuzun çıkışında, bir katmerciye gittiğimizi ve katmeri yapan ustanın hamur açmadaki maharetine hayranlıkla baktığımı, bu katmerin daha sonra Gaziantep’te yediğim tatlı katmer gibi değil, peynirli ve yumurtalı olduğunu, ağzımda bir anda dağıldığını, mis gibi tereyağı kokusunu…

Siyah kocaman dolmuşlar vardı… Mahallemizim yokuşundan annemin elini tutarak çıkar, Nişantaşı’na gitmek için bu dolmuşları beklerdik. Rumeli Caddesi’nin başında inerdik. Ben daha dolmuşa binmeden, ‘kubbe de yiyecek miyiz,’ diye sorardım. Önce Disney çocuk ayakkabıcısına giderdik, içinde maymun ve papağan olan bu mağaza en sevdiğim yerdi. Ah çocukluğumuzun rugan pabuçları! Aşağıya doğru yürüyünce, Kahramanmaraş adlı büfe / restaurant’da bence dünyanın en lezzetli içli köftesi ve lahmacunu yapılırdı. Yemesi mi desem yiyip yutması mı, birkaç dakikayı geçmezdi! Tabii aynı civarda Konak Sineması, Site Sineması, Harbiye As… Filmi görmek için, katlanan koltukları açmadan, bazı zamanlar ise paltoların üzerine otururdum. Heyecan ve mutluluk içinde… Ah çocukluğumuzun kaygısız yılları!

Harbiye denildiği zaman aklıma babamın acentesi, annemle gittiğimiz ve ilk pizza yediğim yer olan Pizza Pino gelir.

Peki, karşı taraf?


Çocukluğumda anne ve babam ile Refik Halid Karay yadigarı evimizde

Kadıköy ayrı bir âlemdi… Mühürdar’da anneannem otururdu. Vapurla geçerdik Kadıköy’e, neden bilmem hep akşamdı. Mühürdar’a gidecek dolmuşa binerdik. İstanbul’un tenha zamanlarıydı. Anneannem, ‘vapur yanaştı, şimdi dolar dolmuş,’ derdi. Uykumun geldiğini, bir an önce eve gitmek için sabırsızca beklediğimi hatırlarım.

Evet, Kadıköy başka bir âlemdi. Balıkçılar, turşucular, francala ekmekler… Anneannem en sevdiğim balığı alırdı: tekir. Muhakkak helva alınırdı, balıktan sonra yemek için. ‘Anneanne, evde limon var mı, anneanne evde şu var mı, bu var mı’ diye sorardım. ‘Anneanne mesela bu pahalı mı,’ derdim. Anneannem, ‘paradan bahsetmek ayıptır çocuğum,’ derdi.

Dedem Baylan’a götürürdü; Baylan’da mevsimlerden hep bahardı, yazdı. Arka bahçesinin loşluğunda, ayaklarımın yere değmediği koltuklarda oturur, Kup Gri’ye yerdik… Ağız tadımızın hiç bozulmadığı yıllardı!

Anneannemin beni İdris’e İskender yemeğe götürdüğü zamanlar, Kanlıca’da yoğurt, bidon bidon Karakulak suyu, Anadolu Hisarı’nda kara kazanlarda haşlanmış mısırlar… Mesire son demlerini sürdüğü yıllar.

Yaz akşamları, ballı ballı hanımeli ve parlak renkleri ile akşamsefaları arasında Mühürdar’dan Moda’ya yürürdük anneannem ile. Çay bahçesinde aile dostları ile buluşurduk. Elimde bir şişe meyve suyu veya gazoz dolanıp dururdum. Kim bilir ne yaramazlıklar düşünürdüm?!


Mahalle arkadaşım ve ben


İlkokulun son senesinde mahalle mektebinden Levent’teki Yıldız Koleji’ne geçtiğimde, sınıf arkadaşlarım, ‘hadi yengen yemeğe, gidelim,’ demişlerdi. Yengen nedir bilmiyordum ama ilk defa kendi arkadaşlarım ile yalnız bir yere gideceğim için ne yediğimin önemi yoktu. Yılmaz Büfe’ye gitmiştik, ne lezzetli idi bu tostlar; çok sevmiştim. Bazı öğlenlerde ise Namlı’ya gider, iskender yerdik. O zaman Namlı, daha küçük, daha sevimli bir yerdi. Okulun tam karşısındaki Babaoğul Kırtasiye’den alışveriş yapmak da çok keyifliydi. İlk defa otobüse veya şimdi tedavülden kalkmış olan troleybüse biner, bir durak sonra inerdim. Ev ahalisinden biri beni durakta karşılardı. O, beş dakikalık yolculuklar hayatımın en güzel yolculuklarıydı. Özgürlüğün, büyümeye başlamanın bir başka adıydı.

Ortaokulda İstiklal Caddesi’ni kendi başıma keşfetmeye başlamıştım. Sainte-Pulcherie Fransız Okulu’nda okuyordum. Sokağın köşesinde börekçi vardı; kesip kâğıda sardığı böreğin üzerine pudra şekeri serperdi; pudra şekerleri ağzımıza burnumuza, böreğin yağı kâğıda, oradan elimize bulaşırdı. Her şeyin tatlı, hiçbir şeyin midemize dokunmadığı yıllardı.

Okulun hemen aşağı kısmında Madam ve Mösyö’nün kırtasiyeleri yer alırdı. İşte öyle ufak ufak, önce bir sokak, sonra bir arkası derken açıldım İstiklâl’e… Süt-iş’de çay poğaça, Vokkorama’nın nefis kokusu! Hele bir Kral ve Ben Pizza vardı Galatasaray’a doğru, kırmızı koltukları ve dev pizzaları ile nasıl severdik orayı!


Buzpateni yaparken ben. Penguen Buz Pisti

Kaydım Sainte-Pulcherie’de idi ama ben vaktimi Penguen Buz Pateni’nde geçirirdim: tam Divan Oteli’nin karşısında yokuşun sol tarafında idi. Buz pateni öyle bir tutkuydu ki, okul çantama kitaplarım, defterlerim ile beraber buz patenlerim sığmayınca tercihimi okula ait ne varsa evde bırakmak yönünde kullanırdım. Bu, zaman zaman okula gitmek yerine buz patenine gitmek anlamına gelirdi… Babam buz patenine abonman bilet almıştı ya, hakkını fazlasıyla verdim, diyebilirim.

O yıllar benim klasik gitar çaldığım zamanlardı. Fenerbahçe’de teknemiz yapılıyordu. Fikret Kızılok annemlerin yakın arkadaşıydı; teknede yemekler yeniliyor, şaraplar içiliyordu. Fikret Kızılok ile Bülent Ortaçgil’in Çekirdek Sanat Evi’ne giderdik. Bülent Ortaçgil ile iki gitar Bach çalardık. Erkan Oğur’un perdesiz gitarının sesi o günlerden beri kulağımdadır. Fikret Kızılok’un diş muayenehanesindeki şişme botta oynadığım zamanlar ise biraz daha eskidir.

İlk teknemiz sürat motoruydu, Tarabya’da dururdu. Babam Kale Kilitleri’nin sahibinden almıştı. Annem de babam da kaptanlık ehliyeti almışlardı. Benim denizden çok kitaplara yakın olduğum yıllardı. İstanbul koylarında pek az tekne olurdu. Poyrazköy açıklarında denize girmeyi öğrenmiştim ama en çok Büyükliman’da yüzmeyi severdim. Pırıl pırıl, simli simli suları vardı, oradan çıkmak bilmezdim. Dönüşte Levent’e uğrardık. Meydanında Migros vardı. Tadal’dan tahinli pide alırdık. Tüm gün denizden sonra daha bir lezzetli, tatlı gelirdi.

Anlatacak daha ne çok yer var İstanbul’da, pek çoğu kayboldu, gitti ya! Unutulmasınlar diye, bir anlamda tarihe not düşmek amacıyla anlatıyorum. Diğer yandan çok daha naif, insanların mutlu ve güvende hissettiği yılları, ‘ilklerim’ üzerinden hatırlayalım, biraz da tekrar yaşayalım diye yazıyorum.

Markiz Pastanesi’ne yetişemedim diye üzülürdüm. Şimdi elma şekerli vitrinini çok sevdiğim Konak Pastanesi kapandı diye üzülüyorum.

Neyse ki, anılarımızdaki İstanbul biz anlattıkça yaşamaya devam edecek…

Gelecekte de geçmişi yazıyla anlatmaya, devam etmeliyiz o zaman!

Romalıların dediği gibi “verba volant scripta manent” - “söz uçar, yazı kalır”!