İki kocaman ve ağır valizi, nefes nefese yetiştiğim trenin kompartımanına yerleştirdim. Varşova’dan Krakow’a giden trende, oturduğum yerin hemen yanındaki aynaya baktım ve gülümseyerek kendi kendime, “Gerçekten garip bir adamsın sen” dedim.

Pazartesi günü yüzlerce kilometre ötedeki bir şehirde fuarda stant açacaktık ve ben sunacağımız numuneleri taşıyor, arada da Auschwitz’i görebilmek için hafta sonundan önce Krakow’a gidiyordum.

Bu gezi 90’larda filan olmalı. O yıllarda Auschwitz turları ülkemizde pek popüler değildi. Benim aklımda ise Polonya’ya gitmişken, orada fotoğraf, film çekmek ve dönüşümde bir kaç kişiye gördüklerimi anlatmak vardı. Belki bir konferans verip insanları etkilemek de olabilirdi hani!

Aslında kışın ortasında fuar için taşınan düğme numuneleri ile dolu valizlerle, iş arasında yüzlerce kilometreyi tren ile aşıp Auschwitz gibi bir yeri görmeye gitmek kesinlikle akıllı bir adamın işi değildi. 

Sonraki saatler boyunca kitap okuduğumu, arada sırada kafamı kaldırıp trenin penceresinden karanlık puslu havayı, çıplak dalları ile cılız ağaçları, kasvetli bir manzarayı izlediğimi anımsıyorum. 

İçimde anlamadığım, beni huzursuz eden bir duygu vardı. 

Gitmek istiyor muydum? Evet istiyordum. 

Ama sanki, düğmelerin dışında yanlış bir şeyleri de götürüyordum yanımda. 

Anlayamıyordum.

Krakow’da bir otele yerleştim ve ertesi sabah bir taksi ile anlaşıp, Auschwitz’in, üzerinde ünlü “Arbeit macht frei” (Çalışmak özgürlük getirir) yazan kapısının önünde kendimi buluverdim. Hemen film makinesine kaseti taktım ve gördüğüm her şeyi, çektiğim filmde duyulacak biçimde anlatarak gezime başladım. 

Gidenler ya da biraz okumuş olanlar bilir. Auschwitz kampında ilk görülenler taştan yapılmış, iki katlı, sevimsiz, ruhsuz bürokrat görünümlü askeri yapılardır. Ziyaretçiler önce, kampa gelenlerin kayıtları ve resimleriyle ilgili odaları gezer. İnsanların yalnız bir numaraya dönüştürüldüğü kayıtlara bakar, sonra sonsuzluğa gidenlerin bıraktığı valiz, gözlük çerçeveleri, ayakkabı yığınları ile dolu odaları görürler. İnsan saçlarından, derilerinden yapılan eşyaların sergilendiği vitrinler şaşkınlıkla izlenir. Artık hiç kimsenin görmek bile istemeyeceği takma bacaklar, eller, kollar uzuvlardan oluşmuş hayret verici, garip görüntülerle dolu salonlar bile var orada.

Ben hepsini heyecanla eski bir film kamerasının objektifinden izliyor bir yandan da konuşuyor, anlatıyordum ki bir anda onu gördüm.


Muhtemelen Selanik’ten gelmiş bir aileden alınmış bir faşadura gömleği, elbiselerin toplandığı salonun hemen kapısının yanındaki bir vitrinde duruyordu.

Sefarad geleneğine göre yeni doğan bebeklere uzun ömürlü olması için ilk giydirilen uzun “gömlek” idi sergilenen. 

Üzerinde özene bezene örülmüş nakışları ile o kadar güzel, masum ve naif idi ki.

Ümidi, sevinci, güzel dileklerin büyüsünü hatırlatmak için dikilmişti, mahzun, çaresiz, korkunç, bir yok oluşu simgeler hale gelmişti.

Kesinlikle oraya yakışmıyordu.

Sanki kamera ile ilginç bir şeyleri çekmeye çalışırken, küçük-küçücük bir bebek eli ceketimin eteğinden çekivermiş dikkatimi kendine yöneltmişti. 

Kamerayı indirdim. Durdurdum. 

Ve o faşadura elbisesini seyrettim. 

Uzun uzun boş karanlıklarda, beynimin içerisinde beliren çığlıklarda, anlamsızlığın boşluğunda uçarak dolanır gibi elbiseye baktım durdum. 

İnsan konuşur bazen kendisiyle. 

Bazen de düşüncesizliğini, anlayışsızlığını, aptallığını, yetersizliğini azarlar.

O gün, o an ben;

- Sen kim olduğunu zannediyorsun? dedim kendi kendime.

- Kim sana veriyor bu hakkı? diye azarladım kendimi.

- Bu elbise ümit dolu hangi evde dikilmişti kim bilir? diye düşündüm.

- Hangi eşyalarla birlikte özenle katlanmış ve gelmişti buralara? diye hıçkırdım.

- Kim bilir nasıl kokuyordu o elbise? Lavanta mı, yasemin yaprakları mı konmuştu katlanırken elbisenin kıvrımlarına?

- O gencecik anne kampa girdiğinde bırakması istendiğinde o eşyaları bir yerlere, nasıl da “Ama nasıl ki?” diyen isyan çığlığını boğmuştu? 

- O küçücük anne, ne hissetmişti o bebeği koparılırken kollarından?

- Bacanın dumanı tüterken bu eşyaları ayırıp saklayan tutsaklar, ne düşünmüştü bu elbiseyi gördüklerinde?

Sorular, sorular. 

Bırakın yanıtlamayı duymak, düşünmek, işitmek istemediğim sorular.

Yanıtı olmayan, yırtılmış, çığlık atan, inleyen, hıçkıran sorular.

Hep sorulacak, yorulmadan birilerini ve beni hep tırmalayacak olan sorular... 

Sevmez insanoğlu gerçekle yüzleşmeyi. 

Hele ki gerçek dediğimiz şey, olmayacak, karanlık, ve çok çok çirkin ve çok azman büyükse.

Sonra Auschwitz’in sokaklarında, elektrikli tel örgüler boyunca yürüyemedim ben. 

Çok çok kalabalıktı.

Orada ölmüş olan yaşlılar, hastalar, kadınlar, çocuklar, yarım kalmış yaşamlar...

Aralarından geçemeyeceğimi anladım. 

Kamerayı koydum çantama. Döndüm arkamı ve çıktım oradan.

İstanbul’a döndüğümde çekmiş olduklarıma bakmadan kamerayı içindeki kasetle birlikte dolaba kaldırdım. Birkaç gün sonra da eve giren hırsız aldı götürdü onları. Evden çalındığına üzülmediğim tek eşya o kamera idi.

Bilir misiniz? 

Benzer bir elbise İstanbul’daki müzenin ikinci katında vitrinde durur. 

Her gördüğümde bir şeyler tıkılır boğazıma. “Ne olurdu Auschwitz’deki elbiseyi de buraya bunun yanına getirmek isteseydik” diye düşünürüm. 

Hiç olmasa o elbise artık daha sevinçli bir yerde dururdu. 

Verirler mi ki bize? 

Kurtarırlar mı korkunç tutsaklığından onu? 

Yorulmuştur orada…