Geçtiğimiz yılın son günlerinde Gaziantep’teki bir sitenin sakinlerine ait iki pitbull’un Asiye Ateş adındaki dört yaşındaki çocuğa saldırıp ağır yaralaması, geçtiğimiz haftalarda da köpekten kaçan bir çocuğun arabanın altında kalarak ölümü, yine hayvan hakları konusunun gündeme gelmesine yol açtı.
Bu tür tehlikeli hayvanların bakımı ve sahiplenilmesi zaten yasak kapsamında ama, nedense yasalar işletilemiyor veya esnek tarafları var. Zaten infial yaratan da o!
Panter Emel diye biri
Hatırlayacaksınız, duyanlarda bile çekince uyandıran bir “Panter Emel” vardı bir zamanlar. Nerede hayvanlara bir haksızlık yapılsa veya bir şikâyet olsa, hemen Panter Emel zabıtaların başında bitiverirdi. Burgazada’daki sokak hayvanlarının sayısı çoğaldığında halkın şikâyetlerini ilettiği görevliler, “Aman gözünüzü sevelim, bizi Panter Emel ile karşı karşıya getirmeyin” deyip ellerini yıkarlardı. Bekir Çoşkun bile “Panter Emel’in öfkesini izledim” demişti bir köşe yazısında. Epeydir sesi çıkmıyor da bir bakayım dedim, bugün 81 yaşında. “Öfkeniz hala aynı mı?” diye sormuşlar da “Öfkemin de gücü bir yere kadar. Her şey sektöre dönüşmüş. Elimden bir şey gelmiyor. Bayram tatilinde aileler çocuklarını hayvanat bahçelerine götürüyor. Çocuklar hayvanları tanısınmış, ben de hiç Eskimo görmedim mesela, hadi getirip tıksınlar kafeslere de ben de göreyim o zaman, aslında ben insan türünden şikâyetçiyim” demiş.
Aslında biz, hayvanseverliğimizle ün yapmış bir milletiz. Soğuk kış günlerinde dükkânların önüne, AVM’lerin girişine atılan battaniyeler üzerinde korumaya alınan hayvanlarımızın fotoğrafları yabancı basında sayfa-sayfa çıkmıştır. Amerika’da yaşayan Ceyda Torun’un, İstanbul sokaklarındaki kedi popülasyonunu konu ettiği “KEDİ” belgeseli, yabancı dilde en çok izlenen 3. film seçildi mesela oralarda.
Bizde geç devreye girdi hayvan hakları konusu. 1912 yılında kurulan “Himaye-i-Hayvanat Cemiyeti” öncesi, bizde insan-hayvan ilişkileri pratik çözümlü, vicdani ve ağırlıklı olarak dinî kaynaklı bir hassasiyete sahipti. Dolayısı ile toplumumuz için insan-hayvan ilişkilerini regüle edecek bir kanuna ihtiyaç duyulması bile düşünülemezdi! Cami duvarlarına kuş evleri yapacak kadar duygusal mimarların torunlarıydık biz. Ancak, zaman-zaman dünya ve yerel sosyal dengelerin sarsılması ile, aynı bugünkü şartlarda olduğu gibi, insan faktörü birden bir “amok” (Malezya’da yaygın, şiddet eğilimli bir psişik hastalık) etkisi altına giriyor, işte o zaman insan, en vahşi hayvanın bile içgüdüsünde var olmayan bir vahşetin kurgusuna maruz kalıyor.
İşte, tarihimize bir başka kara leke, bir başka vicdani yük olarak geçen, sosyal networklerin olmadığı o yıllarda yabancı basının da isyanına yol açan bir olaya getirmek istiyorum şimdi konuyu.
Cincinnati gemisiyle Akdeniz turuna çıkan Avrupalı bir gezgin
Geç Osmanlı İstanbul’unda büyük köpek katliamı
“The Great Dog Massacre in late Ottoman İstanbul” başlığı altında yer aldı bu haber. Yukarıda da bahsettiğim gibi biz, benim nesile kadar İstanbul’u hep hayvanları ile paylaştık. İstanbul bir yandan doğu ile batı arasına sıkışmış çok kültürlü bir metropol iken, öte yandan halkının hayvanlarla iç içe yaşadığı kocaman bir köydü adeta. Yollarda at arabaları ve atlı tramvaylar, mandaların çektiği yük arabaları, müziğin ritminde oynamaya çalışan ayılar, martılar ve cami önlerinde yem bekleşen güvercinler, ahşap evlerde, hanlarda yuvalanmış yılan ve fareler, her evin arka bahçesindeki kümeslerden kaçıp yollarda nimetini arayan tavuk ve horozlar, son zamanlara kadar ufacık ahşap tezgâhlara tünemiş, niyet çeken tavşanlar, hatta kavanozlar içinde hacamat için satılan sülükler ve yüzlerce, binlerce kedi, köpek...
Hele köpekler!
Yüzlerce, binlerce köpek yaşıyordu şehir içinde ve bunlar her mahallede çeteler halinde yaşarken, mahalleliyi de yabancılara karşı tanır, kollarlardı. “Köpekleri, şehrin her tarafında sokaklara uzanmış, Sultan’ın kendisi bile geçse uyanmayacak rahatlıkta uyur görürdünüz” diyor Mark Twain 1867’de. Öte yandan Alphonse de Lamartine de1833’te, şehrin köpeklerine nasıl baktığına şöyle yer vermiş yazılarında: “Türkler, ağaçlarla, kuşlarla, köpeklerle tüm canlı ve cansız yaratıklarla barış içinde yaşarlar, Allah’ın yarattığı her şeye saygı duyarlar. Bizim ihmal ettiğimiz hatta zulmettiğimiz hayvanlar burada mutlu mesut yaşıyor. Bütün sokaklarda, belli mesafelerde köpekler için suyla dolu kaplar var ve çevre sakinleri, düzenli olarak onlara, başının-gözünün sadakası yiyecekler taşır.”
Her şey iyi, güzel de ne oldu da birden bu kadar iyiliksever, hayvan sever, vicdanlı bir toplumken…
Toplumsal tehlike
Oldum olası edilgen bir tarafımız olmuştur bizim. Hele ki, Sultan’ın fetvasına, fermanına laf etmek kimin haddine? Tanzimat’a kadar halkla kaynaşmış yaşamakta olan İstanbul köpekleri, Batılılaşma hareketi ile birlikte, kentsel düzeni bozucu, kargaşa ve kirlilik timsali görülmeye başlandı, pislik ve hastalık, özellikle de kuduz ile ilişkilendirildi. Avrupa’da parfüm/kimya sanayi için katliamlar çoktan başlamış, sokaklarda tek köpek kalmamıştı. Buradan hareketle Pasteur Enstitüsü de bu düşünceyi destekledi. Müdür Dr. Remlinger’in “İstanbul’daki toplam 60-80.000 arasındaki köpek popülasyonunun derisi, kemikleri, kılları, yağı, kaslarının toplam değeri 200 ile 300.000 frank gibi düşünülürse, şehir dışında kurulacak mezbaha ve bağlı tesislerinde işlenerek gelirleri şehrin hayır işlerine harcanabilir” önerisi bile oldu.
Fransa da bedeli karşılığı köpekleri almaktan vaz geçince, doğrudan itlaf edilmelerine de muhtemel vicdanlar elvermeyince, Sultan II. Mahmut, çözüm olarak yakındaki adalara sürülmelerine karar verdi ve talimatı üzere 1910 yılının demir yumruk belediye başkanı Suphi Bey tüm köpeklerin toplanıp Sivriada’ya sürülmesini emretti.
Sivriada, 1910
Doğal infaz
Yerli halk, Osmanlı hilaline uğursuzluk getireceğine inandıkları bu işte yer almak istemeyip mümkün olduğunca köpekleri sakladılarsa da serseriler, boşta gezerler, hatta Çingeneler toplandı. Bu adamlar zavallı kurbanlarını demir kayışlarla boyunlarından, bacaklarından veya kuyruklarından yakalayarak, onları Sivriada’ya götürecek kayıklara üst üste attılar.
Ada çorak bir kayadan ibaret olup ne suyu vardı ne de hayvanların beslenme olanakları. Başta hayvanlara günde iki defa su ve ekmek götürmek için kayıkçılar görevlendirilmişti. Ancak Balkan Savaşları öncesi kargaşasında yapılan bütçe kesintileriyle bu uygulama son buldu. Yerli halkın da yaklaşık 80.000 köpeği beslemek olanağı olmayınca zavallı hayvanların iniltileri, ulumaları, feryatları, geceler boyu o yılların sessiz İstanbul’unun göklerinde yankılandı. Bu zavallı canların kimi açlıktan öldü, kimi yeni gelenleri getiren gemilere binmek için kendini suya atarak boğuldu, kimileri de çaresizce birbirlerini parçalayıp yiyerek kendilerini tükettiler. Ölümler başlayınca, 2-3 yıl boyunca tüm sahil kokudan yaşanmaz hale gelmişti. Yeni belediye başkanı Dr. Cemalettin ise, “Bilahare 30.000 köpek daha bulup onları da gönderip kademeli olarak şehri temizledim” diye övündüyse ve sonraki yıllardan bugüne başıboş hayvanlar görevli ekiplerce zehirlenerek de yok edilmeye çalışıldıysa da bugünkü İstanbul’da sokak köpekleri halen şehri dolaşıp dururlar.
Haytap'ın diktiği anıt
İstanbul halkı, bu olayın ardından yaşanan depremler yanında Balkan Savaşları ve I. Dünya Savaşı ardındaki hezimetlerin de, vahşice ölümlerine göz yumulan bu canların vebali olduğuna inandı. Yaklaşık bir yüzyıl sonra, Hayvan Hakları Federasyonu “Haytap”, burada yitirilen binlerce köpeğin anısına, adada, yazılı bir taş anıt diktiler. Rivayet odur ki, Sivriada tam da bu yüzden Hayırsız Ada olarak da anılır oldu.
http://www.haytap.tv/haytap-80-bin-kopegin-geri-donmemek-uzere-olume-yollandigi-hayirsizadayi-anmaya-gitti_dc1994490.html