Haber resmi: “Hüzün Üçgeni / Triangle of Sadness” 

Bu yazımda bu yıl 75. yıldönümünü kutlayan Cannes Film Festivali’nde izlediğim filmlerden hareketle, 2022’nin ilk yarısında sinemanın tercih ettiği türleri incelemeye çalışacağım…

Film festivalleri yılın gözde sinema trendleri hakkında bilgi verir. Bu yazımda bu yıl 75. yıldönümünü kutlayan Cannes Film Festivali sırasında izlediğim filmlerden hareketle, 2022’nin ilk yarısında sinemanın tercih ettiği türleri incelemeye çalışacağım. Sinema endüstrisinin yıllık ürünleri arasında Cannes seçkisine giren filmler, ağırlıkla toplumsal sorunlara eğilen ve bu konuda eleştiri getiren filmlerdi. 2. sırada göçmen sorununa eğilen filmler, biyografik eserler ve aksiyon-macera filmleri vardı. Sinemayı edebiyatla buluşturan filmler, aile içi sorunları masaya yatıran eserler, queer öyküleriyle cinsellik üzerine cesur filmler Cannes seçkisinde öne çıktılar.

75. Festivalin ödül listesine toplumsal sorunlara, yabancılaşmaya, cinselliğe, şiddete, göçmenlere, tabu ilan edilen konulara eğilen filmler girdi. Aralarında Dardenne Kardeşler, Lukas Dhont, Kore-Eda Hirokazu, Tarık Saleh, Jerzy Skolimowski ve Ruben Östlund’un bulunduğu, taviz vermez yönetmenler sert, acımasız yaklaşımlarıyla izleyiciyi rahatsız etmek pahasına düşünmeye davet ettiler. Altın Palmiye galibi sonuncusundan başlayalım. Sosyal satirleriyle ünlenen Ruben Östlund insanların davranış biçimlerine odaklanan sosyolojik tahlillerini sürdürdüğü “Hüzün Üçgeni / Triangle of Sadness” ile kariyerinin 2. Altın Palmiye Ödülünü kazandı. Bu şekilde İsveçli usta “Çifte Altın Palmiyeli Yönetmenler Kulübü”nün 9. üyesi oldu.


“Broker”

EN KALİTELİ 3 FİLM
İlk bölümü mültimilyonerleri ağırlayan bir yatta başlayan film, yatın batmasıyla bir ıssız adada devam ediyor. Yönetmen fazla uzun tuttuğu ve tekrarlara düştüğü ıssız ada bölümünde, tekinsiz yorumlarıyla izleyiciyi rahatsız etmeyi hedefliyor. Zenginlerin hayatta kalma mücadelesinde, geminin tuvalet temizliğini yapan, zeki, becerikli bir kadın, grubun lideri olur. Uluslararası oyuncu kadrosu ve keskin hicviyle öne çıkan filmi Festival Direktörü Thierry Frémaux: “Bu evrensel ve politik hiciv dünyamızın ne hale geldiğine ayna tutuyor cümlesiyle değerlendirdi.


“Close”

4 yıl önceki, kendisine Altın Kamera Ödülünü kazandıran “Girl”de olduğu gibi Belçikalı Lukas Dhont 2. filmi “Close”da da bir queer öyküsüyle karşımıza çıktı. Kimlik arayışı üzerine bir başyapıt sayılabilecek film, festivalin 2’cilik ödülü sayılan Grand Prix’ye ortak oldu. LGBT + tanımı etrafında dönen konusuyla, Dhont 13 yaşındaki 2 erkek arkadaş, Léo ve Rémi üzerinden cinsel kimlik arayışını sosyolojik boyutuyla araştırmayı sürdürüyor. Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen 2 arkadaşa, sınıfın kızlarının “Aranızda cinsel ilişki var mı? sorusunu yöneltmesiyle yoğun ve şefkatli arkadaşlık süreci sonlanıyor. Léo kendini koruma altına almak için spora sığınırken, hassas bir yaratılışta olan Rémi bu ayrılığı hazmedemeyip intihar ediyor. Bu acı tecrübeyle masumiyetini kaybeden Léo, Rémi’nin annesiyle yakınlaşıp bir itirafta bulunuyor. Henüz 31’inde olan Lukas Dhont kazandığı önemli ödüllerle Belçika sinemasında Dardenne’lerden sonra en ünlü isim olma yolunda sağlam adımlar atıyor.

Toplumsal sorunlarımıza ciddi eleştiriler getiren bir başka güçlü film, Japon usta Kore-Eda Hirokazu’nun G. Kore’de çevirdiği “Broker” idi. “Parazit”ten tanıdığımız G. Koreli efsane aktör Song Kang Ho’ya En İyi Erkek Oyuncu Ödülünü getiren filmde, Kore-Eda Altın Palmiyeli “Arakçılar”dan sonra yine bir “karma aile” öyküsü anlatıyor. Ailede kan bağları dışında başka bağların, alışkanlık yaratmanın, birbirine sarılmanın, kader birliği etmenin önemini vurgulayan Japon usta, yine 5 benzemezden bir “karma aile” yaratıyor. Film istenmeyen bebeklerin isimsiz kutulara bırakılarak terk edildiği bir dünyada, 2 bebek hırsızını, bebeğin annesini, bir yetim çocuğu, 2 kadın polisi bir araya getiriyor. Filmin, komediyle dramı ustalıkla harmanlayan senaryosu, çocukluk, evlat edinme, kimlik, fedakârlık, özveri, yazgı gibi temaların hakkını veriyor.


Emin Alper ve Viktor Apalaçi


Homofobinin devlet politikası haline getirilmesini eleştirdiği “Kurak Günler”de Emin Alper Cannes’ın Belirli Bir Bakış bölümünde yarıştı. Toplumsal eleştiri türü ile queer’i birleştiren film Anadolu gerçekleri üzerine etkileyici şeyler söylüyor. Politik ve psikolojik gerilim türlerinin unsurlarını taşıyan film, çiçeği burnunda genç ve idealist bir savcının tayin edildiği bir kasabadaki ilk günlerini anlatıyor. Kasaba hayatını çok iyi gözlemlediği görülen Emin Alper, senaryosunda ustalıkla çizilmiş gerçekçi karakter tahlillerine yer veriyor. Önceki filmleri “Tepenin Ardı”, “Abluka” ve “Kızkardeşler” ile Berlin, Venedik ve İstanbul Film Festivallerinden ödüllerle dönen Alper, bu 4. uzun metrajlı filmi, gerilim tansiyonu hiç düşmeyen mizanseni, gizemli atmosferi ve oyuncu kadrosunun başarısıyla öne çıkıyor. Herkesin ikili oynadığı kasabada, yozlaşmış politikacıların kurduğu kirli düzene çomak sokmaya kararlı yeni savcıyı yıldırmak için, kasaba halkı her yolu deniyor. Halkın bu düzenden şikayetçi olmadığını filmin etkileyici final bölümünde gözlemliyoruz.


“Boy From Heaven”

TOPLUMSAL SORUNLARIMIZ
İşlediği kritik toplumsal sorun ile yılın en tartışmalı filmlerinden biri olacak “Boy From Heaven”, yaratıcısı Tarık Saleh’i Cannes’da En İyi Senaryo Yazarı yaptı. Mısır asıllı İsveçli yönetmen - senarist - yapımcı Saleh bu cüretli filmiyle günümüz Mısır toplumunun dini konudaki tartışmaları alevlendirecek. Filmin başında büyük imamın, Kahire’nin prestijli bir üniversitesine giden öğrencilerin gözleri önünde öldürülmesine tanıklık ediyoruz. Bu olay imamın yerine geçecek kişinin seçimi için amansız bir savaşın başlangıcı olur. Politikacıların, derin devletin yer aldığı savaşta, manipülasyon ve cinayet dahil her yol mubahtır. Dini ağırlıklı konulara odaklanan çok yetenekli bir yazar olduğunu bildiğimiz Tarık Saleh, bu filmiyle teolojik tartışmalara yol açacak. Saleh iç dinamiklerini bilmediğimiz bir toplumdaki acımasız nüfus savaşına, Kahire’nin ünlü bir din üniversitesi aracılığıyla karışıyor.

Yine İsveç’te yaşayan İran asıllı Ali Abbasi kariyerinin 3. filmi “Holly Spider”da yaşanmış bir olayı polisiye film formatında anlatıyor. Film İran’ın kutsal şehri Mehşed’i ahlaksız ve yozlaşmış bulduğu sokak fahişelerinden “temizlemek” için seri cinayetler işleyen bir sapığı izliyor. Kendisini yakalamak için bir kadın gazeteci kurban olmayı seçerek katilin kimliğini açığa çıkarıyor. Bu rolde, yine (Fransa’da) sürgünde yaşayan İranlı Zahra Amir Ebrahimi görkemli kompozisyonuyla En İyi Kadın Oyuncu Ödülünü hak ediyor.

Günümüz toplumunda ters giden işlere bir eşeğin gözünden bakan Polonyalı veteran yönetmen Jerzy Skolimowski, “EO” adlı filmiyle Jüri Ödülüne ortak oldu. Gri gözlü, melankolik bir eşek olan EO yolu kesişen iyi ve kötü insanlardan mutluluğu ve acıyı yaşıyor, ama masumiyetini hiç kaybetmiyor. Skolimowski konuşmasında Sardunyalı eşeğine teşekkür etti.

SİNEMANIN EDEBİYATLA BULUŞMASI
Yerim kısıtlı olduğu için Cannes’da izlediğim 3 biyografik filmin birinden, Rus Kirill Serebrennikov’un “Çaykovski’nin Karısı”ndan bahsedeceğim. Ev hapsinden kurtulup yaşamını Almanya’da sürdüren Serebrennikov, hastalıklı bir şekilde bağlı olduğu ve sevdiği Çaykovski’nin ilgisini kazanmak için her türlü fedakarlığı yapan karısı Antonina’nın talihsiz yazgısını anlatıyor. Bütün Rusya’nın bildiği, tek Antonina’nın bilmediği eşcinsel bestekârı, film zayıf karakterli, çıkarcı, bencil kişiliğiyle gözlere seriyor. Çaykovski’nin resmi tarih tarafından saklanan eşcinsel kimliğini sergileyen filmlerin en ünlüsü Ken Russel’in “Yalnız Kalpler”iydi (1971). Antonina’yı canlandıran Alyona Mikhailova’nın harikalar yarattığı “Çaykovski’nin Karısı” bu konuda evvelce yapılmış tüm filmlerden daha sert ve daha acımasız.

Paolo Sorrentino’nun çocukluk yıllarını anlattığı “Tanrının Eli / The Hand of God”dan bir yıl sonra yine Napoli’yi merkezine alan bir film izledik: Mario Martone’nin “Nostalgia”sı. Edebiyatla sinemayı bir araya getiren bu müstesna film, gurbette 40 yıl yaşadıktan sonra 15 yaşındayken terk ettiği şehre dönen iş adamı Felice’nin öyküsünü anlatıyor. Film, hüzünlü, karamsar, şiddet yüklü ve etkileyici bir Camorra (Napoli Mafyası) öyküsü anlatıyor.

Sinemanın edebiyatla buluşmasının en güzel örneklerinden biri, Michel Kichka’nın “Babama Söyleyemediklerim / Les Secrets De Mon Pèreadlı çizgi romanının sinematografik adaptasyonuydu. 20 yaşına kadar Belçika’da yaşadıktan sonra aliya yapan (İsrail’e göç eden) dünyaca ünlü karikatürist Michel Kichka, Auschwitz’ten sağ kurtulan babası Henri’nin öyküsünü anlattığı ve 10 yıl önce yazdığı çizgi-kitap, İzel Rozental tarafından dilimize çevrilip Gözlem Yayınevi tarafından yayınlanmıştı. 90 yaşındaki Fransız yönetmen-senaryo yazarı Vera Belmont tarafından çizgi film tekniğiyle çevrilen film, dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yaptı ve Cannes Juniors bölümünde 2 ödül kazandı. İzel Rozental ile birlikte izlediğimiz film için Michel Kichka: “2 yıl önce kaybettiğim babam yaşasaydı (Nazilere karşı kaydedilmiş bir zafer daha) yorumunu yapabilirdi dedi.