Haber Fotoğrafı: Sky Tower, Auckland

Büyük Okyanus’un güneyinde yer alan, iki büyük ve çok sayıda küçük adadan oluşan Yeni Zelanda; Maori kültürü, Haka dansı, doğal güzellikleri ve Yüzüklerin Efendisi serisindeki unutulmaz sahneleriyle pek çok gezginin hayallerini süsleyen bir ülke. %30’u ormanlarla kaplı olan ülkenin büyüklüğü Japonya ile eş değer olmakla birlikte nüfusu sadece 5 milyon, yani dünyada en seyrek nüfusa sahip ülkelerden biri. Kuzey Ada, Güney Ada’dan daha küçük olmasına rağmen daha kalabalık. Ülkede insan nüfusunun yaklaşık yedi katı koyun ve üç katı inek olduğu söyleniyor. Yeni Zelanda sigaraya karşı deyim yerindeyse tam anlamıyla savaş açmış. Burası dünyanın en pahalı tütün ve tütün mamullerinin satıldığı ülke, aldığı yeni önlemlerle sigara içilmeyen bir ülke olma yolunda da hızla ilerliyor.

Yeni Zelanda, Felemenkçe “Zeeland” adından geliyor. Zeeland, Hollanda’da bir bölgenin adı olup deniz ülkesi anlamına geliyor. 1642 yılında adaya ilk gelen Avrupalı Hollandalı Abel Tasman olmuş; bu yüzden ülkenin ilk adı Felemenkçe. Ancak 1769-1779 yılları arasında İngiliz Kaptan James Cook’un bu adalara yaptığı seyahatlere kadar, ada herhangi bir ülkenin yönetimine bağlı kalmamış. Ülkeyi dört defa ziyaret eden James Cook tarafından ülkenin adı New Zealand olarak değiştirilmiş. Ülkenin gerçek ve ilk sahibi olan Maoriler ise Maorice Yeni Zelanda’ya “Aotearoa” yani “Uzun Beyaz Bulutlar Ülkesi” ismini vermişler.

Yeni Zelanda’nın, turistler için pek çok cazibe noktası var. Doğa tutkunları için doğal güzellikleri ve coğrafi çeşitlilikleri aynı anda bünyesinde bulunduruyor. Bir tarafta yemyeşil ormanlar ile kaplıyken, bir yanda buzullar ve çöl toprakları bir arada. Yağmur ormanları, zirveleri karla kaplı yüksek dağlar, geniş vadiler, volkanlar, buzullar, termal bölgeler maceraperestleri kendine çeken özellikler arasında. Son 50 yılın en çok okunan kitaplarından biri olan Yüzüklerin Efendisi filmi burada çekilince ülkenin tüm güzellikleri gözler önüne serildi ve tanınırlığı daha da arttı.


Fotoğraf çalgıcıları, Auckland 

Auckland
Yeni Zelanda’da ilk durağımız, ülkenin en büyük şehri olan ve Kuzey Ada’da bulunan Auckland şehri. Auckland, cennet misali bir adada yemyeşil tepeler üzerinde kurulmuş; 1,5 milyon nüfusuyla Yeni Zelanda’nın en büyük, en bilinen, en popüler, en kozmopolit ve en kalabalık şehri. Maorilerin, “Tamaki Makaurau” olarak adlandırdığı şehrin merkezi, birkaç ana caddeden oluşuyor. Hayatın yavaş aktığı ve huzurlu bir atmosfere sahip olan Auckland, dünyanın yaşanılacak en iyi şehirlerinden biri olarak kabul ediliyor. Kültür, ticaret ve sanatın merkezi olan Auckland’in en büyük ve en ünlü caddesi Queen Caddesi, lüks markaların ürünlerini satan mağazalar, farklı ülke mutfaklarının lezzetlerini sergileyen restoranlar, bar, kafe ve hediyelik eşya dükkânları ile dolu. Aynı zamanda ülkenin finans ve ticaret merkezi olan şehirde gökdelenler ve yeşil alanlar iç içe geçmiş gibi, gözü hiç rahatsız etmiyor. Şehir ziyaretçilerine doğası, plajları ve tarihî mekanları ile pek çok seçenek sunuyor.

Şehrin her yerinden görülebilen “Sky Tower”, 360 derece şehir manzarasını izleyebileceğiniz iyi bir nokta. Dilerseniz 40 saniyede çıkabilen asansörleri kullanarak, 192. katında bulunan “sky walk” ve “sky Jump” aktivitelerine katılabilirsiniz. Auckland’de dilerseniz sanat galerisi, denizcilik müzesi gibi müzeleri gezebilir ya da okyanus canlılarını gözlemleyebileceğiniz Kelly Tarlton’s Sea Life Aquarium’a gidebilirsiniz.

1982 yılında açılmış olan Auckland Botanik Bahçeleri, 10 binin üzerinde bitkiye ev sahipliği yapıyor ve 64 hektarlık bir alana yayılmış durumda. Güney Yarım Küre’nin ünlü kamelyaları, nefis nilüferleri ve adını bilemediğimiz çeşit çeşit çiçekleri ile burası tam bir cennet. Şehrin merkezinin hemen yanı başında yer alan ormanları, kocaman parkları ve şehrin neresinde olursanız olun en fazla yarım saat sonra ulaşabileceğiniz şahane plajları ile size çok çeşitli seçenekler sunuyor.


Gayzerler şehri: Rotorua
Yeni Zelanda yerlileri olan Maoriler için spritüal merkezlerden biri olarak kabul edilen Rotorua, volkanik aktiviteler sonucu oluşmuş gayzerleriyle ünlü bir şehir. Şehrin adı Maori dilinde Roto “göl”, rua “iki” anlamına geliyor ve Rotorua “ikinci göl” anlamına geliyor. Te Arawa’daki Maori halkı, bu şehrin gerçek sakinleri. Şehir yabancı turistler için olduğu kadar, yerli turistler için de cazibe merkezi. Sahip olduğu muhteşem jeotermal merkezleri ile turizm endüstrisinin en gelişmiş olduğu noktalardan biri.

Rotorua sadece termal turizm değil, spor, eğlence, macera veya dinlendirici tatil seçenekleri ile birçok alternatif sunuyor ziyaretçilerine. Bölge 16 güzel göl, bol doğal flora ve gür yeşilliğin verdiği güzelliği ve jeotermal kaynakları ile bir cennet gibi. Şehre girdiğiniz anda sizi ilk karşılayan kesif bir sülfür kokusu oluyor. Rotorua tam bir gayzerler şehri, bazı yerlerde yollardan bile sıcak buharın dumanları çıkıyor. Altı kere yapılan oylamalarda Yeni Zelanda’nın en güzel şehri seçilmiş olan bu şehrin, en önemli tarafı eski bir Maori yerleşim yeri olması ve bu nedenle şehir “Maori Gösterileri”nin merkezi durumunda. Tamamen bu tür gösteriler için tasarlanmış olan köyün girişinde, sizi Maoriler’i temsil eden ahşap heykeller karşılıyor. Yine hemen girişte, Yeni Zelanda nüfusunun yaklaşık %15’ini oluşturan Maoriler’in tarihini anlatan küçük bir müze var. Gösteri saati geldiğinde, Maori kıyafetleri giymiş birkaç kişi, misafirleri oldukça sıcak ve güler yüzle karşılıyorlar. Maori köyü, geniş yeşil bir alanın çevresinde inşa edilmiş geleneksel evlerle çevrelenmiş. Maori olan rehberler, kendi kültürleri, sanat, müzik ve yerel yemekleri hakkında çeşitli bilgiler veriyor. Maori halkının en yaygın bilinen iki sanatı, şarkı ve dans. Herkesçe bilinen Haka dansı, bu gecelerin ana temasını oluşturuyor.

Maoriler, yaklaşık 1000-1200 yıl önce kano ile yolculuk ederek bu topraklara gelen Polinezyalıların soyundan olan bir halk olarak biliniyor. Yeni Zelanda’da yaşayan Maoriler, savaşçı kimlikleri, eşsiz dövmeleri ve meşhur Haka danslarıyla dünyanın en ilginç topluluklarından biri. Maori efsanelerine göre, anavatanları yarı efsanevi görülen ve “Hawaiki” olarak adlandırdıkları bir bölge. Yeni Zelanda’ya gelen bu topluluk, Avrupalılar gelene kadar kendi kültürlerinin ve dillerinin sahibi olmuşlar. Maoriler savaşçı bir kültüre sahip olmaları ile tanınıyorlar. Bu sayede Aborjinler gibi yok olup gitmemişler ve işgalcilerle savaşarak masaya oturup anlaşma yapmayı başarmışlar. Maoriler kendi içlerinde savaşçı ve uygar Maoriler olarak iki gruba ayrılmış; bugün ise hayatta olanlar sadece savaşçı Maoriler. Yeni Zelanda’da resmi dil İngilizce ve Maorice; işaret dili de üçüncü dil olarak resmi diller arasında yerini almış. Ancak Maori dilini, nüfuslarının sadece yüzde beşi konuşabiliyor


Maoriler’in en ilginç gelenekleri, hepimizin bildiği Haka dansı. Haka dansı, inanışa göre kabilenin gücünü, birliğini ve gururunu karşısındakine gösteren bir dans. Genellikle savaş ve meydan okuma dansı olarak bilinen Haka dansının amacına göre değişik stil ve biçimleri olan pek çok farklı türü var.

20. yüzyıldan itibaren Yeni Zelanda’yı tanıtan en önemli unsurlardan biri olan Haka dansını, ülkede bilmeyen pek yok. Tüm spor müsabakalarında, maçtan önce takımlar bu dansı yapıyor. 6 Şubat 1840 tarihinde, İngiltere Krallığı ve Maori şefleri arasında Waitangi Anlaşması’nın imzalanması ile birlikte, Yeni Zelanda resmen Britanya’nın kolonisi olmuş ve Maoriler Britanya İmparatorluğu’nun tebaası olmayı kabul etmişler. Maoriler, Kraliçelerine vefatından sonra Haka danslarını yaparak veda ettiler...

Eşsiz bir doğa olayı: Waitomo Mağaraları
Yeni Zelanda gezisinin en ilginç noktalarından biri olan “Waitomo Mağaraları”, Rotorua’dan yaklaşık 140 km uzakta ve yol iki saate yakın sürüyor. Bir kalker mağarası olan Waitomo, dünyada sadece bu coğrafyada görebileceğiniz eşsiz bir manzara sunuyor. Ayrıca Yeni Zelanda Kuzey Adası’nın en ilginç turistik yerlerinden biri olarak kabul ediliyor. Waitomo bölgesinde, üç büyük ve 300’u aşkın küçük mağara bulunuyor. Yüzlerce yıl önce burayı keşfeden kâşifler, mağarada yaşayan ışıltılı böceklere “parıltı solucanı” adını vermişler. Mağaraya girdiğinizde müthiş bir manzara ile karşılaşıyorsunuz.

Merdivenlerden büyük bir dikkatle yavaş yavaş inerken, bir yandan da muhteşem sarkıtları ve dikitlerden gözlerinizi alamıyorsunuz. Mağarada yaşayan canlıları rahatsız etmemek için oldukça yavaş ve sessiz olmanız gerekiyor. Mağaranın havası çok ağır ve nemli; nefes darlığı sorunu olanların gezmesi için pek uygun bir ortam değil. İçeride, bir labirenti andıran mağaraları gezmek için küçük bir tekne turu yapılıyor. Teknede yerlerinizi aldıktan sonra, suyun üzerinde sessizce süzülürken bir anda etrafınızı binlerce sihirli ışık sarıyor. Mağaranın tavanına asılı olan böcekler (asılı diyorum çünkü ayaklarından tavana yapışık baş aşağı yaşıyorlarmış), yıldızlarla dolu muhteşem bir gökyüzünü andırıyor. Waitomo Mağaraları, dev sarkıt ve dikitleri, kalkerli kireç taşından duvarları ve ışık saçan böcekleri ile başka bir yerde yaşayamayacağınız bir deneyim sunuyor.

Mağara gezimizi tamamladıktan sonra şehre geri dönüyoruz. Rotorua, aynı zamanda botanik bahçelerine ve tarihî binalara da ev sahipliği yapıyor. Şehrin doğu tarafında, göl kıyısına yakın olan Hükümet Bahçeleri, Rotorualılar için ayrı bir gurur kaynağı. Rotorua Sanat ve Tarih Müzesi de oldukça güzel bir bina. Eski Postane, saat kulesi ve müze ile etrafında egzotik bitkilerin bulunduğu geniş yeşil alanı gezerek şehir gezimizi tamamlıyoruz.

Şehirde yapılmadan dönülmeyecekler listesinde bence ilk sırada “Red Wood” yürüyüşü yer alıyor. Dünyadaki en yüksek ağaçların yer aldığı ormanda yürüyüş yapmak gerçekten müthiş bir deneyim. Üstelik bu yürüyüşü, yerden 20 metre yükseklikte ve 700 metre uzunluğundaki 27 görkemli redwood ağacı arasında geçiş yapan ve 28 asma köprüden oluşan değişik bir yürüyüş yolunda yapıyorsunuz.

Herhangi bir güvenlik önlemi olmadan, örneğin emniyet kemeri kullanmadan, özel bir eğitim gerektirmeden, adeta yerçekimine karşı ağaçların tepelerinde “Treewalk” olarak adlandırılan bu yürüyüşü yaparken; 75 metre boyunda ve 118 yaşındaki dev sekoyaları, buraya özgü bir fauna ve dev gümüş eğrelti otları ile kaplı ormanı tepeden izlemek bir başka güzel oluyor. “Lost World; Jurassic Park” bölümleri Reedwood Ulusal Parkı’nda çekilmiş. Ayrıca zaman zaman yükseklikleri 379 metreye ulaşan dev ağaçların, Jurassic Dönemi’nde dinozorların dolaştığı bölgedeki aynı tür ağaçların soyundan geldiği söyleniyor.

Son zamanlarda yeni keşfedilen bir kıtadan söz ediliyor. Yeni Zelanda hükümetinin sahibi olduğu bir organizasyon, Zelandiya adı verilen bu yeni kıtanın bilinirliğini ve görülmemiş detaylarını gösteren yeni haritalar düzenleyerek en azından kamuoyunun dikkatini çekmeyi planlıyor. Dünya’nın gizemli sekizinci kıtası, henüz çoğu geleneksel haritada görünmüyor; çünkü karasal kütlesinin %95’i Pasifik Okyanusu’nun binlerce metre altına batmış durumda. Bilim insanları, su altında yayılan bu kütleyi 1990’larda keşfetmişler ve ardından 2017 yılında resmî kıta statüsü vermişler. Yine de bu “kayıp kıta”, Atlantisvari coğrafyası sebebiyle hâlâ büyük oranda bilinmiyor. Kim bilir, belki bir sonraki yolculuğumuz bu kayıp kıtaya olur...