Sonbaharın sinema şöleni filmekimi’nin zengin seçkisinde 66 film vardı. Bu yazımda bunların 15’iyle, kimine kısa, kimine daha uzun değinmelerle, filmekimi’ni özetlemeye çalışacağım.
CANNES’IN 3 AĞIR TOPU
Bu yıl Cannes’da Büyük Ödülü kazanan Lukas Dhont’un “Yakın / Close”u, 2 yeniyetmenin ergenlik döneminin fırtınalı bir sürecini, kimlik arayışı karmaşası üzerinden tahlil ediyor. Film çocuklukta düğümlenen ya da çözülen arkadaşlık ve dostluk ilişkilerinin önemini vurguluyor. İlk filmi “Girl” (2018) ile Cannes’ın Belirli Bir Bakış Bölümünde 2 ödül kazanan Dhont, 2. filmindeki queer öyküsüyle, cinsellik üzerine cesur filmlerini sürdüreceğini ve yeni başyapıtlar vaat eden bir yönetmen potansiyelini taşıdığını gösteriyor. Ergenlik hakkında sorular soran, duyguların karmaşıklığını incelikli bir dille tahlil eden, dürüst, sahici, etkileyici bir film olan “Close”, dostluk ve sorumluluk temalarının hakkını veriyor. Film, 13 yaşındaki 2 erkek çocuğun sonu kötü biten arkadaşlık öyküsüne odaklanıyor. Dört mevsime yayılan konusuyla, fresk kalıpları içinde anlatılan film, yaşadığı acı tecrübeden sonra masumiyetini kaybeden baş karakterinin duygularının analizini yapmaya çalışıyor. Film gözyaşlarını harekete geçirip duyguları istismar etme tuzağına düşmüyor.
“Sınırlar / Gräns” ile hayranlığımızı kazanan İran asıllı İsveçli yönetmen Ali Abbasi, “Kutsal Örümcek / Holly Spider” bu yıl Cannes’da Zar Amir Ebrahimi’ye En İyi Kadın Oyuncu Ödülünü kazandırdı. Film kendine biçtiği misyonla kutsal Meşhed kentini ahlaksız ve namussuz sokak kadınlarından temizlemeyi hedefleyen, saygın vatandaş ve aile babası Said’i izliyor. Cinayetler dehşet saldığında bir kadın gazeteci olayı kendi olanaklarıyla araştırmaya karar veriyor. Ancak feci gerçekler ortaya çıktığında bile katilin, birçokları tarafından kahraman olarak görüldüğü anlaşılıyor ve adaleti sağlamak gittikçe zorlaşıyor. 2000’de seks işçilerini Meşhed’de hedef alan bir seri katilin eylemleriyle mahkemesinin gerçek hikâyesinden esinlenen Ali Abbasi, ataerkil temelde kadın düşmanlığını eleştiriyor ve şöyle diyor: “Bu yalnızca İran’a özgü bir olgu değil, buna çeşitli şekillerde dünyanın dört bir yanında rastlanıyor.”
Alice Winocour’un “Paris Hatıraları / Revoir Paris”i, 2015 Bataclan saldırısının yapıldığı günde, teröristlerin civardaki bir kafeye gerçekleştirdikleri katliamı anlatıyor. Film, olayın üzerinden 3 ay geçtikten sonra bile kendini toparlayamayan, o gece yaşadıklarını hatırlayamayan Mia’yı (Virginie Efira) takip ediyor. Yönetmen Alice Winocour, erkek kardeşinin, mağduru olduğu Bataclan saldırısı için: “Asıl ilgilendiğim saldırının kendisi değil, mağdurlarda bıraktığı izler. Paris bu filmin karakterlerinden biri, çünkü bu kent de en derinden yaralandı.” Virginie Efira’nın ustalık gösterisi yaptığı ve filmin 103 dakikalık süresinde ekrandan ayrılmadığı bu film, Cannes’ın Yönetmenlerin 15 Günü bölümünde gösterildi.
3 KALİTELİ FİLM
59. Altın Koza Festivalinin en iyi filmi olan Rodrigo Sorogoyen’in “Hayvanlar / As Bestas”ı Marina Foïs’e En İyi Kadın Oyuncu Ödülünü kazandırdı. Bu film Cannes’da ana yarışmaya alınsaydı şüphesiz ki ödül listesinde kendine bir yer bulurdu. Film Boorman ile Peckinpah’ı anımsatsa da, günümüz insanının kaygılarıyla oynayan sürprizli anlatısıyla, kentten taşraya yerleşmek isteyenlerin yüreğine derin bir şüphe yerleştirecek. Film, Galiçya’nın içlerinde bir köye yerleşen Fransız bir çifti izliyor. Sebze yetiştirerek doğayla uyumlu, sakin, huzurlu bir hayat süren Vincent (Denis Ménochet) ile Olga (Marina Foïs) ne yazık ki köy sakinleriyle pek uyum içinde değildir. Ekolojik gerekçelerle köye bir rüzgâr enerjisi santrali kurulmasına itiraz ettiklerinde, komşuları Arna kardeşlerle araları bir daha düzelmeyecek bir noktaya varacak kadar bozulur. Cannes Prömiyer’de gösterilen bu başyapıt ilginç bir anne-kız çatışmasına da yer veriyor.
İngiliz televizyon yönetmeni Mark Mylod (Game Of Thrones - Succession) ile yapımcı-sinema yönetmeni Adam McKay’in müştereken yaptıkları “The Menu”, suç, yemek, kan ve mizahın leziz bir karışımı. Prömiyerini geçen ay Toronto Festivalinde yapan ve filmekimi’nde sıcağı sıcağına gösterilen filmde, prestijli şef ve restoranların “yüksek mutfak anlayışı” ince ince doğranıyor. Filmde genç çift (Anya Taylor Joy - Nicholas Hoult) son derece şık bir restoranda, özel menülü bir yemek için karadan uzak bir adaya gidiyor. Restoran fazlasıyla gösterişli dekore edilmiştir, meşhur şef (Ralph Fiennes) de gayet özel bir tadım menüsü hazırlamıştır. Ne var ki, yüksek sosyeteye mensup restoran müşterileri bir tuhaflık hissine kapılır. “The Menu” sağ gösterip sol vuran, çizgi dışı bir film. Spoiler verme korkusuyla bu bilgilerle yetinmek durumundayım.
“Hallelujah - Leonard Cohen, Bir Yolculuk, Bir Şarkı” efsanevi bir müzisyeni efsanevi bir şarkı aracılığıyla anlatan görkemli bir belgesel. Bu film dünyaca tanınan, sevilen, söylenen “Hallelujah”nın merceğinden şair, şarkıcı, düşünür Leonard Cohen’in bir portresini çiziyor. Daha önce görülmemiş nadir arşiv belge ve görüntülerinden yararlanan yönetmenler Dan Geller ve Dayna Goldfine, Kanadalı şarkıcının kariyerinin ana hatlarını 7 yılda yazımını tamamladığı ve 80’lerde plak şirketinin reddettiği “Hallelujah” üzerinden anlatıyor. Film 3 yaratıcı ekseni izliyor: Sanatçı ve dönemi, şarkının dramatik yolculuğu ve “Hallelujah”nın bir şekilde temas ettiği diğer sanatçıların tanıklıkları. 2014’te, 80. yaş gününden hemen önce ölen Leonard Cohen’in onayını alan filmde, nadir ses kayıtlarının yanı sıra Jeff Buckley, John Cale, Judy Collins, Bob Dylan, Sharon Robinson gibi sanatçılarla yapılan görüşmeler de yer alıyor.
CANNES’DAN FİLMEKİMİ’NE
“Güneş Sonrası / Aftersun” bir baba-kız ve büyüme hikâyesi, anıların hüznü ve sevinciyle dolu, zamanın hızla geçişine dair sade, incelikli bir dram. Sophie tam 20 yıl önce Fethiye’de babasıyla geçirdiği tatilin unutulmaz anılarını geçmişe duyduğu melankoliyle anar. Babasını tanıdığını düşünse de yıllar sonra hatırladıklarıyla gerçekliğin arasında boşluklar kalır. Genç İskoç yönetmen Charlotte Wells (35) bu ilk filminde, izleyici karşısına çıktığı Cannes Film Festivalinde Eleştirmenler Haftası Bölümünün Jüri Ödülünü kazandı. Wells hemcinslerinin duyarlılığını işlemedeki başarısıyla da övgü topladı. Baba rolündeki Paul Mescal performansı ve yenilikçi tarzıyla ilgi çekti.
Bu yıl Cannes’da Altın Kamera Ödülünü kazanan “Savaş Atı / War Pony” benim için derin bir düş kırıklığı oldu. Gina Gammell - Riley Keough adlı iki Amerikalı kadın yönetmenin, kamera arkasına ilk kez geçip gerçekleştirdikleri film, ABD’deki en fakir alanlarından Pine Ridge Kızılderili Rezervasyon Bölgesinde yaşayan, 23 yaşındaki Bill ile 12 yaşındaki Matho’nun hayatlarını anlatıyor. Film, hayalleri sınırlanmış 2 genç, aldıkları yanlış kararlar ve “Amerikan Rüyası”nın işlevsizliği üzerine. Film Keough’un “American Honey”nin çekimleri sırasında tanıştığı Bill Reddy ve Franklin Bob’un yaşam öykülerinden esinleniyor. “Savaş Atı”, Chloé Zhao’nun aynı bölgede geçen, kariyerinin ilk filmi “Ağabeylerimin Bana Öğrettiği Şarkılar / Songs My Brothers Tought Me”yi akla getiriyor. Ancak aralarındaki kalite farkı büyük.
Cannes’da Belirli Bir Bakış Bölümünde FİPRESCİ Ödülünü kazanan Maryam Touzani’nin “Mavi Kaftan / Le Bleu Du Caftan”ı, kapalı mekânda geçen, tiyatro tadında bir film. Açığa vurulmayan duygular, gizlenen arzular, her şeye rağmen dinmeyen bir aşkı anlatan film duygu yüklü başlar ve daha derin ifadeler taşıyan suskunluklarla izleyiciyi etkiler. Kaftan satan Halim ile Mina’nın ve birbirlerine âşık olan bu çiftin dükkânına çırak gelen Yusuf’un hayatlarına girmesiyle işler karışır. Usta ile çırak arasındaki eşcinsel çekimin farkına varan, kanser hastası Mina bu ilişkiyi engelleyecek midir? Kolay tahmin edilebilen finaline rağmen Faslı genç kadın yönetmen Maryam Touzani (42) etkileyici mizanseniyle bu cüretli 2. filmiyle başarıyı yakalıyor.
İspanyol yönetmen Albert Serra’nın “Pacifiction / Tourment Sur Les Îles”i bana göre Cannes ana yarışmasının en kötü filmiydi. Festival Direktörü Kerem Ayan ile adaşı eleştirmen Kerem Akça aynı kanaati paylaşmayıp filmin festivalin en kalitelisi olduğunu söylediler. Fransız Polonezyası Tahiti adasında devletinin temsilcisi Yüksek Komiser De Roller (Benoît Magimel), her hareketi hesaplı, kusursuz, ilginç bir adamdır. Ada halkı görüldüğü iddia edilen bir denizaltı yüzünden, Fransız hükümetinin nükleer denemelere yeniden başlayacağı konuşulmaktadır. Ben, Cannes’da filmi, biri Katalan 2 İspanyol eleştirmen ile birlikte izledim. Üçümüz birbirimize bu 162 dakikalık filmden hiçbir şey anlamadığımızı itiraf ettik.
“Aile Bağları / Frère Et Soeur”de Arnaud Déspléchin teorik bir soru soruyor: “Nefretin, yani sevginin öbür yüzünün bir sonu var mıdır? Nefret nasıl kurutulur?” Oyuncu Alice ile şair- öğretmen Louis 20 yıldır birbirlerinden nefret ederek, birbirlerini görmeyerek yaşamışlardır. Karşılaştıklarında ne olur?
KISA… KISA…
Martin McDonagh’ın “In Bruges”den sonra Brendan Gleeson ve Colin Farrell ile tekrar bir araya geldiği “The Banshees Of Inisherin”, yönetmene En İyi Senaryo, Farrell’e En İyi Erkek Oyuncu Ödülünü kazandırdı. 1920’lerde İrlanda’da Inisherin adlı ücra bir adada geçen konusuyla film, iki yakın dostun arkadaşlıklarının sonlanmasını anlatıyor. Aynı anda hem sert, hem komik, hem trajik, hem dokunaklı olabilen film yılın en iyilerinden.
Steven Spielberg’in kendi çocukluk anılarıyla sinemacılık tutkusundan esinlenerek yönettiği “Fabelmanlar / Fabelmans”, 2. yarısındaki temposuyla, Spielberg’ın yaşayan yönetmenlerin en iyilerinden biri olduğunu kanıtlıyor. Yönetmenin New Jersey, Phoenix ve Kaliforniya’daki çocukluk ve gençlik anılarını masalsı bir bakışla ele alan film, en kişisel, en duygusal yapıtlarından biri.
Sinemanın en yetenekli senaryo yazarlarından, yönetmenliğiyle de saygınlık kazanan Paul Schrader “Usta Bahçıvan / Master Gardener”de sürükleyici bir pişmanlık ve intikam hikâyesi anlatıyor. Geçmişi karanlık titiz, içine kapanık bahçıvan, gizemli patroniçesi ve onun belalı uzak akrabası genç kızın öyküsünde, geçmişin utanç verici sırları ortaya dökülür. Paul Schrader’in 50 yıllık parlak kariyeri Venedik’te Yaşam Boyu Başarı Altın Aslan Ödülüyle taçlandırıldı. Hasta yönetmenin belki de son filmi.
1970’lerin Roma’sında 3 çocuklu bir aileyi odağına alan “Uçsuz Bucaksız / L’Immensita” duygu yüklü bir komedi dram. Penélope Cruz’un aldatılan mutsuz kadını canlandırdığı ve İtalyanca konuştuğu filmde yönetmen Emanuele Crialese özgün sinema diliyle hayranlığımızı kazandı.