Geçen ayki (Şubat Dergi) yazımda, 6 Şubat’ta yaşanan Gaziantep-Kahramanmaraş depremlerini doğrudan deneyimleyenlerin yaşayabileceği ruh sağlığı sorunlarını ve ilk etaptaki psikolojik ihtiyaçlarını yazmıştım. Bu sayıda ise depremi doğrudan değil, dolaylı yoldan, görüntüler üzerinden deneyimlemeyi kaleme alacağım. Depremi doğrudan yaşamayanlar olarak çoğumuz çaresizce dışarıdan bakan konumuna düştük. Hepimizin hissettiği çaresizliğe rağmen, o vahşet görüntüler karşısında gözümüzü başka yöne çeviremedik.

Peki, bizi başkalarının acılarına bakmaya iten şey nedir? Deprem sürecinde devamlı vahşet görüntülerine maruz kalmak bizi nasıl etkiledi? Burada medyanın (ve sosyal medyanın) sorumluluğu nedir?

Amerikalı yazar ve düşünür Susan Sontag, 2004’teki ölümünden bir sene önce yayınladığı “Başkasının Acısına Bakmak” isimli son kitabında savaş ve vahşetin görsel temsillerini inceler. Sontag’in özellikle kaleme aldığı konu savaş fotoğraflarına olan tepkilerimizdir. Savaş fotoğraflarında gösterilen insanlık dışı vahşet ve felakete şahit olmanın, bu vahşeti yaşayan değil, vahşete bakan konumunda deneyimlemenin yarattığı etkilerden bahseder. Susan Sontag’in savaş bağlamında anlattığı dehşet, büyük oranda 6 Şubat depremi için de geçerli olabilir.


Günümüzde “kesintisiz görüntü bombardımanına” uğruyoruz
Sontag’e göre, modern hayat, “belirli bir mesafeden, fotoğraflar aracılığıyla başkalarının acısına bakmak” için “sayısız fırsat” sunar. Sontag, günümüzde “kesintisiz görüntü bombardımanına” uğradığımızı savunur, ama bu bombardıman içinde bile fotoğrafın yeri ayrıcalıklıdır çünkü hafızanın temel birimi tek bir görüntüdür. Bu da demek olur ki, “iş, hatırlamaya geldiğinde, fotoğraf daha derinden bir can acıtma, insan zihninde daha derin bir iz bırakma gücüne sahiptir”. Vahşeti resimleyen görüntüler, bu görüntülere bakanlarda çeşitli zıt tepkiler uyandırabilir. Öfke uyandırabilir, üzebilir, yas tutmamıza yardımcı olabilir, bizi bir araya getirebilir. Ya da Sontag’in dediği gibi, görüntülerin “sürekli belleğe atılıp üst üste yığılması sonucunda, yaşanan korkunç şeylere dair bir kafa karışıklığı yaratabilir.”

O zaman, bu denli çelişkili veya kafa karıştırıcı duygular yaratan görüntüleri yayınlamanın bir yararı var mıdır? Sontag’e göre medya, yayınladığı görüntülerle halkın ilgisini yönlendirebilir.

Modern dünyamızda bir trajedi ancak görüntülendiğinde gerçek olur
Medyanın görüntüleri yayınlayarak halkın dikkatini felaketler üzerinde toplama gücü vardır. Sontag, Vietnam ve Bosna’daki savaşların görüntülenip medya aracılığıyla dağıtılmasını örnek verir, “Nitekim, Vietnam Savaşı’na karşı protestolar da orada çekilen görüntülerle birlikte alevlenmişti. Bosna’daki savaş hakkında bir şeyler yapılması gerektiği duygusu, gazeteciler ilgisi ve duyarlılığı sayesinde güçlenmişti.”

Yaşadığımız deprem sonrasında yayınlanan görüntüler, felaketin büyüklüğünü idrak etmemizi sağlamıştır, yaşananları daha gerçek kılmıştır. Toplanan bağışlar ve yapılan yardımlarda vahşet görüntülerine tepkimiz mutlaka bir rol oynamıştır.

Fakat medyanın etkisi sadece pozitif değildir. Bir önceki yazımda da bahsettiğim gibi, “travma sonrası stres bozukluğu sadece doğrudan travmayı deneyimleyenlerde değil, görüntüler üzerinden deneyimleyenlerde de ortaya çıkabilir”.


Vahşet görüntülerine devamlı maruz kalmak ciddi ruh sağlığı problemlerine yol açabiliyorken neden medya bu görüntüleri yayınlamaya devam ediyor? Sontag’e göre, “Her durumun bizim gözümüzde gerçek olması (yani, ilginç bir hal alması) için seyirlik bir şekle büründürülmesi gerekmektedir.” Bu da günümüzde her trajedinin “medyatik bir etkinliğe” dönüştürülmesi demektir.

Çocuklar dahil enkazdan çıkan birçok depremzedenin en korunmasız anlarında suratlarına kameralar sokulması, hatta enkazın içindeyken çocukların videoya çekilmesi iğrenç bir gösteriden de öte, düpedüz zalimce bir istismardır. Sontag’e göre “yirmi dört saat manşet patlatan haber programlarının baş tacı ettikleri düstur şudur: ‘kan varsa iş yapar’”. Medya için trajediyi gösteri haline getirmek, şok edici vahşet görüntüleriyle izleyicileri ekranlarına kilitlemek, işin bir parçasıdır.

Sontag, kitabında Fransız şair Baudelaire’in 1860’larda yazılmış bir yazısından alıntı yapar, “Günü, ayı ya da yılı ne olursa olsun, herhangi bir gazeteyi açıp da herhangi bir haberin herhangi bir satırında insanın sapkınlığının en ürkütücü izlerini görmemek imkânsızdır. Her gazete, ilk satırından son satırına kadar, bir dehşetengiz olaylar silsilesinden başka bir şey değildir […] İşte, uygar insanlar her gün sabah öğünlerini yemeye bu iğrenç iştah açıcılarla başlıyorlar.”

Sontag, Baudelaire’in medyaya karşı eleştirisinin çağdaş eleştirilerden çok da farklı olmadığını belirtir, fakat bir yandan da Baudelaire’in eleştirisini henüz gazetelerde fotoğraf basılmazken yaptığını söyler. Biz de benzer bir yorumu Sontag için yapabiliriz. Sontag, kitabını yayınladığında henüz sosyal medya yoktu. Sontag’in 2003 yılında gözlemlediği “görüntü bombardımanı”, tam 20 yıl sonra, sosyal medya sayesinde uçsuz bucaksız bir görüntü okyanusuna dönüşmüştür. Peki, o zaman, özellikle de felaket zamanlarında, neden bu okyanusta boğuluyoruz?


Neden kendimizi vahşete bakmaktan alıkoyamıyoruz?
İnsan ruhsallığı, idrak edemediği şiddetteki olayları bir şekilde anlamlandırmaya, kavramsallaştırmaya çalışır, çünkü anladığında olayın daha baş edilebilir olacağına inanır. Yaşadığımız deprem o kadar şiddetli bir felaketti ki, hepimiz için anlamlandırması çok güç oldu. Zihnimizde yüzlerce cevaplanamayan soru türedi. Bu kadar büyük bir deprem nasıl gerçekleşebilir? Bu kadar fazla can kaybı nasıl olabilir? Oradakiler neler yaşıyor? Aynısı yarın benim de başıma gelebilir mi? Bu soruların getirdiği bilinmezlikle baş edebilmek, felaketi idrak edip anlamlandırabilmek için bilgi edinmemiz gerekti. Haberlerin özellikle de sosyal medya ile 7/24 erişilebilir hale gelmesi bizi devamlı deprem hakkında bilgileri takip etmeye, devamlı vahşet görüntülerine, başkalarının acılarına bakmaya itti.

Bu spirale girmemizin bir başka nedeni ise yoğun bir utanç duygusu oldu. Birçoğumuz kendimizi bakmaya sorumlu hissettik, çünkü aslında utanıyorduk ve vahşet görüntülerine bakıp kendimizi cezalandırdığımızda utancımızı bir nebze olsa da hafifletmiş oluyorduk.

Psikolog Didem Doğan’ın muhteşem yazısında dediği gibi, bu utanç ve suçluluk duygusunun iki sebebi var, “yaşamda kalmanın ve şanslı tarafta olmanın getirdiği suçluluk duygusu ama en önemlisi de utanması ve sorumluluk alması gereken kişilerin utanmaması ve sorumluluk almaması.”

Sontag’e göre “fotoğraflara bakmak, insana bir yükümlülük gibi gelebilir. Tabii, böyle fotoğraflara bakmanın ne anlama geldiği üzerine, bunun yanında, onların gösterdikleri şeyi özümseme yeteneği üzerine düşünmenin de bir yükümlülük olduğu varsayılabilir.” Yani, başkalarının acılarına bakmak sadece kendi suç ve utancımızı hafifletmek için bir araç olarak kalmamalıdır. Vahşete tek tepkimiz, şefkat ve acıma kadar cılız ve aciz olmamalı. Bu görüntülere bakıp şunları düşünmeliyiz: Bu tabloya kimler sebebiyet verdi? Bundan kimler sorumlu? Böyle bir sonucun çıkması kaçınılmaz mıydı? Bu felaketin tekrarlanmaması için, bir başka gelecek için ne yapmalıyız?