Sanırım bahar tatiliydi ve ben evdeydim. Babam her sabah olduğu gibi kahvaltısını etmiş, evden çıkmıştı ki, tam iki dakika sonra kapı çaldı. Annem kapıyı açtı ve karşısında enginarcıyı buldu.
- Madam merhaba, beni bey gönderdi, ki enginar alaymışsın, dedi.

Eskiden enginar kışın bulunamazdı. Baharda da çıktığı zaman önceleri o kadar pahalıydı ki, ateş pahasıydı. Annem bunu bildiğinden şaşkınlıkla sormaya başladı;
- Bizim bey mi? Emin misin?
- Enginar mı alayım dedi?
- Kızıl saçlı?
- Orta boylu?
- Hani biraz önce kapıdan çıkan?

Enginarcı sadece “evet” anlamında kafasını sallıyordu.  Sonunda annem kani olmuş olacak ki;
- Peki. Kaça bu enginarlar?
Adam;
- …. Lira tanesi, deyince annem şaşkınlıkla;
- Ne? Çok pahalı! Emin misin bizim bey mi istedi?
Adam yine kafasını sallayınca da;
- Fiyatını söyledin mi ona?

Adam hiçbir şey söylemiyor sadece annemin sıraladığı onay bekleyen sorularına kafasını sallıyordu. Sonunda annem;
- Eee peki, madem canı çekmiş, alayım bari, dedi.
Ve biz 10 tane kadar enginarı astronomik bir fiyata almış olduk.


Aslında annem enginarı çok severdi. Nisan ayının ortasında idik, doğum gününe de çok az kalmıştı, muhtemelen babamın onu sevindirmek istediğini düşünmüştü. Hem turfanda enginar yiyeceği için etekleri zil çalıyordu hem de bir yandan kendi kendine konuşuyordu.
- Hay Allah, bu akşam Şabat için de yemek yapmıştım. Hemen temizleyip ocağa koyayım bari.

Eskiden şimdi olduğu gibi her köşe başında enginar soyup ayıklayan yoktu. Eve enginar alındığında zahmetli ve ihtisas gerektiren bir soyma sürecini aşmak gerekirdi.
Annem enginarları limonlu suya koydu, bir süre bekletti sonra da önce dış kabuklarını ayıkladı sonra çiçekli dikenli bölgesini zar zor kesti ve enginarların kalplerini ortaya çıkardı. Sonra da Yahudi usulü, bolca limon, azıcık şeker ve tuz ile hafif ateşte -tabağı renklendirmek için birkaç havuç dilimi ile birlikte- haşladı. Soğumaya bıraktı. Kralların ağzına layık enginarlar, akşama doğru üzerlerine zeytinyağı dökülüp servis edilmeye hazırdılar.

Babam eve geldiğinde annem sordu;
- Jak, çok mu canın enginar çekti ki gönderdin enginarcıyı eve?
- Enginar mı? Enginarcı mı? Ne enginarı? diye cevapladı babam.

------------


Ey DERGİ okurları!
Bilir misiniz ki, şu harika sebzeyi bizim Sefarad atalarımız buralara getirmişler. İnanmıyorsanız müzemize gidin, görün.

Eski Yunan mitolojisine göre tanrıların kralı Zeus, peri kadar güzel sevgilisi Kynara’yı kardeşi Poseidon’dan kıskanıp sebzeye dönüştürmüş ve böylece olağanüstü güzel enginar yaratılmıştır.
Yani, neredeyse tarih öncesinden bu yana biliniyor. Romalı bilge Gaius Plinius Caecilius Secundus mektuplarında, “Dünyanın baştan çıkarıcı şeylerinden biri” diye tanımlar enginarı.
Önceleri yabani olarak toplanırmış, sonra İspanya’da ve İtalya’da da ilk kez 1400’lü yılların başlarında yetiştirilmeye başlanmış. Hem zenginlerin sofraları için “soylu” bir yiyecek olarak kabul edilmiş, hem de afrodizyak, ilaç, kozmetik olarak kullanılmış. Enginar yemenin kadınları güzelleştireceğine inanıldığından Catherine de Medici, Fransa Kralı II. Henry ile evlenmeye Paris’e gittiğinde, çeyizinde enginar götürmüş de Fransızlar enginarı tanımışlar. Dünyaya da tanıtmışlar.Annemin hayrete düşmesine hiç şaşmamalı, her zaman çok pahalı bir sebzeydi. İnsanları satın alırken hep tereddütte bırakmış.


Ressam Caravaggio hakkında komik bir hikâye buldum. Pazardan satın aldığı enginarları pişirmesi için kaldığı hanın aşçısına vermiş. Adam da ilk kez gördüğü bu nadir sebzeyi ne yapacağını bilmediğinden, enginarları kabukları ile birlikte olduğu gibi yağda un ve yumurta ile kızartıp ziyan edince Caravaggio sıcak sıcak enginarların tabağını adamın kafasına geçirmiş. Caravaggio Müzesi’nde duran polis tutanaklarında, adamın da şikayetçi olduğu, Caravaggio’nun da 6 tane pahalı enginarı yenilmez hale getirdiği için vurduğunu söyleyerek kendini savunduğu yazıyor.

Enginar hakkında komik öykü bol
Dillere destan “carciofini sott’olio” (yağda marine edilmiş enginar) yemeği ile zengin olmuş olan meşhur lokantacı Angelo Valiani, uzun yıllar bekledikten sonra dünyaya gelen oğluna “Carciofino” (Enginar) ismini koyarak vaftiz etmek istemiş. Kilisenin papazı “Bu bir Hristiyan ismi değil, bir sebze ismi” diyerek vaftiz törenini tam ortasında yarıda kesince, Valiani davetlilere mahcup olmuş tabi. Konu Vatikan’a sirayet etmiş. Valiani dönemin papasının isminin de Leo (Aslan) olduğunu, eğer yüce devletli kendi ismini bir hayvandan almış ise, bu durumda onun da pekâlâ oğluna en sevdiği sebzenin ismini koyabileceğini söyleyerek kendini savunmuş. Böylece genç Carciofino ömrü boyunca bu isimle çağrılmaya hak kazanmış.

Daha neler neler var;
New York’ta 1936’da enginar satışının tekelini elinde bulunduran ve bu uğurda adam bile öldürmekten çekinmeyen bir mafya örgütü çökertilmiş.
Yüzyılın en güzel kadınlarından Marilyn Monroe, ilk kez Kaliforniya Enginar Güzeli olduktan sonra adını duyurabilmiş.
Yine yüzyılımızın en büyük ozanlarından Pablo Neruda, “Oda a la alcachofa” (Enginara övgü) isimli bir şiir bile yazmış. Araştırınca enginar için bestelenmiş bir sürü şarkı da buldum.

Yani enginar, her devirde ve her yerde etkin, lezzetli ve pahalı imiş. Zaten rüya tabircilerine göre “Ümit, barış ve bereket” simgesi kabul edilirmiş.
Enginar hakkında bulabildiğim en güzel kısa şiiri Portekizli genç kadın ozan Leticia Sodré yazmış;

“Há de se enfrentar
uma zona de espinhos
para alcançar o coração” demiş...

Yani;
“Yüzleşmek zorundasın,
dikenli bir bölge var
kalbe ulaşmak için.”

---------------

Anneme gelince;
Son yıllarda, enginarın kalbine ulaşmak için dikenleri ile uğraşmak zorunda kalmamıştı. Sokakta satarken temizleyip satıyorlardı. Ama sofraya her enginar getirdiğinde bizim şakalarımıza katlanmak zorunda kaldı.


Yine de Şabat akşamları ana yemeklerden sonra “dessert” (yemek sonrası yenen tatlı) gibi hep enginar yedik.
Çok güzel pişirirdi. Hem de onları, arpacık soğanı, bezelye, patates gibi lezzetlerle hiç kıskandırmadan hazırlardı. Enginarlar sahnede gururla süzülen bir güzellik kraliçesi gibi dururlardı sahanlarında. Alıştığımız ve sevdiğimiz usulde.