Hollanda Sefaretindeki büyük Aşk

Haber fotoğrafı: Palais de Hollande (Hollanda Sarayı), 1903-04

Zengin geçmişi ile efsane bir şehir olageldi hep İstanbul ve orta yaş ve üzerinin anılarında hala çok canlı, hala çok çekici ve büyüleyici bir bölgesi var: Beyoğlu, eski adı ile PERA. Benim kuşak yaşamadık. Annemden duydum hep: “Ahh, Pera’ya çıkmak var ya, olaydı! Özel giyinirdik oraya gitmek için. Şapkasız gezmek mümkün mü? En son moda, en yeni kumaşlar, ayakkabı modelleri, en şık insanlar, en mondain (üst tabakaya hitap eden) mekânlar. Şehrin sosyal yaşamı ve kültürel nabzı burada atardı.”

Pera
“Pera” kelimesi esasen İstanbullu Rumlarca limanın ötesi, karşı yakası anlamında “öte” demekti ve Galata kıyılarına kadar inen bölgeyi de kapsamaktaydı. Ancak Avrupalılar buraları bağlık bahçelik olduğu için, “Les Vergers de Péra” (Pera Bağları) da derlerdi.
1535 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun Fransa ile gelişen ilişkileri sonucunda onlara bu bölgede yerleşme izni vermesi ile bir bağ arazisinde Fransız Sefareti’nin yapılmasına başlanınca, o zamana kadar Galata çevresinde yer alan ve çoğunlukla ahşap olduklarından sık sık yaşanan yangınlardan hasar görmekte olan elçilikler, en iyi mimarların elinden çıkma, en görkemli ve azametleri ile ülkesel güçlerini vurgulayacak binaları yapma yarışında mantar gibi arka arkaya Pera’yı istila etmiş, bağ bahçelik bu alan birden öne çıkmış ve 19. yüzyılda semtin en parlak çağını yaşaması tetiklenmişti.
Sefaretler, binalarının tezyini için yurt dışından mimarlar, sanatçılar getirtmeye başlayınca, özellikle ressamların Doğu mistisizmine kapılarak eserleri ile yurt dışına da yansıttığı bir Oryantalizm akımı sonucu İstanbul’a rağbet artmış, Pierre Loti’nin “Aziadé”ye aşkı örneği, şehir, Doğulu kadınların esmer çekiciliğine kendini kaptıran yabancıların kim bilir daha kaç bilmediğimiz aşkına sahne olmuştu.
İşte içinde bulunduğumuz Valentines ayı münasebeti ile Hollanda sefaretinde yaşanan büyük ve unutulmuş aşklardan birini öğrenmiş olalım/anımsayalım dedim hep birlikte.


"Koruyacağım, Gözteceğim"

Palais de Hollande (Hollanda Sarayı)
Hollanda sefareti, 1903-04’te, İstiklal Caddesi’nde (Rue de Péra) Tünel’e doğru giderken sol kolda yer alan bir arazide Giovanni Battista Barborini tarafından inşa edildi.  İstanbul’da iş imkânı yakalayan çok sayıda yabancı mimarlardan biriydi Giovanni, ve zamanın çok rağbet gören Fossati Kardeşlerle iş paslaşması yapıyordu. Öyle ki, elçiliğin tasarımını da onlara yaptırdı.
Caddeye bakan ağır fer forje kapı ziyaretçileri, üzerinde yer alan Hollanda Kraliyet armasını taşıyan iki aslanla karşılar. Arslanların altındaki şeritte “Koruyacağım, gözeteceğim” anlamına gelen “Je Maintiendrai” yazısı vardır. Kapının görkemi ile insan kolayca kendini, bir an koşarak kapıyı açmaya gelen görevlilerin arasından gösterişli bir saltanat arabası ile sarayın avlusuna girişini hayal edebilir.
Bina, 19. yüzyıl Hollanda kolonileri stilinde, Güney Afrika burjuvazisinin konutlarına benzer bir sayfiye evi görünümünde olup, sarayın yanında cam cepheli konsolosluk binası, onun da yanında, şu anda şehirdeki en eski Protestan kilisesi olan 1711 yapımı taş “The Dutch Chapel” kilisesi yer alır.
Giriş, konukların ana kabul odasına girmeden önce paltolarını veya pelerinlerini çıkarabilecekleri nispeten dar bir salona açılır. Oradan da muhteşem arka bahçe manzarasına bakan geniş bir salon ve balkona çıkılır.
Bina zaman içinde birkaç kez tadilat gördü. Cumhuriyet’in ilanının ardından Ankara’nın başkent olması ile tüm sefaretler oraya taşınırken, şehirde kalan sefaret binaları Büyükelçilikten Başkonsolosluğa dönüştü.


Cornelis Calkoen
Sefir Cornelis Calkoen Osmanlı başkentine 1726’da geldi, gelir gelmez de abartılı hediyeleri ile diplomat çevrelerinin kalplerini kazandı. Mesela Sultan Ahmet’e (1703-1730) henüz Osmanlı’da bilinmeyen kadife kumaş getirdi. Özel hayatını tam bir playboy gibi yaşadı. Düzinelerce kadın cazibesine kapıldı. Bunların çoğu Topkapı Sarayından kimisi Slav, kimisi Kafkas, kimisi Orta Doğu kökenliydi ve işini iyi bilen yakışıklı sefire Osmanlı iç işleri ile alakalı önemli bilgiler sızdırıyorlardı. Sefirin hedefi Osmanlı Sultanı ile ilişkilerini üst düzeye çıkarmaktı, başardı da! Böylelikle gelmiş-geçmiş en başarılı diplomatlardan biri oldu ve İstanbul’da misyonu on yedi sene gibi uzun bir süre devam etti.
İşte bu diplomatik görevi esnasında ve bu büyülü doğu atmosferinde Calkoen’in yaşamına ve kalbine “Beyaz Gül” veya Osmanlı ifadesi ile “Beyazgül Hanım” girdi.

Beyazgül Hanım
Osmanlı kroniklerinde Beyazgül’den, “Kafkas veya Karadağ’dan serbest bırakılmış bir köle kadın” olarak söz edilir; bazılarında ise Slav, hatta Ermenilerde Beyazgül adı var olduğundan Ermeni olduğu iddia edilir. Kökeni ne olursa olsun, yakışıklı Sefir ile, adı üzerinde zarif Beyazgül Hanım arasında aşk kaçınılmazdı, öyle de oldu! Üstelik bu aşk sadece platonik kalmadı, fiziksel olarak da yaşandı, ancak biri köle diğeri de Sefirdi ve ne dindar Osmanlı çevrelerinde ne de diplomatik çevrelerde kabul görebilirdi. Yine de Osmanlı bu aşka hoşgörüyle yaklaştı ve Beyazgül Hanım Sefirin metresi olarak kabul edildi, hatta bir söylentiye göre kölelikten azat da edildi. Kölelik Osmanlı’da var mıydı ki, belki de haremden azat edildi? (Bir rivayet de biz eklemiş olalım!😊)
Öyle bir aşktı ki bu, Romeo Jülyet’in Osmanlı-Hollanda versiyonu. O kadar ki, Calkoen’in enfiye kutusu üzerinde bile resmi vardı, hani 18. yüzyılda her zengin ve güçlü adamın yanında taşıdığı altın ve elmaslarla süslenmiş kutulardan...
Gel gör ki, artık yasak aşkının Hollandalara kadar duyulmasından mıdır, yoksa sefirlerin mutat uygulaması mıdır, Sayın Sefir, bilgi alış-verişi için Lahey’e çağrılır. Sevgilisinden zorla ayrılmakta olan Cornelis, Beyazgül’e döneceğine söz verdi, kendisini beklemesini istedi.

Ayrılık yaman kelime
Ayrılık, yaman kelime
Benzetmek azdır ölüme
demiş ya Sadettin Kaynak, olaylar beklenmedik bir gelişme gösterdi. Lahey’e gelişinin ardından Fransa’ya Hollanda Büyükelçisi olarak atandı. Calkoen bu görevin, aşkından uzak kalmasına neden olacağını bildiğinden, Osmanlı’da olsun, daha düşük bir görev olsun gibi bir yaklaşımla sıyrılmaya çalıştıysa da Hollanda Krallığı Genel Meclisi farklı bir manevra ile geçici bir görevle ilk önce Polonya’nın Dresden şehrine gitmesi koşuluyla İstanbul’a yeniden atanmasını kabul etti. Calkoen’in Beyazgül’le yeniden bir araya gelebilmesi için bu anlaşmayı kabul etmekten başka seçeneği yoktu.
İşler bir kere tersyüz olmaya görsün! Dresden’e varışından kısa bir süre sonra Polonya’daki görevinin süresi uzatıldı. Calkoen ancak 1761’de, yani İstanbul’dan ayrılışından on yedi yıl sonra Hollanda’ya geri çağrıldı ve ardından ancak 1763’te yeniden İstanbul’a Büyükelçi olarak atandı. Beyazgül’üne sadık ve bekâr yaşayan Calkoen, ne yazık ki tam İstanbul’a hareket etmek üzereyken 67 yaşında aniden hayatını kaybetti.
Beyazgül sevgilisinin dönüşünü Büyükelçilik kapılarında çaresizce bekledi, kimse de ona ölümünü söylemeye cesaret edemedi, sonunda Calkoen’in onu unuttuğuna ve geri dönmeyeceğine ikna oldu ve muhtemeldir ki, beklediği kapılar önünde kırık kalpten ölüm nasıl oluyorsa… sonra da kim yaptırdıysa, bahçeye inen merdivenlerin duvarına bembeyaz mermerden heykeli sabitlendi.

Bugün bu heykel halen İstanbul’da Palais de Hollande’ın bahçesinde bulunuyor, başucunda hikâyesinin yer aldığı bir plaka, bazen de göğsünde kavuşmuş ellerine bırakılmış bir gül… Her yeni atanan konsolosun muhtemelen ilk ziyaret ettiği yerlerden olan heykel ve hikâyesi bugün Palais de Hollande (Hollanda Sarayı)’ın özdeşleşmiş bir parçası. 19. Yüzyılın İstanbul’unun mistik aurasından doğan rivayet devamında der ki, Beyaz Gül’ün hayaleti, bugün hala konsolosluk odalarında dolaşmaktadır.
Muhtemelen “uçmuş bu adam” dedirtmemek için adının gizli kalmasını isteyen bir konsolos, onu yatağının başucunda gördüğünü iddia ederken, eski konsoloslardan birinin eşi, merdivenlerden düşerken birden bir el tarafından destek görüp büyük bir kazadan kurtulduğunu, bir diğer eski konsolos Jan Giesen ve eşi Corrie “Biz çok gerçekçi insanlarız ve bu tür şeylere inanmıyoruz. Ama yine de İstanbul’da Palais de Hollande’da yaşarken, bazı geceler ayak seslerine benzeyen sesler duyduk, piyanonun kapağını açık bulduk, oda kapıların açıldığını veya eşyaların hareket ettiğini de gördük…”

Ne yazık ki, Cornelius Calkoen ile Beyaz Gül’ün aşkı, masallardaki gibi “Onlar ermiş muradına” sözleri ile bitmedi.