Haber fotoğrafı: Mordiko


Çocukluğumda, genç kızlığımda, her mahallenin bir meczubu vardı. Yolda yürürken kendi kendine konuşur, hayatla neyse o, kavgasını ederdi. Artık yok, ya da sokaklara bırakmıyorlar, bilemiyorum. Bayağı geçmiş zaman bir gün, sokaktayım, bir baktım, üstü-başı temiz-pak birisi kendi kendine konuşuyor, söylene söylene hem de! Tüm geçmiş anılarım canlandı. “Ah yazıık,” dedim, “Bak, varmış demek hala o rahatsız insanlardan…” Evde ailemle paylaşırken, gençler uyardı: “Hasta değildi ki o, cep telefonu kulaklığından konuşuyordu!” Meğer yeni bir teknolojik gelişmeyle karşılaşmışım.

Artık Bekrileri var mahallelerin
Her mahallenin bir meczubu vardı dedim ya, artık mahalle meczupları değil, sizinkini bilmem ama, bizim caddenin müdavim Bekrileri var kendilerine bir kapı aralığı, bir tenha sokak kenarı bulup demlenen. Neyzen Tevfik vardı hani bir zamanlar, meşhur ayyaş filozof, şair, işte onu çağrıştıran bizim kapının önünü mekân edinmiş mahallenin sarhoşu karşılar akşamları işten dönenleri. Park yeri ayırır, aldığı bahşişleri de içkiye yatırır. Kibardır, bazen dağınıktır, bazen kostüm kravat, temiz-pak giyinir, esmer tenlidir, saçları briyantinle düzgünce taranmış, elinde bir transistor müziğini dinler, sabaha kadar demlenir. Mahalle esnafı ona Meksikalı görünümünden dolayı “Antonio” lakabını taktı.

Bizim "Antonio"

Arada yanında yarenleri de olur. Karda kışta, belediye onları Kasımpaşa’da bir otele yatırırmış ama o, “Beni sokaklarımdan almayın” deyip kaçarmış. “Bugün yok bozuğum,” dersiniz, “Aşk olsun abi, bugün de ben sana vereyim,” der, cebinden bir yumak bozukluk çıkartıp!


Leyla - Lefter - Mordiko

Doğup büyüdüğüm Bakırköy’de bir Leylâmız vardı alamet-i farikamız. Gözleri şaşı, üstü-başı perişan, gencecik bir kız. Kim bilir feleğin nasıl bir tokadını yemişti ki, zavallım hayata komik tarafından bakar olmuştu. Yolda yürürken önüne denk gelen erkeklere aniden bluzunu kaldırıp göğüslerini gösterir, sonra da neye uğradığını anlamayan şokta hallerine kahkahayı basardı. İstismar ederler miydi onu bilmem, ama zararsız olup onu tanıdıkları için, Ataköy plajına da almışlardı bir defasında da Muzaffer adında bir delikanlı vardı sıkı body yapmış, kızın demek göğüs takıntısı vardı ki, onu böyle mayolu endamlı görünce, plajın ortasında bas bas: “Lan Muδδuuu, ne bu göğüfler lan??” diye ortalığı inletmişti.
Bir de Lefter’imiz vardı bütün gün banliyö trenlerinin tıklım-tıkış vagon camlarından elinde Fener bayrağı ile sarkan. Babam işe ben okula inerken, her sabah ama her sabah rastlardık. Kimin nesiydi, kimi kimsesi var mıydı, bilinmez, o bizim köyün Lefteri’ydi! İstasyona girmesi ile durmaya çalışan trenin önümüzden kayıp giden vagon penceresinde görüntüsü kalabalığı yalar gibi geçerken millet “Lefter! Maç kaç kaç? diye seslenir, vagon peronun alt uçlarına doğru giderken yine de duyulurdu uzaklaşan sesi “0-0 berabere!



Mordiko son günlerinde Or-Ahayim Hastanesi’nde

Şimdi yavaş yavaş benim köyümden çıkalım, o yılların iş merkezi olan Şişhane-Taksim güzergâhında gün içinde benim nesle mensup çoğu kişinin rastladığı, illa ki bildiği Mordiko’yu anımsayalım. Mordiko’nun deri kaplı bir direksiyonu, kornası, dikiz aynaları hatta tampon süsleri bile vardı. Arabasını sürerken sağ eliyle de vites değiştiren Mordiko, bir yandan da “Tararirarom! Mordiko (küçük Mordocuk) viene, Mordiko kamina!” (Mordiko geliyor, Mordiko yürüyor) diyen sesi ile, Kamondo merdivenlerinin tepesindeki Alman Lisesinin sınav sessizliğini yırtardı.
Rastlamak kısmetmiş yıllar sonra internet ortamında: Mordiko küçükken tavuk karası dediğimiz bir göz hastalığına yakalanmış ama tedavisi başarılı olamamış. Başarısız bir aşk hikâyesi de doğru ya da yanlış âdettendir, nedense hep kulp diye takılır bu gibi yaşantıların arkasına. Hikâyesinin sonunu netten öğrenmek kısmetmiş. Günün birinde ‘yukarıdan çağrı geldiğinde’, yıllardır barındığı Or-Ahayim Hastanesi’nde yorgun ruhu ebedi dinleneceği göklerdeki hayatına doğru yola çıkmış.


İstiklal Caddesinin bohemi
Bir zamanlar çok gezerdim İstiklal Caddesini, bakın bunu da hatırlayacaksınız…
Adını-sanını bilmem, oranın da vardı zararsız bir bohem uçuğu. İnsanlara yanaşıp onları yerinden hoplatan bir çığlıkla korkutan bu lime-lime olmuş, saçları rastalı gibi keçeleşmiş adam, hemen arkasından patlattığı kahkahası ile sancılı ruhunu sanki böylesi bir kahkahayla savrulan pencere kanatlarından göklere yükseltip ferahlatırdı.


Adaların süslüsü Esma

Kim hatırlamaz ki, kim unuturmuş adaların maskotu kızıl saçlı, süslü Esma’yı!?

Ananevi Burgaz Kınalı maçından Burgaz takımı, maskotu Esma ile

Kimlerdendir bilinmez, onu Burgaz’ın eskilerinden Akis Çalikis şöyle anlatır:
Esma tüm Burgaz’ın sevdiği, azıcık kaçık ve küfürü bütün adabı ile kullanan, renkli giyinen süslü bir insandı. Fırına giden sokakta, deniz tarafından köşede otururdu. Esma bir-iki liraya ihtiyacı olduğunda, girerdi kahveye ve gözüne kestirdiği bir kişiye yaklaşır, ‘Ulan p.k, iki lira versene!’ derdi. Ona, yok diyen olmazdı. Esma’nınki dilencilik değildi. İhtiyacı olan parayı aldıktan sonra artık başkasına gitmez, fırına gider alacağını alır, kahveye döner çayını söyler, aldıklarını yerken şenlik başlardı. Ona takılanlara küfür yağdırırdı, hele zangoç Todori orda ise şenlik doruğa çıkardı. Her Burgaz - Kınalı (Jarden) futbol maçında takımlar sahaya çıkarken Burgaz’ın önünde maskot Esma olurdu. Son günlerini Darülaceze’de geçirdiği bilinir. Ne yazık ki, bugün ne soyadı, ne mezarının nerede olduğu bellidir.”




Sağır (Gluvyo)
Gerek Burgaz’ın gerekse Şişli’nin bir diğer maskotu, meşhur “Gluvyo” (Sağır)’ımızdı. Kimdir, nereden gelmiştir bilinmez, Bulgar cemaatinin ailelerinde barınır, onlarda temizlik yapar, o parayla da geçinirdi. Geçinir dediğimiz, zaten kirası, yemeği, üst-baş derdi yoktu. Sürekli bir hamisi vardı, onun yanında kalırdı, temizliğe lazımsa, ona müracaat edilirdi, “Boşsa alabilir miyiz” diye. Bir ağabeyi ve yeğenleri olduğu, ancak “sağırda” para nosyonu olmadığı için istismar ettikleri rivayet edilirdi. Sağır-dilsiz olduğuna bakmayın, el kol işaretleri ile simgelediği insanlar hakkında son dedikoduları, haberleri nakletmekte üstüne yoktu! Mahallenin esnafına kadar herkes onu sever korurdu. Tabii evlerinde çalıştığı kişiler aynı zamanda Burgazlı olduğundan, yaz gelince onların peşi-sıra adaya da çıktığı için, tabiri caizse namı oralara kadar yürümüş, ada halkı ve esnafınca da benimsenmişti.
Ben tanıdığımda kırk beşlerinde mi neydi, yeni Şişli’ye taşınmışız, temizlik işlerimiz için yardımcı arıyoruz, hamileri kendi günlerinden fedakârlık ederek bize göndermeyi kabul etmişlerdi. Erkek gücü elbet, çok iyi iş yapardı. Hele bir gün hiç unutmam, sabahın körü, arka balkonumuz tarafından bir hengâmedir kopmuş, ortalık inliyor. Bizim arka cephemiz yol boyunca bir sokaktan diğerine uzanan ve evlerin arka cephelerinin birbirine baktığı uzun bir koridor teşkil eder. Bir koşu gittim, sağır döşeği balkona atmış, var gücü ile pat-patlamakta. Sabahın körü ya, kadının biri de çıkmış balkona, adama var gücü ile ağzına geleni sıralıyor. Bizim sağırsa oralı bile değil, vurdukça vuruyor. Kadına adamın sağır olduğunu anlatana kadar akla karayı seçmiştim. Cemaatimiz mensubu M. Çerkezo’nun ona çok yardımı oldu. Nüfus kâğıdı çıkarttı, yaşamının son günlerinde Darülaceze’ye kabulünü sağladı, sonuna kadar her türlü maddi destekle yanında oldu.


Karıncaezmez Şevki
Bu gariplerin belki de en ünlüsü ve en normali de Karıncaezmez Şevki idi. Şimdiki nesil hatırlar mı bilmem, nispeten bilinçliydi o. Bir tek aşırılığı Galatasaray’a olan sevgisiydi. Galatasaray Lisesi’nin önünde, Galatasaray armasına doğru kolunu kaldırıp saatlerce nöbet tutardı. Şofördü.

Arabasının her tarafı Galatasaray fotoğrafları, bayrakları, flamaları ile doluydu. Takımın hiçbir maçını kaçırmazdı. Statlarda yıllarca amigoluk yaptı. Bir kongre günü elinde G.S. bayrağı ile salona girince, yöneticilerce dışarı atıldı. Âşık olduğu Galatasaray’dan hiç beklemediği bir davranıştı bu. Koridorda bir süre bekledi ve gönlü kırık olarak oradan ayrıldı. Ne bilsin, aşırı sevgi ve bağlılığın hoşgörüye yol açmayacağını! Karıncaezmez Şevki, sonraları yeniden tribünlerde göründü, ama ateşi eskisi kadar güçlü değildi. İlerleyen yıllarda hastalanmış, kolunu ve arabasını kaybetmişti. Ortalıktan kayboldu. Kimse yaşıyor mu, öldü mü bilmiyordu, ta ki Samatya S.S.K.’da yattığı haberi gelene kadar. Bir grup gazeteci ve taraftar onu ziyarete gittiğinde “Re re re - Ra ra ra, Galatasaray - Galatasaray CİM BOM BOM” diye bir şahlanışı vardı ki… Oradan sağ çıkamadı 2000 yılı onun son sayfası oldu.



Azapta Ruhlar
Azapta ruhlar,” derdi anneannem bu kader kurbanlarına. Aman aklınıza mukayyet olun, ufacık bir vidadır o, bir ayarı bozulursa var ya, tamiri mümkün değil!
Aaaahh ahh!!” dedi geçen akşam üstü bizim Antonio, eline bir yirmilik sıkıştırdığımda. Sen Despina’yı tanır mıydın abla?? (Kurtuluş Despina Meyhanesi; Antonio hep onu sayıklar kafayı bulduğunda) “Ne Despinaydı o be! Yüz dolar verdiği olmuştur bana biliyor musun?!
Nereden bilsin ki, o demesi ile benim bu ayki yazıma ilham olduğunu Antonio? Dur, dedim, senin bir resmini çekeyim, hikâyeni anlatayım….