Yıllardır gazetelerde ve dergilerde yapay zekânın boyutları hakkında okuyoruz. Onlarca yıldır bilim kurgu filmleri ve kitapları, her şeyi bilen bilgisayarlar ve robotları tanıtıyor. Pek çok kişi, yapay zekânın zaten bizimle olduğuna, bazı bilgisayarların konuşulan kelimeyi anlayabileceğine, gazete okuyabileceğine, araba kullanabileceğine veya kendi daha yetenekli klonlarını tasarlayabileceğine inanıyor. Dahası, zamanla robotlar daha karmaşık görevlerde insanın yerini alacak ve insana ihtiyaç kalmayacak.

Yapay zekâ teknikleri
Yapay zekâ (AI) tekniklerinde gerçekten de pratik uygulamalar var, ancak bu uygulamalar hikâyelerde tasarlananlardan hep daha az sofistike. Bu bakış açısının en ilginç yanı ise, bunun birdenbire olmuş güvensiz bir alan algısıyla karşılanması. Oysa sanayi devriminin asıl eğilimi, makineleri kendi kendine yeterli hale getirmek, insanı kontrolörlükten yaratıcılığa taşımak olmuştur.

Buhar makinesiyle başlayan süreç devam etti ve bilgisayar, makinenin özerkliğinin en son aşaması oldu. Bugün artık bir programcı, kodu bilgisayara yükler ve çalıştırır. Makine daha sonra talimatlara göre uzun süre fazla çaba sarf etmeden çalışabilir ve görünürde bağımsız olarak çeşitli sonuçlar üretebilir. Karmaşık görevleri yerine getirirken insan kontrolünden bağımsızlaşma yeteneği, bilgisayar metaforunu milyonlarca profesyonel ve sıradan programcı için karşı konulmaz şekilde cezbeder. Ve bu, bir makineyi insanî özellikler içinde hayal etmeye yol açan bir itkiye dönüşüverir. Eğer bir makineye karakteristik olarak insanî görünen yetenekler verilebiliyorsa, belki de insan doğasının kendisi de mekaniktir önermesi, bu yolla açığa çıkar diyebiliriz. Bu da bizi asıl konuya götürür; insan ve makinenin tam bir asimilasyonunu başarmak olan yapay zekâ (AI) projesine.

Bilgisayarlar zaten matematik yapabiliyor, oyun oynayabiliyor ve diğer makineleri kontrol edebiliyorsa, yapay zekâ onlara diğer tüm zihin ve duyu işlevlerini kazandırmayı amaçlar. Tabi böyle bir iddia komplo teorileri özelinde yapay zekâ karşıtlarının, teknolojiyi saçma veya tehlikeli bulmasını sağlamıştır. Bu teknolojinin birkaç yıl içinde neler yapabileceğine dair abartılı iddialarla alevler körüklenir. Örneğin, büyük bir tarihçi olan Alan Turing 1950’de, yüzyılın sonuna kadar bir bilgisayarın insan yetilerini elektronik olarak taklit ederek bizi kandırabileceğini öngörmüştü. Ancak bu öngörünün kısa sürede sınırlı bile olabileceği anlaşıldı, 50’lerin ortalarından bu yana, çoğu yapay zekâ uzmanı çabalarını çoktan fizyolojiden psikolojiye kaydırmıştı bile. Bilgisayar programları artık beynin kendisinden ziyade insan zihninin bazı yönlerinin (hafıza, linguistik vb.) modelleri üzerinde çalışıyordu. Bugün uzmanlar, metaforik olarak, görsel “girdi” ve dilsel “çıktı”dan, zihnin anıları “saklama ve geri getirme” stratejisinden, mesajları kodlama ve kod çözme stratejisinden bahsediyor. Peki, elektronik veriler, yalnızca birler ve sıfırlar olan “ikili birimler” veya “bitler”den oluşurken, anılar ve düşünceler nasıl temsil edilebilir? Uygun veri yapısını belirlemek, bilgisayarın birleri ve sıfırları nasıl yorumlayacağına karar vermek, programcının ana görevidir. Dolayısıyla insan aslında belki de ilk defa bir makine için kontrolörden çok bir mimardır.

Yapay zekâ ve etik değerler
Kuşkusuz bizim çağdaş görevimiz, bilgisayar metaforunun ne tamamen reddine ne de körü körüne kabulüne yönelmeden yeni teknolojiyle uzlaşmaktır. Yapay zekânın, insan düşüncesinin çeşitli yönlerini taklit etmedeki başarısından bağımsız olarak, insan zihnine bakmanın bir yolu olarak önemi kavranabilir. Bunun en iyi örnekleri bellek projeleri kapsamında yapılandırılır. Yapay zekâ ve etik değerler arasındaki kopuşu yineleyen fikirlerin antitezini örneklerken Susan Sontag’ın 20. yüzyılın belki de en önemli etik yükümlülüğü olarak işaret ettiği hatırlamaktan bahsediyoruz. Sontag’a göre “Hatırlamak etik bir eylemdir, kendi başına etik bir değere sahiptir.” Ayrıca Sontag’a göre Kolektif Hafıza denen şey, hatırlatıcı değil koşullandırıcı bir olgudur.

Bu açıdan belki de bulunduğumuz yüzyılda en çok üzerine çalışılan konu elbette, “asla unutmama” yükümlülüğünü taşımamız gereken Holokost’ tur. Hayatta kalan son kişiler de ölürken, hatırlama meselesi giderek daha acil bir önem kazanmaktadır. Holokost sonrası nesiller, eksik hafızanın yaratabileceği boşluklarda gezinirken, yokluğa tepki olarak geçmişi yeniden yaratmaya çalışırlar. Anlatı bu noktada en değerli şeydir.


Holokost’tan kurtulanların anılarını kaydetmek ve paylaşmak için “Tanıklıkta Yeni Boyutlar”
Yirminci yüzyılın son yıllarına gelindiğinde, hayatta kalanlarla yapılan kaydedilmiş röportajlardan oluşan koleksiyonlar oluşturmak uluslararası bir fenomen haline gelmişti.

Tüm bu sözlü tanıklıklar paha biçilemez bir tarih belgesiydi kuşkusuz, ancak yine de profesyonel araştırmacılar haricinde hiç kimsenin, kaydedilmiş ve toplanmış röportaj belgelerini dinlemek veya izlemek için fazla zaman harcamaması gibi bir gerçekle yüzleşildi.

Bunun farkına varan, şu anda Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde (USC) bulunan Shoah Vakfı, 2012’den itibaren Holokost’tan kurtulanların anılarını kaydetmek ve paylaşmak için “Tanıklıkta Yeni Boyutlar” adı verilen başka bir yol daha geliştirdi. USC’nin Yaratıcı Teknolojiler Enstitüsü ile işbirliği içinde geliştirilen bu proje, insanların, bir Holokost kurtulanının gerçek holografik gösterimi aracılığıyla kişisel olarak etkileşime girmelerini sağlamaya çalışıyor. Birisinin görüşülen kişinin canlı bir görüntüsü hakkında sorduğu sorular, “Doğal Dil Anlama” adı verilen bir teknoloji aracılığıyla bir veritabanında saklanan önceden kaydedilmiş yanıtları tetikliyor. “Tanıklıkta Yeni Boyutlar”, Shoah Vakfı’nın hayatta kalanların yaşam öykülerini belgeleme ve yayma misyonunu genişletiyor ve değiştiriyor. Etkileşimli holografi, hayatta kalanların anılarını dinlemeyi, hayatta kalanların üç boyutlu görünümleriyle etkileşime geçmeye kaydırdı. Onlar artık hem yaşanmış hem de yaşayan bir anı olacaktır. Bulundukları uzay ise, unutmanın var olamayacağı bir yer. Önünde sonunda yaşanacak gerçek yokluklarını sanal mevcudiyetleriyle değiştirerek, potansiyel olarak harekete geçirici bir karşılaşma için farklı olanaklar sağlanıyor. Bireysel ilişki başlatma dolayısıyla ilgi uyandırmaları onlara bir canlılık duygusu sağlıyor.

Hayatta kalan için hafıza, zaten unutmanın olmadığı bir şeydir. Bizim için, yani sonraki nesiller için, Holokost tanıklığı acı ve ölümle ilgilidir. Ama aynı zamanda süreklilik, kişisel ve toplumsal dayanıklılık ve toplumsal belleğe erişim ile de ilgilidir. Bundan yıllar sonra, hayatta kalan son kişi öldükten çok sonra, “Tanıklıkta Yeni Boyutlar” projesi, gençlerin hayatta kalan birini dinlemelerini ve kendi sorularını doğrudan sormalarını sağlamak için bir yol sağlayabilir. Diğer sözlü tarih kayıtlarında olduğu gibi, seyirci artık doğrusal bir hikâyenin tüketicisi olarak hareket etmez, seçimler yaparak deneyimin bir parçası olur. Ayrıca, etkileşimli holograflar, hayatta kalanın yaşam öyküsüne, soranın özel inisiyatifi tarafından yönlendirilen çok sayıda parametre sunar. Örneğin, bazı röportaj projelerinin zorunlu kıldığı gibi, hayatta kalanın özel hayatından veya II. Dünya Savaşı’nın başlangıcından başlamak da gerekmez. Bununla birlikte, bu karşılıklı iletişimi bir müze bağlamında konumlandırmamak, çevrimiçi bir deneyime dönüştürmek onları gayri resmî, günlük bir karşılaşmanın aktörleri olarak da yakın kılar.





Algoritmalar cevapları ve bunların konuşulma sırasını seçerken, cevaplar Pinchas Gutter'ın mı yoksa bir yapay zekânın mı?

Bu insanlar yüzyılın önemli bir bölümünde aramızda sessizce yaşadılar. Şimdiyse güçlerini, deneyimlerini ve düşüncelerini paylaşıyorlar. İlham verme, rehberlik etme gücüne sahipler. Bizler de sayelerinde gözleri hep açık tutma, hayatları dönüştürme, geleceği değiştirme gücüne sahibiz. Daha iyi, daha nazik ve daha güvenli bir dünya inşa etme gücüne. Keşke onlar da ölümsüzlük gücüne sahip olsalardı. Doğadaki hiçbir canlı gibi bu güce sahip değilsek de şimdi, üç boyutlu teknolojinin gücü sayesinde, hepimiz onların hikâyelerini canlı tutabiliriz.

Sonuç olarak yapay zekânın büyüdüğü bu dünyada, insanın iyiliğine hizmet etmek ve onu korumak için de teknolojiyi kullanıyoruz, yalnızca etik değerlerdeki sarsıntıya odaklanmak bu anlamda bir seçimdir.