“Neden bu kadar kar, bu kadar yıl, bu kadar yağış?
Bu kadar uzaklardan nedir bu kadar gelen,”
Edip Cansever
Üzerinde kestane kebap edilen sobanın etrafında oturulup, anneannenin örgü ördüğü, dedenin kitap okuduğu, çocukların tombala oynadığı kışların resimlerini ilkokul kitaplarından hatırlarım. Ailece Vefa’ya gidilen, evde mis gibi tarçın kokulu salep içilen, lapa lapa yapan kara sevinilen zamanları ise şefkat ve keyif ile yaşadım. Yitirdiğimiz masum kışları….
1987 kışı
1987 kışında, Sainte Pulcherie’de okurken, sömestr tatilimiz radyodan gelen haberlerle bir gün, iki gün, üç gün daha derken, on beş gün daha uzamış, Esentepe’deki evimizin çatısından yarı boyuma kadar buzdan sarkıtlar oluşmuş, arabamız tamamen kara gömülmüş ve çizmemin bir tanesi ayağımdan çıkıp kar dağında kaybolmuştu. Annemler o sırada Uzak Doğu’dan Roma’ya geçmişlerdi. Telefonda onlara, İstanbul’un çok soğuk olduğunu ve gelmemelerini söylemiştim. Bahçeye yaptığımız kardan adamın erimesi yaklaşık bir ay sürmüştü.
1929 kışı
Küçüklüğümde, sanırım hepimiz gibi ben de büyüklerimden Boğaz’a buzların geldiğini dinlemiştim. İlgimi çeken bu konuya dair epeyce okuma yaptım. 1 Mart 1929 gecesi İstanbul Boğazı’na on metre genişliğinde ve üç metre kalınlığında buzlar geldiği, 6 Ocak’ta başlayan kar yağışının, 12 Mart’a kadar devam ettiği ve fırsatçıların odun ve kömür fiyatlarına zam yaptığı bilgilerine rastladım. Meşhur ve üzücü İstanbul yangınlarından biri de bu zamana tarihleniyor: Kurtuluş’ta Aya Dimitri Kilisesi’nde çıkan yangının kötü hava koşulları nedeniyle söndürülememesinden dolayı 500 ev yanıyor; yüzlerce kişi evsiz kalıyor. Ayrıca, Beykoz, Bostancı gibi dönemim merkezden uzak semtleri ile irtibat kesilirken, aç kalan kurtlar Beşiktaş’a iniyor. Sürekli soğuktan dolayı Haliç sahilinde sekiz santimlik buz tabakası oluşuyor.
1954 kışı
Eski gazetelerde ve aile fotoğraflarında rastladığımız, büyük buzların geliş hikâyesi ise bizleri daha yakın bir tarihe, 1954 kışına götürüyor; rüzgârın saatte 100 km güçle estiği bir kışa... Büyüklerimizin üzerlerinde fotoğraf çektirdiği, Tuna ve diğer nehirlerden koparak Karadeniz’den İstanbul’a gelen 15-20 metre genişliğindeki büyük buz parçaları, İstanbul Boğazı’na, Üsküdar ve Haydarpaşa’ya kadar sürüklenirken, bir süre sonra buzların üstünde fotoğraf çekilmesi yasaklanıyor; 6 Mart’tan sonra hava sıcaklığının artmasıyla buzlar erimeye başlıyor. Orhan Kemal, şu satırlarla anlatıyor bu kışı: “1953-54’ün kışı. Vakit gece. Dışarıda sulu sepken, kendini Haliç Feneri’nin ahşap evleriyle ıssız sokaklarına kaldırıp kaldırıp vuruyor. Tükürseniz donacak bir soğuk hâkim dünyaya. Karımla çocuklarım her zamanki örtülerinin üzerine evde ne kadar battaniye, hatta kilim varsa almış...”
Fırsatçılar yine iş başında
Yine fırsatçıların, halkın zor durumda olmasını değerlendirerek, odun ve kömür fiyatlarına zam yapması, değişmeyen bir gerçek olarak, sabit kalmış ne yazık ki. Üstelik yakıt fırsatçılarına, ulaşımın zorlanmasından dolayı bir de dolmuşlara yapılan zamlar eklenmiş.
Bizans İstanbul’unda kış
Çok daha geriye gidersek zamanda, İstanbul’daki büyük kışların tarihe daima not düşüldüğünde görüyoruz. M.S. 401’de öyle sert bir kış olmuş ki, Boğaz 20 gün buzlarla örtülü kalmış. M.S. 647’de ani bir rüzgârla gelen soğuk hava yüzünden gemiler batmış, balıklar kıyıya vurmuş, ağaçlar devrilmiş. 221 sene sonra ise dört ay boyunca buzların erimediği, kıtlık ile sonuçlanan bir kış yaşamış İstanbul.
Genç Osman ve kara kış
Bir kara kış da 1621’de yaşanmış. Genç Osman, yani II. Osman’ın “Uğursuz” olarak anılmasına neden olan kış… Hikâye şöyle... Osman, babası I. Ahmed’in kararının tersine kardeşi Şehzade Memed’in öldürülmesine karar vermiş. Boğdurulmadan hemen önce, Şehzade, “Osman, Allah’tan dilerim ki, ömrün berbat olsun. Beni hayatımdan mahrum ettin, inşallah sen de saltanat süremeyesin” diye seslenmiş. Hem halk hem de Sarayın ileri gelenleri bu katliama çok kızmış. Aradan bir ay bile geçmeden Şubat 1621’de, şairlerin “ateş donduran soğuk” diye bahsettiği, Haliç’in donduğu soğuk bastırmış. Haşimi Çelebi, “Yol oldu Üsküdar’da bin otuzda Akdeniz dondu” diye yazmış. Hüseyin Tûgi, Musibetnâme adlı eserinde, Üsküdar ile Beşiktaş arasının kara parçası hâline geldiğini söylemiş. Eserin isminin Musibetnâme olmasının sebebi ise Osman’ın yaptığı katliamdan dolayı başına gelenlermiş. Fakat sadece şairler değil, halk da Osman’ı uğursuz olarak görmeye başlayınca, işkence edilerek 1622 senesinde öldürülmüş.
Refik Halid Karay ve kış
Büyükbabam Refik Halid Karay ise kışları anlatırken devlet dairesindeki memurların işe girmek yerine başlarında takke, yanlarında kedileri ile mangal başında uyuklamayı tercih ettiklerini, üst düzey memurların kupa arabasıyla ve samur paltolar içinde evkafa kısa süre uğradıklarını; konakların çok soğuk olduğunu, babasının konağın ahşapları arasından buzların içeri girdiğini, mangalda ısıtılan tuğlaların, yardımcılar tarafından yatakların içine konduğunu, evin hanımlarının aşçı haricinde kar şerefine mutfağa girerek bol kaymaklı güllaç ve tel kadayıfı yaptıklarını anlatıyor. Tabii anlatan büyükbabam olunca, kış yemeklerinden de bahsetmeye devam ediyor…
Aileler imkânlarına göre hindi dolmaları, kaz kızartması, kimyonlu sığır köftesi ya da çok biberli kapuska yaparlarmış. Tarhana ise şimdiki gibi her sofranın baş tacı olarak geçmişten günümüze gelmiş. Kış yemeklerinin arasında, şimdi içindeki ağır metal oranlarından dolayı yiyemediğimiz lezzetli İstanbul midyelerinden yapılan dolmaları, fırında kefal pilakisi, Çerkez tavuğu, yoğurtlu kebapları, işkembe ve paçayı sayıyor… Yüksek oranda tarım ilacı yüklü meyveleri konuştuğumuz bugünlerde, büyükbabamın “Bir Avuç Saçma” isimli kitabın “Kar ve Kış” bahsinde geçen ve okuyunca imrendiğim kış meyvelerinden bazılar ise: Ankara armudu, Sinop ve Amasya elması, Yafa veya Trablus portakalı…
Ve şöyle diyor: “Kışın güneş banyosu yapılan, yazın kartopu oynanan yerde kim oturabilirse, bence zengin odur.”
Benim için ise zenginlik, toprağı, tohumu temiz zamanlara, lapa lapa yağdığında çocukların sevinçle el çarptığı cıvıl cıvıl sokaklarda oynadığı, egzoz dumanından kirlenmeden eriyen karlara kavuşmak olurdu…
Kalbimde bu ümitle, hepimize sağlıklı, sevinçli, huzurlu ve iyi seneler dilerim…