Yaşamı çok seven babam doktoruna, “Tıp çok ilerledi değil mi artık doktor? Artık kolay-kolay ölünmüyor?” dediğinde “Evet,” dedi doktor, “Geçmişe nazaran büyük adımlar atılmış olduğu doğrudur, lakin unutmayın ki, ameliyatları hala M.Ö. kullanılan bisturi ile yapıyoruz ve bisturinin cilt dokusuna verdiği hasarı hala hiçbir teknik yok edememiştir.” Kısacası demek istedi ki, ölümsüzlük için daha çok bekleyeceğiz.
Ne yazık ki, katılacağım doktorumuzun yorumuna. Geçen asırlarla mukayesede tıbbın halen teorilerini deneme-yanılmalarla geliştirdiği ve yanıldığı ortaya çıkınca da bize sadece kuru bir “PARDON” dediğidir.
Oğlum doğduğunda bebeklerin yüzükoyun yatırılması gerektiğine inanılıyordu. Bu şekilde herhangi bir kusma anında hem boğulma tehlikeleri kalmayacaktı hem kafatası arkadan yassı değil, yumurta gibi oval ve şekilli gelişecekti. Birkaç yıl sonra, doktorlar “Pardon!” dedi. Pardon, bebekler yüzükoyun ama kafaları yan yatırılacak.
Çocuklarımızın anne- babasının yanında yatması zinhar yasaktı! Alışmasınmış! Ne ağlattım çocuğumu yıllarca, derken iki sene mi oldu ne, medyada bir psikolog uyarıyor: “Çocuklarınızın akşam yatağınıza gelmelerine izin verin! Unutmayın ki, anne-babanın koynu onlar için en güvenli yerdir!” Yine pardon!

Thalidomide kurbanları
Yumurta mı? Zinhar, kolesterol! Ispanak? Çocuklara muhakkak! Bunlar da pardon listesine girdi! Şimdilerde bebeklere su verilmiyormuş. Besinlerden aldığı su ona yeterliymiş, ayrıca su içirilmesine gerek yokmuş efendim! Bakalım ne zaman buna da pardon, denecek.
Benim nesil mensupları hatırlayacaktır, hamilelikte annenin bulantılarını kesmek için bir Alman firmasının piyasaya sürdüğü 'Thalidomide kurbanları'nı. Sonuç, 80 bin bebeğin doğmadan ölümü, 20 bin bebeğin de engelli doğuşu. Bir-iki kazanılan tazminat davası dışında, gerisine gene pardon!
İçimizdeki Mengele’ler
Bilim, sağlıklı düşünemeyen beyinlerin eline düşünce, onlar karanlık amaçları için acımasız adımlar atmaktan çekinmiyor. 1913’te San Quentin hapishanesinde psikolog Dr. Leo Stanley, suç işleme dürtüsünün testosteron eksikliğinden ortaya çıktığı teorisini geliştirmek için birçok mahkûmun testislerini ampute ederken, birçoğuna da hayvan testisleri transplantasyonu yapmıştı. Amerikan askerlerine savaşlarda kolayca delinemeyecek bir sertlikte cilt kazandırmak için Albert Cligman’ın başlattığı (Scleroderma deneyleri) tutuklu deneklerde korkunç yanıklar ve yaralara sebep oluyordu. 1985’lerde California Üniversitesinde Britches adı ile tarihe geçen maymun, körlere yardımcı olacak prototip bir sonar sistemi için deneylere tabi tutulacaktı, ancak bir sorun vardı, hayvancağız kör değildi! Çözüm? Kolay! Gözleri dikildi.

Organik elmalar
Ölüm meleği olarak içimizdeki Mengele’lerin kimler olduğunu çoğu zaman bilemiyoruz bile! Nitekim bugünkü zorlu yaşam şartlarında ruh sağlığı bozukluklarının giderek çoğaldığının ve yeterince başarıya ulaşılmaması durumunda sonuçların çok vahim olacağının da altını çizdi, WHO Dünya Sağlık Örgütü. İnsanlar sağlık konusunda paranoyak oldu, ne kadar doğru yapıldığını bilmedikleri “organik” kavramına saldırdı.
Quo Vadis sanitas?
Eskiden doktorlar iki tık-tık ile teşhis koyarlarken, bugün doktorlar ancak makinelerden alınan cevaplar doğrultusunda tanı belirtiyor. Acaba kalbinde bir sorun mu var dediğimiz kız kardeşime yapılan MR, ekokardiyografi, doppler yetmedi, anjio da yapıldı, sonunda iki kutu vitaminle terk ettik hastaneyi!
Tarih boyunca tıp alanı, kültürel, bilimsel ve teknolojik gelişmelerden etkilenerek derin dönüşümler geçirmiştir. Hatalar sıklıkla başarısızlık olarak kabul edilse de bilgi ve uygulamayı şekillendirmede kritik bir rol oynarlar. Hipokrat ve Galen gibi öncülerin teorileri de yanlışlardan yoksun değildi. Geçmişteki hataların kabul edilmesi, tıp camiasının uygulamalarda devrim yaratmasına, ameliyatlar sırasında enfeksiyon oranlarını ve ölüm oranlarını önemli ölçüde azaltmasına olanak tanıdı. İlaçlardaki gelişmeler, doktorların birçok hastalığı tedavi etmesini ve hayat kurtarmasını sağlamıştır.

Evet eski çağlardan bugüne, tıp alanında çok büyük adımlar atıldı. 20. Asrın başlangıcından itibaren, özellikle de 1960’lardan sonra gerek teknik gerekse terapötik, amiyane bir terimle palas-pandıras gelişmeler yaşandı. Her şeyden önce o yılların ölümcül hastalığı tüberküloza çare bulundu, ardından ekografiler, nükleer rezonanslar, endoskopiler, tomografiler, sintigrafiler, doku ve organ transplantasyonları, in-vitro doğumlar, sağlık turizmi gibi insan ömrünü uzatamasa da geciktiren müdahaleler gelişti. Yaşam süresi ellili yaşlardan seksenlere yükseldi! Ancak bunların yanında hiç bilinmeyen hastalıklar ortaya çıktı; AIDS, deli dana, ebola, yetmezmiş gibi bir de sıtma canlandı gene! Hepsi iyi, hoş da, sağlığın bir de ekonomik yönü vardı! İnsan ömrü uzadıkça, hastalıklar artıyor, hele kanser gibi uzun süreçli hastalıkların maliyetleri sağlık sistemini çökertiyormuş İsveç gibi imrenerek izlediğimiz bir ülkede!
Tıp kimin elinde?
Ya Covid? Yahu Uzakdoğu’da duraklarda, metro istasyonlarında pat diye düşüp ölenleri yayınlamıyor muydu medya günlerce? Üç günlük aşıları olmamız için de “markete giremezsiniz, uçağa binemezsiniz” diye zorlanmadık mı? Tıp kimin elinde yahu?
Yeni yeni aktörler de girdi alana. Homeopati, aromaterapi, biyoenerji, akupunktur, genetik, nanoteknoloji hatta yetmezmiş gibi, hipnoza dahi kullanım alanları getirildi.

Akupunktur
Anlayacağınız tıp, artık insan genomunu modifiye ederek yaşlılığı engellemeye yöneldi. Ondan da geçtim, bugün artık TRANSHUMANISM denilen bir akım var ki, destekçileri, bilim adamları, üniversiteleri bile mevcut (Kurzweil U.S.A)! Hedefi, terapötik tıptan uzaklaşarak genetik ve nanoteknolojilerle insanın direncini, potansiyelini arttırmak.
Tıp, statik bir bilim değildir; sürekli olarak yeni araştırmalar, teknolojik ilerlemeler ve çoğunlukla el yordamı ile şekillenen, sürekli gelişen bir alandır. El yordamı ile diyorum, çünkü insan denilen canlı makinenin tedavilere cevapları da değişken ve bireysel. Genetik, yaşam tarzı ve eşlik eden hastalıklar gibi faktörler, bir tedaviye verilen tepkiyi etkileyebilir. Öte yandan sağlık hizmetlerindeki eşitsizlikler, kaliteli tıbbi bakıma erişim, sosyoekonomik statü, coğrafi konum büyük ölçüde tedavileri etkiler. Bir uygulama belirli popülasyonlarda etkili olabilirken, diğerinde cevap vermeyebilir. Sonuç olarak, doğruluk için çabalarken, hiçbir uygulamanın yanılmaz olmadığını kabul etmek önemlidir. Geçmişteki hataların kabul edilmesi, tıp camiasının uygulamalarda devrim yaratmasına, ameliyatlar sırasında enfeksiyon oranlarını ve ölüm oranlarını önemli ölçüde azaltmasına olanak tanıdı.

Yeni bir tıp anlayışı
“Bu çağda akademik lider çıkmıyor” diyor Prof. Dr. Cem Terzi. “Adını andığımızda tüylerimizin diken-diken olduğu hocalarımızın adı bugün telaffuz edilemiyor. Çünkü onların çağı bitti. Bugünkü sistemde 30 yıllık bir cerrah da olsanız, eğitimini yeni tamamlamış bir kişi sizin yerinizi kolaylıkla alabilir. Genç hekim, sistem için daha yararlı görülecektir. Çünkü daha farklısını bilmediği için sisteme kolay kolay itiraz etmeyecektir. Finansal baskılar öğretim üyelerinin daha çok sağlık hizmeti vermesine ve eğitime ayrılan zamanın giderek düşmesine yol açtı. Bu yeni sistemin medikal makinesini yine doktorlar hareket ettiriyor ama bizim sisteme dair söyleyecek hiçbir sözümüz yok, kontrolü bizde değil.”
Babam o kadar inandığı ölümsüzlüğü kaçırdı ne yazık ki, bizler de yetişemeyeceğiz ama, tıp, deneme yanılmalarla da olsa ölümsüzlüğe doğru gitmekte. W. Allen’in dediği gibi, “Ölümsüzlük uzun bir süreç, özellikle sonlara doğru!!!” Bir zamanlar Şalom Gazetesi’nde cemaatten duayen, yılların bir hocası ile yapılmış bir röportaj vardı. Ne röportajı yapanın adını anımsıyorum ne doktorun ama son cümlesini unutamıyorum. “Hocam,” diyordu röportör, “Genç nesile ders olacak ne söyleyeceksiniz bize?”
“Biz doktorlar,” dedi Hoca, “Öğrencilerimize bildiğimiz her şeyi, ama her şeyi aktarırız. Yalnız şu var, aktardıklarımızın yarısının yanlış olduğunu biliyoruz, ama hangi yarısının yanlış olduğunu bilmiyoruz!”
Yaşıyorsa Allah uzun ömür versin, ölmüşse Allah rahmet eylesin…