Salih Bozok (1881, Selânik - 25 Nisan 1941, İstanbul), Mustafa Kemal Atatürk’ün çocukluk arkadaşı, sırdaşı, uzaktan akrabası ve başyâveri. Hayatı boyunca Atatürk’e en yakın kişi olarak bilinen, yakın tarihimizin en önemli siyasi figürlerinden. Şüphesiz ki, herkes onu Atatürk’e olan derin sadakati ile tanıyor. Bir de Bozok Ailesi’nin “baba” ve “dede”si olarak Salih Bozok var. Salih Bozok’u, torunu Mehmet Sadun Bozok ile konuştuk.

Cumhuriyet tarihinin önemli figürlerinden olan Salih Bozok’u aileden biri olarak anlatmanızı istesek, neler söylersiniz?
Öncelikle teşekkür ederim. Dedem Salih Bozok’u genelde fotoğraflarda Atatürk’ün yanında ya da birkaç adım gerisinde görürüz. Ama O’nun insani yönü, nasıl bir kişi olduğu, Atatürk’e bu kadar bağlı olmasının sebebini pek bilmeyiz. Aileden duyduklarım kadarıyla kısaca anlatmaya çalışayım.
Ailenin tek erkek çocuğu. Küçük yaşta babasını kaybedince tüm yük annesinin omuzlarında kalmış. Üzerine titreyerek, hatta biraz da şımartılarak büyütülmüş. Mustafa Kemal ile mahalle arkadaşlıklarının yanı sıra uzaktan akrabalıkları da var. Bu akrabalık Atatürk’ün dedeleri Hacı İslam Ağa ile Hacı Salih Ağa tarafından gelmekte. Hatta Bozoklar’ın evinde Zübeyde Hanım’a ‘Hanım Hala’ diye hitap edilmekte…
Salih Bozok biraz büyüyüp gelecekle ilgili kararlar aldığında ki bu kararlarda Mustafa Kemal’in büyük rolü olduğu anlaşılıyor, asker olmaya hevesleniyor. İlk defa askeri okul üniforması giydiğinde o kadar gurur duyuyorlar ki, dedem at üzerinde evin avlusuna girerek aynada nasıl durduğuna bile bakıyor. Kısa zamanda arkadaşları arasında ‘Deli Salih’ lakabını alıyor. Çok sert ve otoriter bir kişilik olsa da arkadaşları arasında çok şakacı ve neşeli olarak biliniyor. Güzel yazı yazıyor hatta amatörce resim yapıyor. Babama yazdığı gayet neşeli şiirleri bile var.
Küçük yaştan beri ise Mustafa Kemal’in önderliğini ve kişiliğini kabul etmiş ve O’nun peşinden gitmeyi kendisine yol olarak çizmiş. Hayatını adeta O’na bağlamış. 10 Kasım günü yaptığı intihar denemesi ise anlık verilmiş bir karar değil. Babaannem Pakize Hanım’a bıraktığı veda mektubunda kendisine, bundan seneler önce, Atatürksüz bir hayatta yaşamayacağını söylemiş. Kısaca özetlemek gerekirse arkadaşlarının söylemleri ile kendisine Şakacı Salih, Dost Salih ve Sadık Salih denmekte...

Salih Bozok, eşi Pakize Hanım ile

Cumhuriyetin köklü bir ailesinin çocuğu olduğunu bilmek yaşama biçiminizi davranışlarınızı etkiledi mi? Nasıl etkiledi?
İster istemez etkiliyor tabii. Küçük yaşlarda ben şunun torunuyum falan dememiz ayıp karşılanırdı aile içinde. Hatta eğitim hayatım boyunca çoğu okul arkadaşım bilmezdi bunu. Ancak soyadından merak edip soranlara söylerdim. Diğer taraftan aile içinde Cumhuriyet değerlerine bağlı yetişiyorsunuz. Ben küçükken çoğu marşı ezbere bilir ve istendiğinde büyük bir ciddiyetle okurdum. Biraz zaman geçip, okuyup araştırmaya başlayınca aslında ne kadar şanslı olduğumu fark edip, büyük bir sorumluluk hissetmeye başladım. Hâliyle tüm davranışlarınıza dikkat edip, aşırı hareketlerden kaçınıyor insan.
Günümüze geldiğimizde ise, çocukluk yıllarımdan farklı olarak hem ülkenin içinde bulunduğu şartlardan hem de teknoloji ve internetin gelişmesinden dolayı olsa gerek, Salih Bozok adı daha çok merak uyandırmaya başladı. Hâliyle biz hayatta kalan dört torunu da bu sorumluluğu daha fazla hissetmeye ve davranışlarımıza daha çok dikkat etmeye başladık.

“Cumhuriyetin ilk yılları ve Atatürk en çok konuşulan sohbet konularıydı.”

Cumhuriyetin ilk kuşağı arasında oldukça yoğun bir ilişki olduğu söylenir. Sonraki yıllarda ikinci ve üçüncü kuşakta bu ilişki sürdü mü? Evinize gelen konuklar arasında kimleri hatırlarsınız?
Açıkçası bu ilişki uzun yıllar devam etti. Babam oldukça renkli bir kişilik olduğu için birçok kişiyle uzun yıllar bağını kesmediği gibi fırsat bulduğunda da görüşmeye devam etti. Babamın küçüklüğünde hatırladığı ve bize anlattığı kadarı ile birçok tanınmış kişi eve girip çıkarmış. Başta İsmet Paşa ve ailesi olmak üzere, Kılıç Ali, Ruşen Eşref Bey, Refik Saydam ilk hatırladıklarım.
Benim görüp tanıştıklarım ise yaver Resuhi Bey’in çocukları Ferhunde Teyze ile Erdoğan Abi, Kılıç Ali’nin oğlu Altemur Kılıç, aynı zamanda babamın Galatasaray’dan arkadaşı Gündüz Kılıç, Atatürk’ün manevi oğlu Abdurrahim Tuncak, manevi kızı Ülkü Adatepe...
Babamın Altemur Amca ile veya Ülkü Hanım ile senli benli konuşmasını şaşkınlıkla dinlerdim ama hemen hepsinin çocuklukları beraber geçmiş. O dönemlere ait birçok hatıraları ve yaşanmışlıkları vardı. Bu konukların dışında babamla sohbet edip röportaj yapmak isteyen birçok tarihçi ve gazeteci de eve gelip giderlerdi. İlk aklıma gelenler arasında Murat Bardakçı, Can Dündar ve İsmet Bozdağ’ı sayabilirim.

Bu bağlamda ilginizi çeken sohbet konuları nelerdi?
Elbette konu Cumhuriyetin ilk yılları ve Atatürk… Babam 1920 doğumlu olduğundan çocukluk ve gençlik dönemine ait birçok anısı vardı. Yukarıda saydığım konuklar geldiklerinde Atatürk ile yaşanmışlıklar ve bu anılar dile getirilirdi. Birkaç tanesini size de anlatmak isterim.
Babam doğduğunda dedem cephede... Savaşın en yoğun olduğu günler. İstanbul’dan telgrafla dedeme haber ulaşıyor: “Bir oğlun oldu”. Tabii savaşta iyi haberlere de ihtiyaç var. Dedem o yoğunlukta bu haberi alınca o kadar seviniyor ki, bu haberi hemen Paşa’ya iletmek ihtiyacı duyuyor. Karargâhtaki odasına girdiğinde Paşa masaya eğilmiş ve haritalara bakmakta. Dedem haberi verince Mustafa Kemal Paşa çok sevinerek dedemi kucaklıyor. “Gözümüz aydın Salih” diyor. Dedem ise, “Paşam izninizle ben çocuğa Mustafa Kemal adını vermek istiyorum. Siz ne dersiniz?” diye sorunca, Paşa biraz düşünüp “Salih, bak ordularımız savaş kazanıp muzaffer oluyorlar, gel sen Muzaffer de oğlana” deyince babamın adı Muzaffer Kemal olarak konulmuş oluyor. Babam bunu büyük bir gururla anlatırdı hep.
Bir başka anısı ise Çankaya yıllarından. Babam bu defa 4-5 yaş civarı. Yaramaz. Kısa pantolonla tüm gün koşturup askerlerle oyunlar oynuyor. Bazı akşamlar, çocukları çok seven Atatürk, “Getirin şu haylazı bana” deyince, babamı Paşa’nın yanına getiriyorlar. Babamı dizine oturtup soruyor Atatürk, “Muzaffer, hadi bana İsmet Paşa’nın taklidini yap” diyor. Genelde asık suratla gezen İsmet İnönü’yü babam somurtarak kendince taklit ediyor. “Tamam, şimdi benim taklidimi yap o zaman” deyince babam güleç bir surat yaparak kendisini taklit ediyor. Sonunda Mustafa Kemal Paşa babamı kızdırmak için kısa pantolonun üzerinden bacaklarına hafifçe çimdik atınca babam gün içerisinde askerlerden duyduğu küfürleri sıralamaya başlıyor. Atatürk ve etrafındakiler buna dakikalarca kahkaha atıyorlar. Babam her bu hikâyeleri anlattığında ilk defa duyarmışçasına hayranlıkla dinlerdik.

“Atatürk’e bir şey olursa bil ki ben de çok yaşamayacağım.”

Dedenizle ilgili dinlediğiniz anılardan sizi hangileri etkiliyor?
Hiç şüphesiz dedemin babama intihar edeceğini söylediği an beni en çok duygulandıran an. Babam bir gün evvel okuldan kaçıp maça gitmiş ve maçta bir kavgaya karışıp bir adamla atışmış. Adam uzun boylu ve pos bıyıklı filan. Babamı oradan kaçırmış arkadaşları hemen ve dayak yemekten kurtulmuş. Ertesi gün evdeyken kapı çalınıyor. Babam açıyor ve bir bakıyor ki karşısında dün kavga ettiği adam. “Eyvah buldu beni!” derken gerçek anlaşılıyor. Adam sarayda şoförlük yapan ve adına Moskof Ziya denilen bir adam. “Küçük bey, babanız sizi emrettiler” deyince babam hazırlanıp çıkıyor adamla. Arabada Ali Çetinkaya (Meşhur Kel Ali) da var.
Saraya geldiklerinde dedemin Atatürk’ün yanında Savarona’da olduğu söyleniyor. Muhtemelen 1938’in Haziran ayı. Babam motorla Savarona’ya çıktığında korku içinde. Babası onu buralara çağırttığından mutlaka bir yaramazlığını filan duydu ve azar işiteceğini beklerken Salih Bozok onu gayet yumuşak bir şekilde karşılıyor. Hâl hatır sorarak bir kamaraya sokuyor. Sonra babama, “Bak Muzaffer artık büyüdün, koca adam oldun ve bazı gerçekleri bilmen gerekiyor. Maalesef Atatürk’ümüz çok hasta ve doktorlar da hiç umutlu konuşmuyorlar. Eğer olur da emri hak vaki bulursa bil ki, ben de çok yaşamayacağım. Senin bunu bilerek annene ve kardeşlerine sahip çıkman gerekiyor” diyor.
Bir anda şaşkınlığa düşen babam ağlamaya başlayınca “Sakın” diyor dedem... “Sakın ağlama… Hem Atatürk yanda dinleniyor. Onu rahatsız edebiliriz. Sen şimdi eve dön. Ben yurt dışında olan annenlere de telgraf çektim zaten. Yakında burada olacaklar. Sen de evde senden isteyeceğim hazırlıkları yap. Artık aile sana emanet unutma. Oku ve vatana, millete faydalı bir adam ol.”
Babam çaresiz kalkıyor ve motora doğru ilerliyor. Babası vedalaşırken sıkı sıkı sarılıp koklayarak öpüyor oğlunu... Babam o gün ne hissetti, neler düşündü anlayabilmek kolay değil. 17 yaşında bir genç, hayranlıkla baktığı Ata’sının yakında öleceğini öğreniyor, üstelik O ölünce babası da ölecek… Bu sahne her gözümde canlandığında babamın yaşadıklarını düşünüp, duygulanıyorum.


Salih Bozok’un torunu Mehmet Sadun Bozok

Cumhuriyetin ilk kuşağının torunu olarak milli bayramlarla ilgili düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz? Sizin evde nasıl kutlanırdı?

Küçük yaşlardan beri, milli bayramların ne kadar zor şartlarda ve hangi koşullarda elde edilip bizlere bırakıldığı anlatılarak büyüdüğüm için bu günler hep çok özeldi benim için. Şimdiki zamanlarda olduğu gibi hafta sonları ile birleştirerek bir yerlere gitmezdi insanlar.
Bizde de günler öncesinden bir hareketlilik başlardı evde. Babamı, yukarıda ismini saydığım o ilk kuşağın devamı olan arkadaşları ararlardı mutlaka. Uzun uzun o günlerden ve o dönemi birebir yaşadıkları için ne kadar şanslı olduklarından bahsederlerdi. Babam bizlere ise bilebildiği kadarı ile o tarihlerde dedemin nerede olduğu ve neler yaptığını anlatırdı. Dediğim gibi normal bayramlardan çok daha farklı ve özel olarak kutlanırdı bizim evde. Günümüzde milli bayramlarımıza eski günlerdeki gibi özen gösterilmiyor ve biraz geri planda bırakılıyor gibi olsa da ben insanların gönlünde hâlâ aynı öneme ve değere sahip olduğuna inanıyorum.

Dedenize ait arşiv, ondan kalan belgeler, fotoğraflar, hatıra objeleri nasıl korunuyor?
Dedem eskiden beri Atatürk ile olan yazışmalarını ve mektuplarını özenle saklamış. Paşa “Al Salih bunu da koy bir yere ve sakla. Gün gelir lazım olur hepsi” dermiş. Dedem de bu emire hep uymuş. Bir dönem, hükümet ajanları evini basıp bu belge ve mektuplara el koyarak dedemi o zamanın meşhur hapishanesi olan Bekir Ağa Bölüğüne kapatmışlar. Bölük bugünkü İstanbul Üniversitesi sınırları içerisinde, adını, başında bulunan işkencesi ve tırnak sökmesi ile meşhur Bekir Ağa’dan alan kötü bir üne sahip bir yer. Dedem burada bir kaç ay kaldıktan sonra o belge ve mektupları da araya hatırlı birilerini sokarak geri alıyor. Bu mektuplara yıllar içerisinde Latife Hanım’ın kendisine yazdığı bazı değerli mektuplar da ekleniyor. Dedemin vefatından sonra bu evraklar aile büyüğü olan amcama kalıyor. O da 1980’li yılların başında bunların hepsini sürekli olarak güvenle muhafaza edilmeleri için Genelkurmay’a bağışlıyor.

Yazı babamın sünneti için yazılmış. Atatürk dikte ettiriyor, yazan dedem. Babaanneme hitaben yazılmış. Orada olanlara da imza attırılmış.

Bunlardan ayrı olarak çocukluğumdan beri evde dolabı her açtığımda gördüğüm bir güderi ceket vardı. Biraz büyüyünce ceketin hikâyesini de öğrendim. Canı ev yemekleri çeken Atatürk’ü dedem bir gece eve davet eder. Çok keyifli geçen gecenin ardından Paşa giderken bu güderi ceketi unutur. Sonra da o gecenin hatırası için “Sizde kalsın, saklayın” der. Ceket spor ve yandan cepli. Herhangi bir yerinde isim ya da numara yok. Babamdan sonra bana kaldı ve bir şekilde bakımının yapılıp korunması için bir yere vermenin şart olduğuna karar verip, araştırmasını yaptım. Sonuçta Derimod’un kurucusu rahmetli Hasan Yelmen Beyefendi’nin ön ayak olması ile Rahmi Koç Müzesi’nde sergilenmeye başlandı. Atatürk’ün üzerinde baş harflerinin bulunduğu özel sigaralar, babamın sünnet olduğunda babaanneme hitâben yazdığı yazı ve eve gelirken içine çiçek koyarak babaanneme verdiği şık vazo ise benim halen evde özenle sakladığım eşyalar.

Sigaralar isme özel basım. S harfli dedeme, İ.İ harfli İsmet İnönü’ye, GMK rumuzlu ise Gazi Mustafa Kemal’e ait.

“Selânik’in kaybedilmesinin acısını hayatları boyunca hissetmişler.”

Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere dedeniz Salih Bozok ve Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun pek çoğu Selânik doğumlu. Balkan Harbi’nde Selanik’in kaybedilmesinin kurucu kadro üzerindeki etkisi nasıl olmuştur?
Selânik o dönemlerde Osmanlı’nın Avrupa’ya açılan kapısı adeta. İşlek limanı sayesinde önemli ticaret merkezlerinin başında geliyor. Hemen her dinden kişinin yaşadığı, modern bir şehir. Benzetmek gerekirse, günümüzdeki İzmir’e benziyor. Sahildeki şık restoranlar, balkonlarından rengârenk çiçeklerin sarktığı evler bile benziyor İzmir’e. Bu modern şehir bence, bizim kurucu kadromuzun kendisini çok iyi yetiştirmesine vesile olmuş. O genç insanlar bir yandan çok iyi bir askeri eğitim alırken, diğer yandan da özgürce düşünüp ülke meseleleri ile yakından ilgilenme fırsatı bulmuşlar.
O dönem dedemin notlarından, özellikle Mustafa Kemal’in Selanik’in geleceğinden kaygılı olduğunu, ilerde kaybetme tehlikesi yaşamamak için yapılması gerekenleri her platformda dile getirdiğini öğreniyoruz. Balkan Savaşı patlak verdiğinde ise her şey çok çabuk gelişiyor. Koca Selânik neredeyse hiç silah atılmadan teslim ediliyor. Bunun acısını o kadro hayatları boyunca hissetmişler. Hatta Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasından sonra dedem Atatürk’e “Paşam bakın ordularımızın önünde kimse yok, Selanik’e kadar gidelim” dediğinde, “Salih, durmamız gereken yeri bilmeliyiz” diyerek doğduğu şehri geri almayı ne kadar çok istese de geleceği gördüğünden buna karşı çıkıyor. Ama diğer yandan her dost buluşmasında Paşa’nın “Ah Salih, nasıl verdiniz güzelim Selanik’i?” dediğini de biliyoruz.

Cumhuriyetimizin geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz?
Yine küçük bir hikâye ile cevap vermek isterim. Babam İstanbul’da Galatasaray Lisesi’nde okumakta iken, babası ise Atatürk’ün yanında Ankara’da... Babam bir gün mektup yazar babasına. Mektupta Cumhuriyet Bayramı törenlerinde Taksim’de olduğunu, ordumuzun geçişi sırasında ne kadar duygulandığını ve gurur duyduğunu, bu arada derslerinin gayet iyi olduğunu ayrıntılı bir şekilde yazdıktan sonra, o zamanın meşhur terzilerinden İzzet’e giderek bir takım elbise yaptırıp yaptıramayacağını sorar. Bir süre sonra dedemden bir mektup gelir. Babamın yazdıklarını Atatürk’e de gösterdiğini, O’nun da ordumuzla ilgili düşüncelerine çok duygulandığını, Türkiye Cumhuriyeti’nin bu gibi gençlere emanet edildiğini, bu sayede yıllarca korunabileceğini söyler dedem. Mektubun sonunda ise babamın terziye giderek bir değil iki tane takım elbise yaptırmasını ister.
Bu Cumhuriyeti kolay kazanmadı bu insanlar. Çok emek verdiler, çok acı çektiler ve yeri geldi kan ve can verdiler. O yüzden bizim olumsuzluğa kapılıp, karamsar olmamız asla doğru değil. Ama bu demek değil ki, her şeyi oluruna bırakalım. Bize güvenenleri ve bu değerleri bize bırakanları mahcup etmeden mücadele etmemiz lazım. Bize gösterilen hedefler doğrultusunda çağdaş, laik, sosyal ve hukuksal bir ülkenin bireyleri olarak Cumhuriyetimize her zamankinden daha fazla sahip çıkmalıyız.