ANI - Bige Güven Kızılay


Hamdi Dedem benim için iki şeyden ibaretti, şu anlı şanlı İstiklal Madalyası ve albümdeki birkaç flu fotoğraf…
Kocaman kalın kaşlarının altında, bakarken bile incitmeye çekinen, hassas, sevgi dolu bir bakış, insanın içine işleyen bir çeşit mahcubiyet...
Ben iki yaşındaymışım öldüğünde. Hafızamda sulu boya gibi silik bir an var, bir yokuşun başındayız dede torun, elimden tutmuş, yürüyecekmişiz de daha duruyormuşuz. Hiç bir zaman o gerçek bir anı mı, yoksa bana anlatılanlardan kendi çizip boyadığım bir resim mi emin olamadığım...

“Ah, ah Beybam...”
Babam dedemi anlattığında gözleri buğulanırdı hep. “Beybam” diye bahsederdi ondan. Sadece Beybam da demezdi, hep başında bir nida olurdu; “Ah, ah Beybam...”
Sarıkamış’ta bir tapu memuru imiş dedem. Civar köylere giderken babamı da alırmış bazen yanına. At üstünde, onun terkisine binip dağ tepe demeden tıkıdık tıkıdık gezerlermiş. “O köylerde susam yağına bir yumurta kırarlardı, onun üstüne ziyafet tanımam” diye anlatırdı. Şimdi düşünüyorum da, baba oğul paylaştıkları belki de yegâne anı.


O İstiklal Madalyası evimizin hep başköşesinde asılı oldu. Yıllar geçti, babamı kaybedince onun en güleç fotoğrafını kocaman büyüttük duvara astık, yanına da dedemin madalyasını kondurduk. Baba oğul oradalar şimdi.
Ben o madalyaya bakıp hayal ederdim, dedem acaba nerede savaştı, nasıl gitti cepheye, korktu mu acaba, öleceğini sandı mı, savaş kazanılınca ne hissetti... Biliyordum çünkü küçücük yaşımda, bu madalya kırmızı şeritliyse eğer, cephede savaştı demek. Yaşasaydı ona en çok bunları anlattırırdım herhalde. Bir de düşünürdüm, böyle sessiz, sakin, mahcup bir insan, eline nasıl silah alıp da düşmana ateş etti diye...

Anılarını yazdı
Annem derdi ki, “Aslında anılarını yazdı Hamdi Deden.” Ben onun tek parmakla daktilo önünde oturduğunu, özene bezene yazdığını çok net hatırlıyorum. Hatta o zamanlar fotokopi filan ne gezer, karbon kâğıdıyla çoğaltıp dağıtmıştı beş evladına. İyi de nerede?
Bundan iki sene öncesiydi, Solmaz Halam bulup bana verdi o anıları. Sararmış dosya kâğıtları üzerinde mürekkebi uçmuş daktilo harfleri. Yüreğim küt küt atarak oturdum bir koltuğa, satır satır çözmeye çalıştım.




Başlığı okuduğum anda gözlerime yaşlar hücum etti, 24 sayfa boyunca da hiç dinmedi:
70 Yaşındaki Bir Zatın Hayatını Tasvir Eden Hatıratı
Ah dedeciğim...
Sanki hayatımızda ilk defa baş başa oturup sohbet ettik, dede-torun. Ses tonunu hiç bilmem, hatırlamam; ama niyeyse hayalimde bir ses buldu, kısık, genizden gelen, yumuşacık bir ses. O anlattı ağladı, ben dinledim ağladım. İki yaşında kaybettiğim dedemi o silik daktilo satırlarında buldum yeniden.
Erzurum’un Hasankale’ye bağlı Kötek nahiyesine gidelim şimdi. Yıl 1896. Burası o vakitler Rus hududuna 15 dakika mesafede ithalat ve ihracat işlerinin yapıldığı bir ticaret merkezi. Mağazalar ve oteller var, hatta son yıllarında bir sinema bile açılmış. İki katlı, geniş bahçeli bir evde yaşıyorlar. Babası Maksut Bey varlıklı bir tüccar. Üstü otel, altı iki mağazalı, kendi deyimiyle çok kıymetli bir “akar”ları var. Hamdi en büyüğü çocukların, ve nahiyenin İptidai denilen tek okuluna gidiyor, hayatta en büyük ideali okumak. Bütün hayalleri tahsil üzerine. İptidai’yi bitirince Erzurum’a gidip Sultani Mektebi’ne kaydoluyor. En mutlu, en tasasız hissettiği günler bunlar.

Ve kâbus başlıyor…
Yıl 1912. Film birden kararıyor. Kurban Bayramının birinci günü babası kahveden eve geldiğinde diyor ki, Ruslar saldıracaklarmış, kaçmamız lazım, hazırlanın, yarın sabah fayton gelip alacak bizi. Bilmiyorlar ki, o gece evlerinde son yatışları... Sabah yolda yeriz diye bahçede tavuk kovalarken ateş açılıyor, önce ahıra, sonra eve zor atıyorlar kendilerini. Sonrası uzuun yıllar sürecek bir kâbus.
O güzelim ev talan ediliyor, geriye kalan bir at, bir de ahırdaki odunluğa saklanmış beyaz tüylü köpek. Ne eşya ne mal mülk var kalan, her şey değerini yitiriyor bir anda. Sadece canlarının derdindeler. O köy senin bu köy benim düşmandan kaçıyorlar. Tam bir köye sığınıyorlar, Ruslar oraya da geliyor, haydi yeni bir belirsizlik, yeni bir yol. Hava buz gibi. Kars’ın soğuğunu, kışını bir getirin gözünüzün önüne. Karlara bata çıka kilometrelerce yol gidiyorlar. Kundakta bebeği olanlardan bebeği atanlar var can havliyle, nasıl olsa yaşamaz, bari yaşayan çocuklarıma sahip çıkayım diye... Ruslar, üstlerindeki elbise ve ayakkabıları da alıyorlar, üstelik çoğu yalın ayak. Osmanlı İmparatorluğu dağılmakta, asker sahipsiz, çareyi kimde arayacaklarını bile bilmiyorlar.
Oradan oraya bu sürükleniş yıllarca sürüyor. Bir ara Erzincan’a gönderiyor babası. Halalarının yanında kalırken Mülki İdadi mektebine yazılıyor bu defa. Babası hala belini doğrultma, para kazanıp yeniden başlarını sokacakları bir ev bulma derdinde. Bir sene haber alamıyor ailesinden. Sonra bir gün evde duvara gömülü kitaplıktan bir kitap alıyor öylesine, içinden düşen mektuptan öğreniyor ki, babası çoktan ölmüş.
Kendi kelimeleriyle yazayım: “Bittabii çok müteessir olmuştum. Ev yok, bark yok, eşya yok, şimdi evimizin temeli olan çok sevdiğim babam da yok olmuş. Bu ne demekti? Ömür boyu tahsil peşinde koşmuş biri olarak şaşkın ve ne yapacağımı bilmez haldeydim.”
Ruslar oraya da gelecek diye bu sefer yine yollara düşüyorlar. Sarıkamış faciasını anlatmış mesela, yol boyu her yerde ölü askerlerin yattığını... Diyor ki, “Ölenlerin sayılması mümkün olmadığı gibi, o hava şartlarında cesetlerini de gömmek mümkün değildi. Bu vakte kadar tarih kitaplarının yazmadığı bir felaket bu.”
Bugün aklımızın alamayacağı eziyetlere katlanmışlar. Aç bilaç, soğuktan titreye titreye, yalınayak dağları tepeleri aşıyorlar düşmandan kaçmak için. Bir öküz, bir kağnı arabası ne büyük konfor anlatamam size. Bir köylünün ikram ettiği bir lokma kuru ekmek nasıl da kıymetli. Toprakta değil de, bir kat şiltede, başında bir çatı varken uyumak nasıl bir lüks.
Bir ara amcası, dedemi ve kardeşini Sıvas Sanayii Mektebine yazdırıyor, iki kardeş gaddar müdürün dayağından okuldan kaçıyorlar. Ceplerinde oradaki bir akrabanın verdiği 1 lira para ile Sıvas’tan Erzurum’a yürüyerek dönüyorlar. Yolda eşkiyası, hırsızı, kaybolması, yağmuru, fırtınası, ne ararsanız var. Kendilerini korumak için bir değneğin ucuna ekmek bıçağını bağlıyorlar, silahları o. Hayal edelim diye söylüyorum, Sıvas-Erzurum arası bugünün dümdüz çevre yoluyla 437 kilometre!
Bence esas dram ne biliyor musunuz? Kök yok artık. Aidiyet duygusu yok. Bir amaç, bir hedef, bir ülkü yok önlerinde. Sadece hayatta kalmaya odaklanmış durumdalar.

Ve güneş doğuyor…
Derken, bir güneş ışığı sızıyor bir yerden... Nereden hem de, “Sıvas”tan!.
Atatürk Sıvas Kongresini yaptığı sırada dedem Sıvas’ta. Balkon konuşmasını anlatıyor heyecanla. İlk defa bir umut kıvılcımı büyüyor içinde, bir amaç yeşeriyor, tomurcuk gibi. Tüm notlar boyunca hiç Mustafa Kemal Paşa dememiş, hep hitabı “rahmetli Atatürk”.
Askere alınıyor sonunda. Nihayet o İstiklal Madalyasının ismini koydum yüreğimde, o satırları okurken: “Yukarı Hamas köyünde bulunan 9. Tümenin, 28.Alayı, 3.Taburunun 10.Bölüğüne verildim.”

Ah dedeciğim... Ah dedeciğim...
Bir gece çadırda kaldık. Silah cephane ve çanta verdiler. Bunların kayışları yoktu, hepsi iptendi.”
Şimdi biliyorum artık, o halim selim insanın eline silahı hangi duygularla aldığını. Dedemin şahsiyetinde tüm o masum, cömert, misafirperver Anadolu halkının yalnızca birbirlerine emanetken ilk defa kendi deyimleriyle bir “Kumandan”a güvenip, onun ardından yola çıkışlarını. Ölümü neden göze aldıklarını anlamak öyle kolay ki bu satırlardan sonra... Zaten “yaşamıyorlarmış” çünkü. Günü gününe nefes alıp, o gün karnını doyurup hayatta kalabilmek üzerine bir yaşam sürerken, aniden bir “anlam” giriyor yüreklerine. Bir hedef, bir amaç, bir ülkü. İşte Kurtuluş Savaşının sırrı tam da burada.
Rusya’da Bolşevik ihtilalinin olması bir anda bütün dengeleri değiştiriyor. Birkaç sene önce topraklarımızı işgal eden o Ruslar, hem altın, hem de cephane yardımı yapıyorlar bu defa. Uzun uzun onları anlatmış. Karakollardan alınan akşam raporlarını nasıl heyecanla takip ettiklerinden bahsetmiş. Köy köy, hane hane nasıl kurtarıldığını ülkenin, adım adım izlemiş, şahit olmuş. Hani hep merak ediyordum ya, zafer kazanılınca ne hissetti diye, diyor ki: “Duygularımı ve sevincimi tarif etmekten acizim.”

Türkiye Cumhuriyeti kuruluyor
Terhis olduğunda, yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti Devletinin tapu memuru oluyor. Her ne kadar tahsilini kendi hayal ettiği gibi tamamlayamamış olsa da, o devirde o bölge için en okumuş yazmış insanlardan biri. Gencecik Cumhuriyet, topraklarını kaydediyor evraklara, tapu tahrir işlemi deniyor buna. Sarıkamış, Oltu, Göle, Bardız, Erzurum, hepsinin tapu tahrirlerini dedem yapmış. Her dönem olduğu gibi cebini doldurmaya bakan rüşvetçi ve namus yoksunu memurlar da var elbette. Onlar kendi üstlerine arsalar geçirmeye çalışırken dedem itiraz ediyor, tuzak kuruyorlar ona, tam iki buçuk sene kızağa çekiliyor. Sonradan beraat edip tüm birikmiş maaşlarını alıyor, o insanlar da cezalarını buluyorlar ama ne çile, ne çile onca yıl. Evlenmiş de artık üstelik. Çocuklarını da düşünmek zorunda...



Beş çocuğunu da okutmalı
Yeni bir hedefi var artık hayatta. Üçü kız, ikisi erkek, beş çocuğunu da okutacak. Kendi bitiremediği tahsil hayatını onlara verecek. Hepsi vatana millete hayırlı evlatlar olacaklar.
İyi de, o yörede kızları okutmak hala büyük bir olay. Akrabalar itiraz ediyor. Bakıyor ki, onlara dert anlatmanın imkânı yok, alıyor ailesini, göç ediyor Batı’ya doğru. Bir memur maaşıyla beş çocuk nasıl okuyacak? Her tayin bir masraf, devlet kimi tayinlerinde harcırah da vermiyor üstelik. Biniyorlar bir kara trene, ver elini Bilecik-Osmaneli, ver elini Bursa-Yenişehir ve en nihayetinde Ankara. Emek, emek, adım adım memleketin başkentine getiriyor evlatlarını.
Diğer memurlar dalga geçiyorlar onunla. “Hamdi Bey, Hamdi Bey, sen nasıl tapu memurusun? Hani nerede senin apartmanların, arsaların?” Gülümsüyor, dönüp çocuklarını gösteriyor, “İşte” diyor, “İşte benim apartmanlarım.”

Yukarı Hamas köyünde bulunan 9. Tümenin, 28. Alayı, 3. Taburunun 10. Bölüğüne kayıtlı, kırmızı şeritli İstiklal Madalyası sahibi Hamdi Güven, bir doktor, bir hukukçu, bir Mülkiye mezunu, bir ziraat mühendisi ve bir yetenekli terzi yetiştirdi bu ülkeye.
Ben o doktorun kızıyım. Ve Hamdi Dedemin varlığıyla şeref duyan torunuyum.
Bu notları bulup okumaktan duyduğum mutluluğu tarif etmekten acizim.
Ruhun şad olsun Dedeciğim.