Galata Türkler, Cenovalılar, Venedikliler, Fransızlar, Ermeniler, Rumlar, Yahudilerle Osmanlıda ve erken cumhuriyet döneminde “kozmopolit” tanımının vücut bulmuş haliydi. Bunca insanın burada bir araya gelmesi tesadüf değildi tabii ki, bu bölge Karaköy’deki limanın yani ticaretin yanı başındaydı ve elçiliklerin hepsi buraya toplanmıştı.
İstanbul’un Batılı yönünü temsil eden Beyoğlu çevresi, para-ticaret işleri dışında eğlencenin, sanat ve kültürün de merkeziydi; bu özgürlükçü atmosferiyle çok dilli Yahudi toplumunun bir dönem yaşamak için tercih ettiği semtler arasındaydı. Zaman içinde Nişantaşı, Etiler yönüne bir akış olsa da özellikle Galata, eskiden Yahudi mahallesiydi. Tarihin sandığını karıştırmak isteyen bir yazarın yolu mutlaka buraya düşecekti. Suzan Nana Tarablus, semtin sakinleriyle konuştu ve ortaya Bir Sabah Galata’da Uyandım kitabı çıktı.
Tarablus’un, Kamondo Han’la yolu 1990’lı yılların başında kesişmiş ve o mekân hep bir yanda sırasını beklemiş. Seneler üst üste eklenirken, arkada kalan, bize yetişemeyen bir dönemin ruhunu unutuşa teslim etmemenin yolu, yazıya başvurmakmış. Han ve sakinlerinin hayatı Tarablus’un anılarıyla örtüşünce, Galata’yı, orada yaşayan Yahudileri anlatmak farz olmuş. Kitapta onların geçmişi, aile ilişkileri, okulları, arkadaşlıkları, komşulukları, eğlenceleri var. Kitapta azınlıklara yönelik politikaların pratikteki uygulamaları insanları nasıl etkiliyor, o da var. Sonra bu iki cümleyi bağlayan bir sonuç var: Gelenek ve kültürü koruyarak, toplumla uyumlu bir yaşam...
Bir Sabah Galata’da Uyandım kitabının ilk bölümünü Tarablus, Han sakinleriyle görüşmelerine, ikinci bölümünü civarda oturanların anılarına ayırmış. Kitabın parçaları bir bir toplaşırken, anıları kaydedilenlerle anıları kaydedenin ortak noktaları çıkmış. Tek partili dönemde “vatandaş Türkçe konuş” kampanyasının etkisiyle Türk kimliğine eklemlenme çabasına giren Milaslı Avukat Gad Franko gibi, Tarablus’un aile büyüklerinden Avukat Daniel Behar da Türklüğüyle övünenlerin başında gelmiş.
Bir Sabah Galata’da Uyandım’ı okuyacaksınız mutlaka, ama ben öğrendiklerimi azıcık çıtlatmak istiyorum.
Han sakinlerinin anlattıklarına bakarak bir dönem atmosferini hissedebiliyoruz, mesela yan bahçede bir kort olduğunu anlıyoruz. Henri Geron eşi Sara Çiprut’la tenis oynarmış. Varlık Vergisi yüzünden her şeyini kaybeden Geron, Aşkale’den Türk vatandaşlığına kabul edilmediği için kurtulmuş. Emil Franko’nun babası ise kurtulamamış, Gad Franko Aşkale’ye sağlıklı gidip hasta dönmüş.
Naime Salti: “…galiba yabancılara rezidans yaptılar. Kapısına gidip orada doğduğumu söyledim, torunlarıma evimi göstermek istedim, sokmadılar bizi.”
Kamondo Han’a damat olarak gelen Selim Salti, savaş yıllarına dair unutamadığı anısını şöyle anlatıyor: “Yvette ablam, her sabah beni okuluma yolcu eder, … para içeren kumaş torbayı tıpkı bir sutyen gibi bana takardı. … Yıllar sonra babama bunun nedenini sordum. … Nazilerin Türkiye’yi istila ettikleri takdirde Yahudilerin katledileceğini düşündüğünü… söyledi. …Göğsümde taşıdığım torbadaki para, benim yük olmadan misafir edilmem içindi.”
Sami Maçoro’nun ailesine, damatlar Çanakkale Savaşı’nda öldüğü için dede bakmış. Maçoro’nun anne ve babası Han’a taşındığında her katta iki daire varmış. Denize bakan arka cephe daireler banyolu, ön cephe daireler banyosuzmuş. Teras katındaki on bir odanın her birinde bir aile yaşar, mutfak ve banyo paylaşılırmış.
Naime Salti, terastaki futbol maçlarında kalecilik yaparmış, çocuklar için 16.00 gute saatiymiş. Büyüyünce oymalı demirden ihtişamlı kapıyla sonlanan büyük giriş holüne, mermer merdivenlerden gelinliğiyle inmiş. Merdiven öylesine genişmiş ki, gelinin yanında iki kişi daha durabiliyormuş.
Kamondo Han’ın tek telefonu “Uziel/Saydam”lardaymış. Evdeki erkek çocuğun, haftada bir kez telefon hakkı varmış. Evin kız çocuğu ise ancak on iki yaşında, haftada bir telefonda konuşma hakkını alırmış.
Mariet Geron Sevindiren, telefonla fazlaca konuşan arkadaşları yüzünden annesinin telefonu kilitlediğini söylüyor. Yirmi yaşında nişanlı bir kızken bile eve gece on ikide gelmek zorundaymış. “İffetli bir kızın alnı açık olur” serzenişiyle büyümüş, çünkü kâkülü varmış.
Ceni Biçaço Molho, kız çocuklarının sokakta oynamadığını, alışverişi kadınların yapmadığını söylüyor: “Yazıcı Sokak biraz korkulu bir yerdi. Tehlikeyi oluşturan köşedeki meyhaneydi. … Laf atanlar, arkamıza takılanlar olurdu. … Saat 20.00’den sonra eve girmek söz konusu değildi… Apartman merdivenlerinde aşklarımızı duvarlara kazırdık. … Hep merak ederdik: ‘Yaşlandığımızda biz bu duvarları görebilecek miyiz?”
6-7 Eylül olaylarından sonra ülkeyi terk eden aile, Lydia Albukrek’in ifadesiyle radyodaki “Yassıada saati” ile dönmeye karar verdi. (Lydia Albukrek'in anne ve babası)
Lydia Albukrek’in anneannesi renkli bir karaktermiş. Genç bir kızken Pera Palas’ta, Cyrano de Bergerac’tan “burun” tiradını okuduğunda tesadüfen orada bulunan Sarah Bernhardt’tan aldığı iltifat, sahne kariyeri diye bir şey düşünemeyeceğinden, hoş bir anı olarak kalmış.
Yolu Almanya’dan İstanbul’a düşen Mösyö Şü, diaspora Çinlisiymiş. Kaçak Çinliler sayılarını az gösterip kirayı ucuza getirmek için aynı renk giysiler giyer, iki numaralı daireye girip çıkarmış. Çinli sakinlerden biri vefat ettiğinde, eşi Avusturyalı Madam ve Mösyö Şü sevgili olmuş. Şü çapkın bir beymiş; sevgilisi dışında hep görüştüğü “zarif ve kibar” kadınlar olurmuş. Çin Lokantasının sahibi Feride (Wang) Ertan, Mösyö Şü’den şöyle söz ediyor: “…akrabadan da yakındık. Lokantamızda çalışmaya başlamadan önce hayatını kâğıt fener, yelpaze ve yılbaşı süsleri yaparak kazanırdı.”
Kamondo Han’ı en son terk eden Mösyö Şü
Çela Belevi’nin hayallerinde antikalarıyla, tablolarıyla büyülü bir sanat evi gibi kalan Kamondo Han’ın çatı katı dairesi, Abidin Dino’nun ziyarete gelen sanatçı, yazar ve şair dostlarıyla gerçekten bir sanat merkeziymiş.
Lisede Faruk Nafiz Çamlıbel, Akademide de Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun öğrencisi Habib Gerez, gazeteci ruhuyla 1986’da sinagoga yapılan saldırıda, katliamın fotoğrafını çekmiş. On yedi sene sonra aynı sinagogda ikinci katliama tanık olmak bile Gerez’in Galata’ya olan sevgisini etkilememiş.
İstanbul’un ilk “site”lerinden Botton Han, bir dönem Emel Gabay Haliyo’yu ağırlamış: “Yatak odaları, mutfak ve salonla çevrili yuvarlak holün ortasında kocaman bir kömür sobası yanardı. …En güzel anım da, annem ve babamla paylaştığım odada küçük parmaklıklı yatağıma uzandığımda denizi ve Kız Kulesi’ni seyredebilmemdi.” Botton Ailesi iflası edince, binayı Yapı Kredi Bankası’nın sahibi Kâzım Taşkent almış ve oğlunun adını vermiş. Tenis kortları kapanıp, otopark olmuş. Teras bölünerek daire sahiplerinin kullanması için ardiyeler yapılmış.
Ceki Çiçyaşvili ablalarıyla... “… insanları güzel, esnafı güzel, halkı güzel, medeni bir yerdeydik.”
Ceki Çiçyaşvili, sokaklarında top oynadığı Asmalımescit’i şöyle hatırlıyor: “…genellikle ‘yabancılar’ orada yaşardı; Levantenler, Beyaz Ruslar… Yine de belirgin bir Yahudi nüfus vardı.”
Alberto Elhadef’in anne ve babası Raphael ve Bella Elhadef, 1936
Alberto Elhadef, liseden sonra dayısı Bay Vitali’nin fabrikasında staja başlamış. “Çünkü ‘çekirdekten yetişmek’ bizde bir gelenekti. Ben de böylece ‘okullu’ değil ‘alaylı’ oldum.” Elhadef’in Beyoğlu’yla ilişkisi dükkân açılınca başlamış. Vakko’nun altı katlı binası kafesi, sanat galerisiyle alışverişe yeni bir bakış getirmiş.
Musa Albukrek, ekmeğin vesika ile alındığı yıllarda erzak alışverişine Sirkeci’ye gittiklerini, doktor-subay babası sayesinde istihkak hakları olduğunu hatırlıyor. Başka bir anısı acı: “1975-1980’li yıllar, … Bir müddet ev boş kaldı. Bir gün, ‘Evinizde piyano çalınıyor’ diye ablama telefon etmişler. Ablam da ‘Benim her kardeşim müzik çalar’ diye yanıtlamış. Meğerse çalınan … piyanonun kendisiymiş. …Polis, kayyum (sahibi bulunmuyor iddiasıyla) atadı ve ev … bir şirkete kiralandı. Sonuç itibariyle, evimizi yok pahasına elden çıkardık. Günümüzde bu bina İstanbul Edebiyat Evi oldu.”
Mirka Kohen’in babası Musevi Lisesi jimnastik öğretmeni Salamon Momo Barzilay
Mirka Barzilay Kohen, ailece Casa d’Italia’da ve Union Française’de konser ve konferans gibi kültürel etkinlikleri takip ettiklerini anlatıyor. Gençken Tünel’de Mandra’da buluşur, St. Benoit’dan gelen delikanlılarla bakışırlarmış. Sami Kohen’le evlenecekleri günlerde 27 Mayıs İhtilâli olmuş. Ortalık karışınca dayanamamış, Milliyet Gazetesi’ne gitmiş: “Yarın evleniyor muyuz?’ diye sordum. … ‘Hâlime baksana, yazılarım başımdan aşkın.’ dedi. Bunu duyan Halit Kıvanç ve Yazı İşleri Müdürü Turan Aytul kalktılar ve Valilik’e gittiler. …Çok yakın bir arkadaşımızdır, yarın düğünü var’ deyip rica ettiler.”
Sonuçta insan hikâyeleri üç aşağı beş yukarı en temel duygularda kesişiverir zaten: acı, hüzün, neşe, özlem… Mois Gabay’ın “Dünyaya bir kez daha gelsem, 1950’lerde büyümek isteyeceğim mahalle” dediği Galata’yı, Tarablus öyle bir aktarıyor ki, ona müteşekkir olmaktan başka bir şey kalmıyor bize…
Kamondo Han
“Dünyanın Evi” anlamına gelen “Ca’mondo” adını taşıyan ve hayırseverlikleriyle ünlü Venedik kökenli aile, İstanbul ve Anadolu’da epeyi mülke sahipti. Galata Kulesi’ne varan sokaktaki Kamondo Han da bu binalardan biriydi O dönemde para ile işi olan herkes ya Han’da, olmadı Han civarında bir adres edinmeliydi, çünkü Kamondolar buraların Rothschild’leriydi. Sonra Gerson kardeşlere miras kalan Han, 1976’da 8 kişilik bir ortaklığa satılmış, 1982’de ikinci derece tarihî eser olarak ilan edilmişti. Han’ı 2006’da bir Kazak şirket satın aldı.
Neoklasik üslupta inşa edilen Kamondo Han’ın mimarı kesin olarak bilinmiyor; giriş katında dükkânların, üst katta ortak bir terasın yer aldığı bilgisi dışında, ünlü kiracılardan söz ediliyor. Kopyala yapıştır bilgilerin tuzağına düşmemek için, kitap ve malûm listedeki tek ortak ismin Abidin Dino olduğu; Sait Faik, Orhan Veli, Oktay Rifat, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşar Kemal, Melih Cevdet Anday gibi isimlerin binada oturduğuna dair bir kanıta rastlanmadığını (Dino’nun misafir listesi belki de) söyleyip bu ayrıntıyı aldığım yere bırakayım.
Kaynak:
http://arsiv.salom.com.tr/news/print/8199-Kamondo-Han.aspx
https://www.milliyet.com.tr/ekonomi/kamondo-apartmani-kazak-sirketinin-oldu-168785